Ana Sayfa Kritik B. SADIK ALBAYRAK’IN “BESTSELLER OKUMA KILAVUZU”

B. SADIK ALBAYRAK’IN “BESTSELLER OKUMA KILAVUZU”

B. SADIK ALBAYRAK’IN “BESTSELLER OKUMA KILAVUZU”

O halde? O halde evet, bunlar gerçekçi romanlardır. Ve pekâlâ sağlam sınıfsal temelleri vardır. Peki nasıl bir gerçekçilik bu?

Belki de bu gecikmiş bir yazıdır. B. Sadık Albayrak’ın Bestseller Okuma Kılavuzu 2016 Kasım’ında çıktığına göre üzerinden epeyce zaman geçmiş oluyor, gündemden düşmüş olabilir.

Sonuçta her şey çok hızlı değişiyor artık. Dün söylenen sözün bugün hükmü kalmıyor, hayatlar değişiyor, şehirler değişiyor, her gün yeni alışveriş merkezleri tırmanıyor gökyüzüne, her hafta binlerce yeni kitap basılıyor ve yeni açılan kahve zincirlerinin yepyeni masalarında, son model cep telefonlarıyla plastik kahve bardaklarının arasına konulup fotoğrafı çekiliyor, yeni ortaya çıkan bir internet medyası ağıyla dolaşıma sokuluyor, yeni arkadaşların sanal beğenilerini kazanıyor vesaire.

O halde ilk cümlemi değiştiriyorum, bu yazı kesin gecikmiş bir yazıdır. B. Sadık Albayrak’ın Bestseller Okuma Kılavuzu da kesin gündemden düşmüştür. 2016 Kasım’ından bu yana bir sürü yeni çok satan roman çıktığına göre kılavuzun da eskimiş olması gerekir.

Olsun ben şimdi yazıyorum.

Hem, kitap “eski” de olsa belki ben yeni okumuşumdur. Şöyle bulutlu bir kasım akşamı çıtırtıyla yanan sobamın başında da okuyabilirdim aslında, ama belki sobama atacak odunum yoktu, üşüyordum, bütün kış battaniyenin altından çıkamadan baharın gelmesini bekledim. Gerçi yeni açılmış bir alışveriş merkezine gidip orada okuyabilirdim ama kılığımın falsosundan sokmadılar içeri, olur ya gömleğimde, pantolonumda boya lekesi vardı belki.

Belki de postmodern treni kaçırmışımdır. Belki terkedilmiş bir garın köhne merdivenlerinde oturuyorum epeydir. Başımı kaldırıp bakınca fark ediyorum ki Haydarpaşa Garı’ndayım. Belki 1941 Baharından beri bekliyorum burada, belki de yeni geldim. Garın saatine bakıyorum, üçü on yedi geçiyor. Hatırlıyorum: “Denizde balık kokusuyla, döşemelerde tahta kurusuyla gelirdi Haydarpaşa garında bahar, gülden güzel kokan Arnavutköy çileği ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla…” Hiç birinden eser yok şimdi. Denizden hafif bir lağım kokusu geliyor, merdivenlerin üzerinde ne yorgunluk ne de telaş… Güneş var biraz. Boş ceplerimi güneşle doldurup, dalıyorum bekleme salonuna.

Kesif bir deodorant kokusu vuruyor burnuma, lağım kokusuyla birleşiyorlar. Kokunun kaynağını arıyorum, birkaç adım ötede parlak takım elbiseli bir adam görüp yanına gidiyorum:

– Tren ne zaman gelecek?

Önce şaşkınlıkla, sonra küçümseyerek bakıyor yüzüme:

– Hiçbir zaman.

– Nasıl yani? Tren garı değil mi burası?

– Eskiden öyleydi, artık buradan tren kalkmıyor. Hızlı tren var artık.

– Nasıl hızlı?

– Çok hızlı.

– Nereye gidiyor peki?

– Geleceğe beyefendi, geleceğe.

– Vay canına. Hangi güzergâhtan?

– Eskişehir üzerinden.

– İyi ya belki buraya da gelir.

– Daha çok beklersiniz.

– Daha mı? Fakat ben çok beklemedim. Geldiğimde garın saati üçü on yedi geçiyordu, hâlâ öyle.

– Yıllardır öyle… O sizin saatiniz işte, durmuş bir saat. Ve sakın bana durmuş bir saatin günde iki kere gerçek saati göstereceğini söylemeyin.

– Gösterir ama.

– Gösterir, gösterir doğru ama hangi gerçeği?

Hangi gerçeği? Yanlış işleyen bir saatin hiç bir zaman gerçek saati göstermediğini düşünürdüm, durmuş saatin hiç değilse şansı vardı. Fakat geçtiğimiz kış bütün memleket yanlış bir saate göre uyanıp, işine, gücüne, okuluna o yanlış saate göre gitmedi mi?

Postmodernizmin treni süratiyle baş döndürüyor, muhafazakârlar ışıklı bilbortlardan değişim vaatleri yağdırıyorlar.

Haydarpaşa Garı, yanmış çatısı, durmuş saatiyle çökmüş bir çağın heyulası gibi bekliyor deniz kıyısında. Çatı yanıklarından sarkan tahta parçaları, Auschwitz ölülerinin kaburga kemikleri gibi dehşetli. Modernitenin tüm izleri, savaşları, anıları, özlemleri, düşleri, sevdaları döşemelerde gıcırdıyor, taşların aralarına sinmiş, fil ayağı dedikleri şu sütunların altında ezilip gitmiş.

O günleri özlüyor muyum? Nesini özleyeceğim? Auschwitz’i mi? Ama umut da vardı belki. Belki benim de “arzumanım” kalmıştır, “hürriyet boylarında tank oynatanlarda.”

Aslında bu Haydarpaşa Garı da nice körpe hülyaya kan doğramadı mı? Sürgün katarlarına yataklık etmedi mi? Müstahak belki de. Postmodern ekspresin gürültülü istasyonundan ne farkı vardı ilk yapıldığında? Bu gar burada yokken ne güzel çakıllıktı bu kıyı, horozbinalar yosunların arasında seğirtirdi.

Ama nedense, şu parçalanan çatıdan sarkan tahtalar içimi buruyor. Denizden Anadolu’ya doğru açılan bir kucak gibi bekleyen şu gar, benden de bir şeyler saklıyor taşlarının arasında.

O halde tarihe gömülmüş bir hatıra mıyım ben de? Yalnızca kitap sayfalarında ya da tozlu taşların keski yarıklarında mı yaşayacağım? Madem ki postmodern ekspresi kaçırdım, artık terk edilmiş bir garda saklanacak mıyım bundan böyle? Bu muhafazakârlar da şehrimi yıkıp AVM yapacaklar…

Merdivenlerde oturmuş bunları düşünürken bir grup insan geliyor. Kim olduklarını soruyorum, ilericilermiş. Muhafazakârlara karşı garı savunmaya gelmişler. Kafam karışıyor, ama aldırmıyorum.

Biraz ileride Toprak Mahsulleri Ofisinin terk edilmiş siloları görünüyor. Pencerelerindeki camlar kırılmış, soğuk bir savaş kalıntısı gibi.

Yayçep’in jeneriğini hatırlıyorum, “İleriye hep ileriye tarımda berekete…” İlerisi burası demek ki. Bugünler o günlerin yarınları olduğuna göre, tarımın bereketi karşımda duruyor. Kırık pencere camları, kenefe çevrilmiş silolar.

İlericilere gösteriyorum: “İşte ilerleme bu…” Cep telefonuyla fotoğrafını çekiyorlar…

Bütün bunların Bestseller Okuma Kılavuzu’yla ne ilgisi var? Geleceğiz oraya…

Albayrak, Kılavuz’unda Ahmet Altan, Hamdi Koç, Zülfü Livaneli, Ahmet Ümit ve Orhan Pamuk’un birer çok satan romanı üzerinden “çok satanlar” edebiyatına dair yargılarını ortaya koymuş.

Bu kitapların hepsini okuyup tartışmak kolay iş değil, Albayrak sabırlıymış. Her kitabı uzun boylu değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerin açtığı başlıkların ayrı ayrı tartışılması iyi olurdu, tartışılmadı. Belki tartışılmıştır da benim haberim yoktur fakat ben kitaba dair, tanıtım yazısı denen türden ve kitabın ruhuyla düpedüz çelişen bir kaç kısa yazıdan başka bir şey okuyamadım. Kitabın ruhuyla çelişen diyorum çünkü bu tür yazılar “ürünün” satışını artırmak için yazılır ve “çok satanlar” edebiyatını eleştiren bir kitabı çok sattırmaya çalışmak yalnızca gülünç bir çelişki doğurur.

Her neyse, ben de burada tüm o başlıkları tek tek tartışamayacağım, fakat değinmek istediğim bir iki konu var.

Eleştirilerinde görüyoruz ki, Albayrak’ın nirengi taşı olan bir gerçekçi roman imgesi var. Kaynağını Orhan Kemallerde bulan bir imge bu. Teorik köklerini ise tarihsel maddecilikten, Lukacslardan aldığı iddiasını taşıyor. Albayrak bu imgeyi, değerlendirdiği romanların sayfalarına turnusol kağıdı gibi daldırıyor. Sonra çıkarıp bakıyor, mavi mi oldu kırmızı mı diye.

Ardından isyan ediyor doğal olarak. Bu yazıcıların gerçekle bir ilişkileri olmadığını söylüyor. Sık sık kıyaslamalar yapıyor, ya da “Gerçek bir yazar bunu sergilerken küçük burjuvanın zavallılığını gösterirdi (…)” gibi ifadelerle, turnusolün aside batırıldığında kırmızıya dönmüş olması gerektiğini tekrarlayıp duruyor.

Bazen de referanslar koyuyor ortaya. Örneğin Ahmet Ümit’in Abdülhamit’ini değerlendirirken, “Bu ihtiyarda,” diyor, “Lukacs’ın tarihsel romanda olmazsa olmaz dediği, tarihin belirleyici kişileriyle ilgili tarihsel özüne uygun kişilik çizimini göremiyoruz. Lukacs’a göre, Önemli olan öncelikle şudur: Bireysel yazgıların çağın hayat problemlerinin doğrudan ve aynı zamanda tipik tarzda ifade bulacağı bir tasviri olmalıdır.”

Lukacs da kim? Tanıyan var mı? Hayır, herhangi bir dizide oynadığını sanmıyorum. Muhtemelen sosyal medyada da yoktur, kendisi ölmüştü de. Kim? Siz mi tanıyorsunuz? Hım. Saatinizi sorabilir miyim acaba? Üçü on yedi mi geçiyor? Biliyordum… Siz şöyle buyurun isterseniz, biraz ileride bir tren garı olacak, çatılarından tahta parçaları sarkıyor.

Maalesef durum böyle.

Maalesef dediğime göre ben de Albayrak’a katılıyorum. Hayır, tam olarak değil. Ben bu romanların tamamen gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Ama hangi gerçeğin gerçekçisi?

Tek bir gerçek vardır, o da bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilen nesnel gerçektir, diyenler olabilir, ama hayır. Benim gerçekliğimle, Ahmet Ümit’in gerçekliği aynı olamaz.

Geçenlerde Forbes en çok kazanan Türk yazarlar diye bir liste yayımladı, Ahmet Ümit burada 5. sırada: “2016 kazancı: 1,1 milyon TL, Baskı adedi: 314 bin, Cirosu: 5.477.200 TL.”

Ahmet Ümit yılda bir milyonluk adamken benim gerçekliğim nasıl onunkiyle bir olacak?

Bir başka yerde Albayrak, Pamuk’un gecekondu mahallelerine bakışını eleştirirken, “Olması gereken budur,” diyerek Orhan Kemal’in Gurbet Kuşlarını örnek gösteriyor. Pamuk’un cümlelerini Orhan Kemal gibi hayatı çile doldurmakla geçmiş birininkilerle teraziye vurmak bana pek makul gelmiyor. Pamuk “roman” yazıyor diye, yazdıklarından Orhan Kemal’in duyarlığını beklemek, kuştur diye penguenden uçmasını beklemek gibi bir şey olur.

Oysa bunlar “ne kuştur ne de balık.” Uçmamaları değil mesele, uçsalardı da gökyüzünde görseydim “Olsa olsa insansız hava aracıdır,” derdim.

Devam edelim, “Orhan Pamuk,” diyor Albayrak, “Egemen sınıfın insan yazgılarını belirleyen iktidarını ve sömürüsünü görmezden gelir.”

Gelmemeli miydi? Unutmadan söyleyelim, Pamuk da Forbes listesinin ikinci sırasında yer bulmuş kendine: “2016 kazancı: 1,4 milyon TL, Baskı adedi: 374 bin, Cirosu: 5.439.000 TL”

O halde? O halde evet, bunlar gerçekçi romanlardır. Ve pekâlâ sağlam sınıfsal temelleri vardır. Peki nasıl bir gerçekçilik bu?

Eskiden gerçekçi demek yetmiyordu, nasıl gerçekçi olduğu da belirtilmeliydi. Hatta o da yetmiyordu, bir de neyin gerçekçisi olduğu belirtilmeliydi. Köy gerçekçisi mi, kent gerçekçisi mi? Hatta bunlardan biri diğerini eleştiriyordu çoğu zaman.

Örneğin Attila İlhan, romanın kent gerçekliğine dayanması gerektiğini savunuyordu. Çünkü hem işçi sınıfı kent hayatının bir parçasıydı hem de artık bir sinema seyircisi de olan yirminci yüzyıl okuyucusuna hitap edecek sinematografik roman düzeyi ancak kentteki hareketi içselleştirirse yakalanabilirdi.

İlhan, “Yoksa,” diyordu,”köy gerçekçiliğinin farklı fakat ilkel, dokunaklı fakat yavan düzeyinde kalacağız. O düzeyde ise yer demirdir, gök de bakır.”

Bunları hatırlıyoruz şimdi. Gerçi artık önemli mi bu tartışmalar? Saat kaç oldu bu arada? Üçü on yedi geçiyor değil mi? Nasıl da tahmin ettim?

Bunu bırakalım, biz çok satanların gerçekçiliğinden bahsediyorduk. Onlarınki de mi kent gerçekçiliği? Evet ama bir farkla, muhafazakârlar modern kentleri dümdüz ediyorlar bugün değil mi? Yerine ne yapılıyordu peki? AVM! Tamam işte! Bunlarınki AVM gerçekçiliğidir.

Forbes’un prensleri bu gerçekliği birebir yansıtmak için biçilmiş kaftanlar. Bu romanlar toplumcu edebiyata bir saldırı değildir, toplumdaki çürümenin, rezaletin, tükenişin sonucudur. Çürümüş iktidarların romanlarıdır bunlar.

Sayfaların arasından ne kadar deodorant ve lağım kokusu sızıyorsa, o kadar gerçekçilerdir.

Evet. Gerçek bu işte. İktidarın gerçekliği bu. İlerlemenin gerçekliği. Gerçek, deodorant ve lağım kokuyor. Albayrak isterse, terk edilmiş tren garımıza buyurabilir. Yolcusuz garın okuyucusuz yazarı olarak, çatıdan sarkan kırık tahta parçalarında o da kendi anılarına rastlayacaktır.

Ama o mücadele etmek gerek diyor. “Yemezler!” diyor. Demek modernitenin enkazına mahkûm değiliz. Peki nasıl olacak? “Eleştiri silahıyla…”

Bir Asım Bezirci vardı. Şimdi hayatta olsaydı ne güzel patlatırdı bu silahı. Sahi ne olmuştu ona? Yakmışlar mıydı diri diri? Kerem gibi öyle mi?

Gerçekçilik diyorduk, işte iktidarın sert, maddi gerçekliği. Bir de yanmış et kokusu çıktı ortaya. Üzerine deodorant sıkılabiliyor.

İktidar, eleştiri silahı… Eski bir söz geliyor aklıma, ne zaman okuduğumu bilmiyorum, yoksulduk saatimiz yoktu o zamanlar, şöyle diyordu: “Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir…”

Mayıs 2017

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl