Ana Sayfa Kritik Anna’yı Keşfetmek: Bir Dolandırıcının Anatomisi

Anna’yı Keşfetmek: Bir Dolandırıcının Anatomisi

Anna’yı Keşfetmek: Bir Dolandırıcının Anatomisi

Ukrayna’da kan gövdeyi götürürken, sözüm ona uygar dünyanın güdümlü pandomimler gösterisi hız kesmeden devam ediyor.

Dünyanın kanlı, ülkemin ise sıkıcı, yorucu, boğucu, vasat gündemi bir gün dahi yakamı bırakmıyor.

Baksan, görsen, duysan, anlasan bir türlü; gözü, kulağı, ağzı kapasan başka türlü.

İşte tam da bu noktada bir kaçış hattı bulmaya çalışıyorum.

Edebiyat, felsefe ve bilumum güzel sanatlar insandan insana kaçış haritaları sunuyor.

Gerçekliği olduğu gibi temsil etmek, sosyalist gerçekçiliğin bir postulatıydı, fakat bence bu, yazarlar için neredeyse imkansız bir şeydir.

Çünkü yazarlar, gerçeğin kopyacısı, kayıt memuru ya da muhasebeci değiller. Onlar aynı zamanda tarihçidirler, ama kronist hiç değiller.

Bir yazarın beyninin sol lobu duyduklarını veya gördüklerini anlatırken, sağ lobu konuşmaz, fakat dili derinliğine anlar.

Bir yazar her şeyden önce, tanrıların sesini duyabilir, öyle ki dünyada bir yazar ya da duyarlı bir kişi tarafından kaydedilen hiçbir şey tam olarak bir görüntü değildir, ancak her zaman bir anti-imajdır, çünkü görünenin arkasındaki resmi kuralar ve o görüntüden, ‘yalan’a karşı bir antitez kotarmaya çalışır.

Gerçekliği bir olasılıklar dizini biçiminde tasarlayan bir hakikat arayışıdır söz konusu olan.

Lafı daha fazla dolandırmadan, mevzuyu popüler Netflix dizisi Anna’yı Keşfetmek’e getirmek istiyorum.

« İnventing Anna », sinemada bir janrı ortaya çıkaran çok katmanlı bir anlatı.

Bu janrın, Patricia Highsmith’in Mr. Ripley’i, Carl Zuckmayer’in Hauptmann von Köpenick’i veya Thomas Mann’in Felix Krull’u gibi örnekleri, sinemaya uyarlanmadan önce edebi ün kazandılar.

Keskin aksanı, doğuştan gelen moda zevki ve acımasız öz disipliniyle dikkat çeken bu parlak genç kadın, Alman vatandaşlığına geçmiş bir Rus’tur.

Anna 2013’te New York’a geldiğinde sadece 22 yaşındaydı. İki yıl sonra yüksek sosyete kelimenin tam anlamıyla onun ‘elinden yemeye’ başlıyor.

Bergdorf’ta alışveriş çılgınlığı, Nobu’da gurme yemekler, özel jetle uçuşlar, geceliği 10.000 dolara, Fas’taki La Mamounia dahil olmak üzere, en lüks otellerde konaklamalar: zengin bir Alman varisi gibi davranan biri için, aslında hiçbir şey yeterince lüks değildir.

Ve tüm bunlar, sosyal etkinliklerde yeni tanıştığı arkadaşlarının ödediği masraflardır.

Anna striptizcilerin zengin Wall Street müşterilerini kandırdığını iyi biliyor.

Anna lüks otellerde dolaştı, yıldızlı restoranlarda yemek yedi, milyon dolarların varisi gibi davrandı ve sonunda hapse girdi.

O, ilişki ve sınıf dinamiklerini, cüretkarlıkta ve yüzsüzlükte sınır tanımadan kullanmanın eşsiz bir örneğini sergiledi.

Bu TV dizisi Anna Sorokin’in hayatını takip ediyor, fakat protagonistin kim olduğu bir sır olarak kalıyor.

Dizinin sonunda, New York’u dolandıran sahtekarın kim olduğunu muhtemelen hala tam olarak bilmiyor olacağız.

İnsanlık tarihinin kayda aldığı çok sayıda sahtekar bulunuyor.

Bu sahtekarlar, soylular, doktorlar veya varisler gibi davranıyorlar. Bunun için diplomalar, imzalar ve üniformalar taklit ediyorlar.

Soy ağaçları, kolay ve kısa yoldan bir « sınıf atlama » kütüğünü açığa vuruyor.

Anna’nın büyük finansal yolsuzlukları, ülkemde Jet Fadıl örneğini çağrıştırıyor. Anna, Jet Fadıl’dan farklı olarak, şark kurnazlığının daha sofistike New York versiyonunu hayata geçiriyor.

Bu vesileyle büyük burjuvazinin bir « ye kürküm ye » dünyasında yaşadığını görüyoruz.

Anna’nın hayat serüveni, yüksek gerilimli bir filme benziyor.

Başkalarının ona nasıl âşık olduğunu merak ederken, günün birinde yollarının bizimle kesișmesi ihtimali damarlarımıza adrenalin pompalıyor.

« Walt Street’te zenginlerin dünyasında iş çeviren bir dolandırıcıya terfi etmek herkesin harcı değildir » deyip ekran mesafesinden onunla bir empati ve suç ortaklığı kuruyoruz.

Duygusal zekası yüksek bir narsistle suç ortaklığı bizi rahatsız etmiyor.

Öyle ki arkadaşı Rachel’i dolandırılmasını, içinde « rıza » var deyip anlamaya çalışıyoruz. Bu anlayış bütün erdemlerin bozguna ugratılması pahasına gerçekleşiyor.

Anna’nın ruhunun bütün manzaraları, sahtenin tüm tonlarını içine alarak geniş bir vukuat perspektifi sunuyor.

Biz de Anna aracılığıyla kendimize sanal bir kimlik oluşturuyoruz.

Ekran mesafesinden kimse bizi fark etmiyor belki, ama bu durum, bir yere ait olma arzusunun, çocukluğumuzdan beri, ruhumuzun alt katmanlarına nasıl da yığınak yaptığını ele veriyor.

Tanrı henüz dünyayı tasarladığında, bence zihninde, « Ya cennet ve cehennemi birbirinden yeterince uzak yaratmadıysam » gibi bulanık bir düşünce mevcuttu.

Bence, azap ve kurtuluş, dünyada hiç olmaması gerektiği kadar içiçedir.

Bu iki uç olgunun bu kadar girift olması, cennet ve cehennemi hem birbirine çok yakın kılıyor hem de birbirinin varlık nedeni haline getiriyor.

Bu bağlamda, Nietzsche’nin « Cennete doğru büyüyecek ağaç köklerini cehenneme yollamalıdır. » sözünü anımsıyorum.

İște bu dizi bu bakımdan, bir eziyet ve esenlik, bir kabalık ve incelik, bir zevk ve pişmanlık bir günah ve erdemler arafının betimlemesidir.

Anna karakteri, yanılsama, yalan ve sahte üzerine kurulu, bugünün gerçeklik algısının ete kemiğe bürünmüş halidir.

Diğer taraftan, bükülmemiș hakiki varlığın ve onun masum ve ‘erdemli’ hayatının etindeki iltihaplı kıymıktır.

Zamanın ruhunda çokça belirsizlik, kaygı, sahtelik ve yalan bulunuyor.

Bu çağda kişi ne yanlış beklentilerden ne de hayal kırıklıklarından güvendedir.

İște bu yüzden, gerçeğin tamamen abartılı, bire bir kopyası, toplumcu ahenkli estetiğin örneklerini peyaz perdeye yansıtan hikayeler artık çok fazla rağbet görmüyor.

Burada, Inventing Anna’da olduğu gibi, yalnızca gerçekliğe belirli bir mesafe, daha objektif bir değerlendirmeyi belki mümkün kılabilir.

Anna’nın hayat serüvenini izlerken, güneşin onun üzerine aslında hiç de bulutsuz parlamadığını da fark ediyoruz.

İnsanların hikaye anlatmasını yasaklayamazsınız. Bu gülmek ve ağlamak kadar temel bir ihtiyaçtır.

Anna Sorokin’in felsefesini tek bir cümleyle özetlemek zorunda olsaydım, sanırım « Gerçek olana kadar taklit edip insanlara bolca hikaye anlat.  » derdim.

Dizi bir şeye tüm kalbince ve tüm benliğince adanırcasına inanmayı erdem mertebesine yükseltiyor. Ve « bir şeye gerçekten inanınca, tüm dünyayı buna inandırabilirim » mesajı veriyor.

Her şeyi renklendirmek ve yalanı daha inandırıcı kılmak için, bir « inanı hikayesi », orantılı dozda ısırıcı mizah ve enerjik bir sahneleme ile anlatılıyor.

Yaprakları fiber camdan olan bir dergiden akıyormușçasına bir izlenim veren ve görselliği, bölünmüş ekranın eğlenceli kullanımıyla güçlendirilen sevimli bir dizi ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Şımarık çocuk tavrı ve tam bir vicdansızlıkla Anna Delvey kesinlikle masum değil, ama o, bu kategorilerin en kınanması gereken karakteri de değil.

Anna’yı Keşfetmek, iş dünyasının kadın düşmanlığını, büyük burjuvazinin ve hatta orta sınıfın ikiyüzlülüğünü, medyanın ve avukatların fırsatçılığını ve genç suçluyla yolu kesişen herkesin tanınması gerektiği ihtiyacını kışkırtıyor.

Aslında merak uyandıran yabancıdan kimse şüphelenmiyorsa, bunun nedeni herkesin onun artan kötü şöhretinden karşı konulmaz bir şekilde etkilenmesi ve bundan yararlanmak istemesiydi.

Kibirlilerin kibri herkesi kör ediyor ve bu yalan dünyada sonuçta her şey kibre çıkıyor.

Kısacası, yalandan oluşan, uyduruk tüm parçaları hariç, bu hikayenin tamamı gerçektir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl