Ana Sayfa Manşet BERİL ŞEN İLE HEIDEGGER ÜZERİNE

BERİL ŞEN İLE HEIDEGGER ÜZERİNE

BERİL ŞEN İLE HEIDEGGER ÜZERİNE

Ali Tacar, Beril Şen’in yayıma hazırladığı “Heidegger: Ben Fırlatılmış Olanaktır – Tekinsizlik ve Özgürlüğün Felsefesi” başlıklı kitap odağında, Şen ile bir söyleşi gerçekleştirdi. “Varlık ve Zaman”, “fırlatılmışlık”, “Dasein”, Hölderlin, şiir, Nazizm ve “kaygı” gibi konular Tacar’ın soruları, Şen’in ayrıntılı yanıtlarıyla masaya yatırıldı.

***

Ali Tacar: Sizin de çok iyi bildiğiniz üzere, Heidegger, 20. yüzyılın en tartışmalı filozoflarından biri. Gerek özel hayatı gerek felsefesi gerekse siyasi görüşü üzerinden birçok eleştiriye maruz kalmış bir filozof. Öncelikle sormak istediğim soru, Varlık felsefesi, varoluşçuluk alanında birçok felsefeci arasından özellikle Heidegger’i sizin için ön plana çıkaran, sizi çeken ne olmuştur?

Beril Şen: Heidegger, varlığın anlamını ararken bir noktada susuyor. Varlık ve Zaman, iki cilt üçer bölümden altı bölüm olarak tasarlanmış; ilk iki bölümü yazdıktan sonra kitabı bu eksik hâliyle basıma gönderiyor. Düşüncelerinin bir çıkmaza girdiğini söylemek mümkün olabilir ama kalan dört bölüm çıkmaz veya karanlık değil bana kalırsa; Heidegger ikinci bölümün ardından susuyor. O sessizlikte karşılaştık. Evet, tartışmalı. Sebep olduğu tartışmalarda da bariz suçlu buluyorum. Böyle kritik derecede hatalı yazarlara hep daha çok çekiliyorum, Heidegger’e eğilmeden önce ilgi alanım 20. yüzyıl Fransız felsefesiydi. Onların ardından Heidegger üzerine yapılan tartışmalar bana pek yıpratıcı gelmedi. Her düşünür birbirinin omuzlarından yükseliyor. Felsefe böyle inşa ediliyorsa Heidegger bu noktada oldukça sıkıntılı. Omzuna bastığı düşünürü geri atlayıp bıçakladıktan sonra kuyuya düştüğü de oluyor, fazla zıplayıp güneşten kül olduğu da. Felsefesindeki çelişkiler, çıkmazlar, zorlu dili, sanıyorum, bundan.
Takip edilecek ilkeli bir düşünür olma iddiası yok sanıyorum, örneğin bir Marx, Hegel gibi; ama herkese yollarında gezmeyi önerdiğim biri Heidegger.
Her eseri, açık yapıt; beklemediğiniz yerlere götürebiliyor. Son derece kompleksli bir nazi, benim soyut sanat ilgimin fitili olmuştu örneğin; kendisinden beklemediğim daha pek çok yere götürdü beni.

***

Ali Tacar: Heidegger felsefesine bakıldığı zaman, Heidegger’in özellikle Varlık ve Zaman başlıklı eserinden sonraki döneminde, şiir ve hakikat ilişkisine, hatta şiirin felsefeye aşkın oluşuna özellikle atıfta bulunduğu görülmektedir. Sizce Heidegger neden herhangi bir sanat dalıyla felsefeyi doğrudan bir ilişki içine sokmak yerine, özellikle şiir üzerinde durmuş ve şiiri felsefeye aşkın bir şey olarak değerlendirmiştir? Bu noktada Heidegger’in Yunan felsefesine olan hayranlığı üzerinden Homeros’la bir ilişki kurulabilir mi?

Beril Şen: Heidegger’in gözünde, şiiri diğer sanatlardan öncelikli bir yere yerleştiren, şiirin “dile rağmenliği” olabilir, açıklayacağım:
Hakikate aynalık etme görevini bilimlere değil, sanata verir; burası önemli. Bir olgunun açığa çıkması için sorularla boğulmasına değil, kendisini kendisi olarak gösterebilmesi için kendisinde bırakılmasına ihtiyacı vardır. Sanat, olguya gözlerini çevirir, ama avucuna alıp sıkmaz. Yani bu büyük görev, sanata ve şiire aslında sustuğu için verilir. Hakikati sorularla, sonuçlarla (fact) “ürkütmek”, diyorum ben, aramızdaki mesafeyi açar.
Heidegger, “İnsan daha hiç düşünmemiştir.” dedikten sonra düşünmeyi ikiye ayırıyor: denken (meditatif düşünme) ve dichten (şiir). Şiiri, aslında dil ile, ama dil üzeri bir deneyim olarak anlıyoruz. Şiir ile “varlığın evi” dediğimiz dil, gündelik ezberden özgürleşiyor ve ses olduğu olgu her neyse, onu kendini göstermesi için özgür bırakıyor.
Şiirin işi, diğer sanatlara kıyasla daha zor; incelik ve özen bekliyor.

***

Ali Tacar: Yayıma hazırladığınız “Heidegger: Ben Fırlatılmış Olanaktır – Tekinsizlik ve Özgürlüğün Felsefesi” başlıklı kitapta, Heidegger felsefesinin, deyim yerindeyse, mihenk taşlarından biri olan “fırlatılmışlık” kavramına özel bir atıf var. Özellikle buradaki “olanak” kavramının “fırlatılmışlık”la yan yana kullanılması, bana Heidegger’in özellikle Varlık ve Zaman başlıklı eserinde ele aldığı “kader” konusunu çağrıştırdı. Sizce Heidegger’in diğer varoluşçu filozofların aksine bu konuya ilişkin özgün yorumu, çağdaş felsefeye ne gibi yenilikler getirmiştir? Ayrıca Heidegger bu konuya özgün bir yorum getirmiş midir?

Beril Şen: “Fırlatılmışlık”, bir önkabul; düşünmeye devam edebilmek için mecburen -altını çiziyorum- ihtiyaç duyduğumuz o başlangıç noktası. Fırlatılan dasein’ın yaşamı, bir olaydır; olayı karakterize etmek için “onun olanakları toplamıdır” diyoruz. Kaderle bağ kurabileceğim “schuld” var, daimi suçlu borçluluk.
Dasein olanaklarıdır deyince, yapıp ettikleri ve aslında tüm yapıp edebileceklerinin toplamıdır. Dolayısıyla yaptıkları kadar yapmadıklarından da sorumludur. Mesela daha yapmadığımız, ama olanak olarak asla bizi bırakmayan, ölüm. Anda bunun sorumluluğunu alarak yaşanan hayata hakiki diyor Heidegger. Ölümü de bir olanak olarak benimseyip, hayata dâhilliğinin farkında olarak yaşamaya çağırıyor.

***

Ali Tacar: Heidegger üzerine yakın zamanda okumuş olduğum bir makalede, Heidegger’e Japonya’da muazzam bir ilginin olduğunu gördüm. Özellikle “Dil, varlığın evidir.” diyen Heidegger’e Japon filozofların tam da bu noktada -elbette birçok farklı konu da dâhil olmak üzere- büyük ilgisi var ve sanki Heidegger’e Batıdan çok Doğuda daha çok sahip çıkılıyor gibi düşünmüşümdür hep. Siz ne dersiniz? Bu, sizce, Heidegger’in varlık felsefesinin özellikle şiirle ve elbette bizatihi sanatın kendisiyle kurmuş olduğu mistik-metafizik temasın bir sonucu olabilir mi?

Beril Şen: Çok güzel bir soru. Teşekkürler… Doğu dediğimiz zaman, Asya’yı okuma şansım pek olmadı; ama Tasavvuf-İslam düşünürleri ve Heidegger üzerine yazılanlar, benim de çok ilgimi çekiyor. Çok katmanlı ve derin bir alan. Doğu ve Batı felsefelerini nitelikli bir biçimde işleyebilen hocalarımı hayranlıkla izliyorum. Master gördüğüm bir hibrit meydana geliyor. Benim Doğu konusunda bilgim yetersiz, ilgim baki. Konuşmam, şimdilik, doğru olmaz.

***

Ali Tacar: Heidegger dendiği zaman, özellikle üzerine epey konuşulmuş, tartışılmış bir konu da Heidegger ve Nazizm konusu. Siz konuya ilişkin neler söylersiniz?

Beril Şen: Evet, ne yazık ki… Üzerine konuşması hassas bir konu, insanlık kadar eski bir utanç, ama söylemek istediklerim var.
Yanlış anlaşılmayı da göze alarak: Hitler dönemini (önce-sonra ellişer yıl) okurken de kaçınılmaz bir anakronizme düştüğümüzü görüyorum. Öncelikle o dönem halkta kabaran antisemitist dalga, bugün Ortadoğu’da izlediğimiz, hatta belki deneyimlediğimiz ırkçılıkla farklı karakterlere sahip. Biri diğerinden daha makul demek istemiyorum; yalnızca meseleyi parçalarına ayırmadan dönem aydınlarının Nazi işbirliğini algılamak mümkün değil.
Heidegger ve nice aydın, Nasyonal Sosyalist Parti’yi desteklediler. Alman kültürünün yozlaştığını, ellerinden kayıp gittiğini düşünüyorlardı. Özlemini duydukları üstün (!) kültürleri ile aralarına girenin, açıkça kapitalizm olduğunu görmek istemediler; faturayı kültür-sanat dâhil pek çok alanı madden, dolayısıyla manen domine edebilen Yahudi halkına kestiler. Sanat, önü alınamaz bir biçimde endüstrileşti (Pop Art vs.), halka inmesiyle beraber. Bu ilk patlama, kültürün ellerinden kaydığına dair büyük bir korkuya neden oldu.
Dünya tarihinin, bana kalırsa, en büyük üç devrimcisinden Richard Wagner’in konuya dair makalelerini önerebilirim; atmosferi biraz daha iyi okumak adına.
Heidegger, aslında kültürün özünü içselleştirmiş bir düşünür; veya en azından, aynı noktada buluştuğumuzu belirteyim. Kültür, devrim gibi bir şey değil; tepeden inmez. Sanat-kültür camiasında, Yahudi dominasyonunun, dış kültürlerin kurduğu baskının, bu insanların katledilmesiyle çözülmesi mümkün olabilir mi? Milliyetçiliğin, ne yazık ki, ne kadar kör edebildiğini görüyoruz. Alman milliyetçiliğini savunan bir siyasi oluşuma koşulsuz desteği tek çıkış yolu görmüşler.

Heidegger ve kültürü kurtarmak ilkesi ile Nasyonal Parti’yi destekleyen aydınlar soykırımdan sorumlu mudur? Şüphesiz. Yine de doğru okumak önemli. Nasyonal Parti destekçisi olduğu için gördüğü bu keskin tepki, beni çok mutlu ediyor; umarım samimiyizdir ve elini kana bulayan herkese duruşumuz böyle net olur.

***

Ali Tacar: Heidegger’in temel kavramlarından belki de en önemlisi olan, Heidegger felsefesinde yeri kesinlikle yadsınamayacak olan Dasein kavramının, Heidegger’de, siyasal-toplumsal konularda da karşımıza çıktığını görüyoruz. Hitler’i desteklemesini dahi Alman Dasein’ının refahına bağlayan Heidegger’de Dasein kavramının, sizin açınızdan bakıldığı zaman, Heidegger felsefesinde başka birçok alan da dâhil olmak üzere kendisinden önceki ve kuşağı olan felsefeciler arasında Heidegger’i ayrı bir yere koymasının ve Varlık felsefesini böylesine zor kılmasının sebepleri nelerdir? Ya da yalnızca Dasein mıdır Heidegger’in varlık felsefesinin itici gücü?

Beril Şen: Dasein, yalnızca bir terim aslında; Heidegger’in çok ince iplerle ördüğü bir örümcek ağı gibi. Yalnızca dasein diyemeyiz tabii ki ama tam merkezde oturuyor. Heidegger’i de çağdaşları arasından ayrı bir yere taşıdığı, şüphesiz. Heidegger, biliyorsunuz, fenomenoloji geleneğinden gelir. Edmund Husserl’in öğrencisi. Dasein kavramı ile insanın arkeolojisine girişiyor.
Dasein, kolay anlaşılmayan bir kavram; ben de fazla soyut düşünen biri olduğumdan, pek çok rasyonel meselede bocaladığım kadar soyut ve tümel kavramları rahat anlıyorum. Belki empati yapabilseydim daha rahat anlatırdım. Dasein dediğimiz, biziz. Bu kavramın yerine başka bir kelime kullanamayacağım için kitabımda, sadece anlamına, bir bölüm ayırmıştım. Kısaca, kendi dilimden açıklayıp sorunuza dönsem, sanırım, daha uygun olur.
Dasein derken kastedilen, sizde, bende, tüm insanlarda ortak olandır. İnsani varoluşumuzun özünü kastediyoruz; İngilizcede “being-there”; ben “burada oluyor-oluş” diye çeviriyorum.
Heidegger ve Nazi desteği meselesinde Heidegger’in yaşadığı, bir gözleri kamaşmışlık hâli. “Alman dasein’ı” ifadesi bile kulağa komik geliyor, inanın; bu görüşün izlerini, Nietzsche’de ve Wagner’de de sürüyoruz, biliyorsunuz. Bu konuya yukarıda değindik aslında; yalnızca şunu söyleyeyim, “Alman dasein’ı” ile anlatılmak istenen fikir için bu terime ihtiyaç yok. Irkçılığın tarihi, çok eski.
Varlık felsefesini zor kılıyor; haklısınız. Sebebi, bana kalırsa, gerçekten yeni olması. Heidegger’in başyapıtı için “yarım bir kitap, görüşleri tıkanmış, kendi içinde tutarsızlıkları var” gibi eleştirileri anlayabilirim; ama tamamen yeni bir iz sürüyor Heidegger; bu, şüphesiz. Varlık felsefesinin tek itici gücü dasein değildir; anahtarların en kritiği olabilir ama.

Ali Tacar: Heidegger, görebildiğim kadarıyla, özellikle “Bilim akletmez.” ve “Bizi en nihayetinde kurtaracak olan, bir tanrıdır,” sözleriyle, ağır eleştirilere maruz kalmıştır. Heidegger’in bu sözleri üzerine yabancı kaynaklı birçok yazı da gördüm. Siz Heidegger’in bu sözlerini nasıl değerlendirirsiniz? Sizce, Heidegger’in “Tanrı” kavramıyla kastettiği, tarihsel olarak süregelmiş olan klasik tanrı kavramı mıdır?

Beril Şen: Tepki çekmesi anlaşılır. Heidegger’in yoğun Nietzsche okumalarını da göz önünde bulundurunca özellikle “Bizi en nihayetinde kurtaracak olan bir tanrıdır.” sözü, beni her karşıma çıkışında gülümsetiyor. Kesinlikle bir tanrıya ihtiyacımız var.
Bu sözleri bir kenara, Varlığı, tanrı olarak okuyan yorumcular bile var. Ben herhangi bir yerde geleneksel tanrıyı işaret etmediğine ve hiçbir sözünün o noktaya varmadığına “Hümanizm Üzerine Mektup” eserine dayanarak, neredeyse eminim.
Kutsanmaya ihtiyaç duymayacak kadar kutsal o güç, tanrı kadar aşkın olan hakikat olarak anlıyorum onun tanrısını. Bahsettiğim eserde, insandan başlayarak tüm kutsalları ve kutsallığı bir kavram olarak tartışmaya açtıktan sonra şöyle diyor: “Her değer biçme, bir özneleştirmedir ve nihayet tanrı en yüksek değer olarak ilan edildiğinde bu tanrının özünün aşağılanmasıdır.”
Tarihsel tanrı, ki Heidegger Hristiyan inancından gelir, hatta gençken pek tutucu bir tarikatla yolları kesişecek kadar hayatına dâhil olmuştur. Din, dolayısıyla Hristiyan tanrı üzerinden tartışmak daha doğru. Hristiyan tanrı, anladığım kadarıyla, Heidegger’in gözünde bir tanrı niteliğine sahip değil, açıkça yetersiz. Tanrı gibisinden bir şeyin parmak sallaması, ceza kesmesi, ilgi beklemesi hayal edilemez. Heidegger burada büyük bir çelişki görüyor. “İhtişam, aşkınlık, kutsallık, tanrının sıfatları değildir; tanrı bizzat bu sıfatlarda mevcuttur.” diyor. Kur’an’da “Şah damarınızdan daha yakındır.” denir; bu tanımı büyüleyici bulurum hep. Heidegger’in tanrısıyla örtüştüğünü düşünüyorum. “Ben var’ım ve bir tanrı var.”, iki var’lık arası bir ilişki değil bu; tanrı, Heidegger’de, hakiki olanda mevcuttur.
Nietzsche’den bir sonraki duraktayız. Tüm tanrıları artık öldürülmeliyiz ki Tanrı kendini gösterebilsin.

***

Ali Tacar: Heidegger’in sıradan insanı kastettiği das Man’ın (onlar) Dasein’laşabilmesi için şiir olmazsa olmazlardan mıdır? Nitekim Alman şair Hölderlin’in şiirleri üzerinde sık sık durmuş olan Heidegger, Hölderlin’in şu meşhur dizesinden elbette bihaber olmuş olamaz: “İnsan, bu yeryüzünde şairane mukimdir”. Sizce, Dasein, şiirle kurduğu ilişki kadar mı yeryüzünde bir anlama sahip olabilir? Burada anlam sözcüğünün altını özellikle çiziyorum çünkü Heidegger’in varlık sorusu biraz da anlam sorusudur dense çok da yanlış olmaz herhalde.

Beril Şen: Ben, das Man’ı “herkes” olarak almıştım; anlaşılır olması bakımından öyle kullanmaya devam edeceğim.
Aslında “daseinlaşmak” diye bir ideal yok, diye düşünüyorum. Nietzsche’nin übermensch’indeki karmaşanın benzeri, burada da yaşanıyor. Dasein, her koşulda, doğum ve ölüm arasında, hep biziz; burada bir yoğunluk grafiği yok. Dasein, “insani varoluşumuz” anlamına gelen terim. Daha sonra:
Dasein herkes içine saçılmış olup henüz kendini bulmak zorundadır.” diyor Heidegger. Dasein, dünyada diğerleriyle beraberce var-olur, herkes dasein’ı belirleyen temel yapılardan biri. Gündelik yaşamda hakiki kaygı dışı her anı herkes bilincinde yaşarız, bu da pek olumlu bir karaktere sahip değil, doğru; ama bundan arınıp “benleşme” ideali kesinlikle yok. Dasein’ın herkese dâhil oluşu gibi herkes de dasein’e dâhildir. Amacımız, dasein ve herkes arasındaki ipi kesmek değil, bu gerilimin farkında olmak.
Bu karmaşayı bu şekilde açıklayayım, şiir konusunda kesinlikle haklısınız. “Her anımızı belirleyen herkes, ancak gerçek bir kaygıda ortadan kayboluyor.” demiştik; kaygı, varlığa pürdikkat kesilmedir. Dikkat kesildiğimiz büyür, dikkatimiz ne kadar yoğunlaşırsa gözlerimizin gördüğü o kadar baktığımızdan ibaret olur, değil mi? Sanatı ve şiiri, ben abartmak olarak algılıyorum. Abartmak, kabartmak, büyütmek… Heidegger’in çok sevdiği Hölderlin’in Kış Gecesi şiirinde, Hölderlin bir kış gecesini mercekle 500 kat büyütür, bizi de bu hayalin içerisine koyar. O kış gecesinden ibaret hâle geliriz. Bunu başaran şiir gerçek şiir, sanat gerçek sanattır.
Son sorunuz için şöyle söyleyeyim: “Hakikat, her zaman en karanlıkta kalmış olandır.” diyor Heidegger. Şiir, evrendeki en parlak fener gibi. Elinde en parlak feneri tutanın gördüklerinden şüphe olmaz herhalde. Şairlere hep daha fazla kulak kesilmeli.

***

Ali Tacar: Son olarak sormak istediğim soru, yalnızca Heidegger tarafından değil, birçok filozof ve sanatçı tarafından üzerinde durulmuş ve nedeninin tespit edilmeye çalışılmış olduğu “sıkıntı” kavramı üzerine. Kaygı ve sıkıntı gibi kavramların Heidegger’in varlık felsefesindeki yeri nedir?

Beril Şen: Heidegger için felsefe soru ile değil ruh hâli ile başlar. Kaygı ise en hakiki ruh hâlidir, her ruh hâli an’a bir filtre getiriyorsa görüntü ancak kaygıda berraklaşır diyebilirim.
Kaygı, sınırsız olanaklardan doğuyor; modern insanın yaşamı ise kaygıyı minimumda tutmak üzerine kurgulanmış. İnsan nüfusu olarak çoğumuz işçiyiz. Çalışmak ve dinlenmekten sıkılmaya ayırabileceğimiz artakalan bir zamanımız yok. Biraz olsun sıkılacak refaha sahip olanlar ise olanaklarının sınırsızlığıyla karşı karşıya gelmemek için sınırlı bir dünyaya çoktan inandırılmış durumdalar.
Hakikat, her karanlığın aydınlanmasını talep eder, insanın üzerinde baskı kurar. Bu yarattığı merak, iç sıkıntısını, kaygıyı başlatan rahatsızlık. Çok sevdiğim o alıntısını eklemek istiyorum buraya: “Angst dediğimiz bu kaygı, acelecinin ‘evet, evet’ ile ‘hayır, hayır’ ile sezilemeyecek ürkekliğinde; biraz daha çok baskı altında bulunanda; en çok ve en açık olarak da esaslı bir cesaretin hareketlerinde titrer.”
Heidegger’de kaygı, düşmek için çağrıldığımız yer. Peşine düştüğümüz, anlamını aradığımız “Var” bir ip, zıttı (değil’i) “Hiç” de bir ip. Bu iki kalın ip, birbirine sarmalanmış hâlde duran bir halat gibi, varlık dediğimiz, bu tümü kaplayan devasa halat. Heidegger’in bizi davet ettiği kaygıda derinleştikçe küçülüyor, bir mikroorganizma kadar kalıyoruz ve sonsuz büyüklükte bu halatın “Hiç” ipine fırlatılıyoruz. Zamanın akmadığı bu nokta, Varlığın anlaşıldığı yer. Kaygının görevi, bizi oraya fırlatmak.

 

***

SÖYLEŞİDE ADI GEÇEN KİTAPLAR

  • Martin Heidegger, “Varlık ve Zaman” (1927); Çeviren: Kaan H. Ökten, Alfa Yayınları, 3. Basım: İstanbul, Mayıs 2019, 640 sayfa.
  • “Heidegger: Ben Fırlatılmış Olanaktır – Tekinsizlik ve Özgürlüğün Felsefesi”, Yayıma Hazırlayan: Beril Şen, Destek Yayınları, 1. Basım: İstanbul, Ocak 2023, 88 sayfa.
  • Martin Heidegger, “Hümanizm Üzerine” (1946); Çeviren: Yusuf Örnek, Türkiye Felsefe Kurumu, 3. Basım: Ankara, Aralık 2020, 112 sayfa.

 

 

 

 

 

_____

 

NOT

ELEŞTİREL KÜLTÜR (EK Dergi) sitesinin edebiyat editörü Erkan Karakiraz’ın seçtiği eserler, sitenin edebiyat bölümü Litera’da yayımlanıyor. Matbu ya da dijital herhangi bir ortamda yayımlanmamış öykü ve şiirlerinizi, literaoykusiir@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl