Ana Sayfa Kritik ‘Bir Başkadır’ın asıl göster(me)dikleri: Yüzleşemediklerimiz

‘Bir Başkadır’ın asıl göster(me)dikleri: Yüzleşemediklerimiz

‘Bir Başkadır’ın asıl göster(me)dikleri: Yüzleşemediklerimiz

Yazıya başlarken öncelikle şunu söyleyeyim, bu bir dizi analizi değil. Bir Başkadır’ın bana kalırsa asıl gösterdiği ekrana yansıyan değil, o yansımanın bulduğu karşılık; o yansımada kendini bulanlar, bulduğunu sananlar ya da kendine yer bulamayanlar, bulmak isteyenler diye başlayıp uzatılabilecek bir liste. Bir popüler yapımın bu düzeyde bir karşılık alması şüphesiz onun başarısıdır ama bu aynı zamanda kendini bulacak bir hikâye görmeye, bunu kolektif olarak paylaşmaya duyulan arzu ve ihtiyacı da ortaya koyuyor. Bu anlamıyla, benim için Bir Başkadır dizisi sosyolojik bir gözle değerlendirilmeyi hak ediyor. Evet, diziye yapılan eleştirilere karşı itirazlarda yaygın olarak söylendiği gibi, dizi sosyolojik olmak zorunda değil ama bu dizinin nasıl alımlandığı, nasıl karşılık bulduğu son derece sosyolojik. Buradan yola çıkarak, içinde olduğum (buna ayrıca geleceğim) entelektüel, akademik, politik ve kültürel çevrelerde bulunan özellikle iyi eğitimli, seküler, eleştirel/politik/muhalif orta ve orta-üst sınıftan (hem sınıfı hem bu grubu en geniş anlamıyla düşünmekte fayda var) kişiler tarafından Bir Başkadır’ın bu kadar çok coşkuyla beğenilmesi ve sahiplenilmesinin üzerine eleştirel bir değerlendirme yapmayı deneyeceğim. Bu güçlü beğeninin aynı zamanda diziyle ilgili eleştirilere karşı bir savunma refleksini de beraberinde getirmiş ve karşıt kutuplar yaratmış olması nedeniyle, burada yapmayı amaçladığım şeyin “nasıl beğenirsiniz?” gibi bir sorgulama olmadığını, aksine toplumsal olarak bunu eleştirel bir yerden okuma ve anlama çabası olduğunu belirtmeye ihtiyaç duyuyorum.

Şüphesiz herkes aynı yerden bakmak zorunda olmadığı gibi, herkesin de bulunduğu konumdan diziyi izleyip yorumladığı aşikâr. Bu bağlamda, benim nereden konuştuğumun bu tartışmada önemli olduğunu düşündüğüm için biraz bilgi vereyim (en azından beni tanımayanlar için). Dizide sunulan Türkiye toplumuna dair izlediğimiz çeşitli ekonomik, toplumsal, kültürel gerilimleri ziyadesiyle yaşamış ve yaşıyor olan alt sınıf, eğitimsiz, geleneksel dindar bir aileden gelen (seküler/leşmiş) feminist bir akademisyenim. Yakın arkadaşlarımın benden sıklıkla duyduğu gibi adeta küçük Türkiye gibi her telden çalan geniş bir ailede büyüdüm. 90’lardan itibarense önce eğitim ve sonra çalışma derken akademik, kültürel ve politik çevreler etrafında gelişen ancak geldiğim aile, sınıf vb. etkenlerle ne bu çevrenin (Bourdieu’nun deyişiyle habitusun) tam içinde hissettiğim ne de tümüyle dışında olduğum bir hayatım oldu (bu konu çok su kaldırır, başka sefere). İşte böyle bir arkaplan ve deneyim bagajından diziye baktığımda ne karakterleri ne karşılaşmalarını ne de şehrin mekânsal ve toplumsal bölünmesinin temsillerini gerçekçi buldum. Evet, bu yazı bir dizi analizi olsaydı, “Her dizi gerçekçi mi olmak zorunda?” gibi bir soruyla geçersiz kılınabilecek bu eleştirim, kişisel kanaatler çöplüğümde yerini alabilirdi. Ancak yayınlandığı andan itibaren diziye yönelik; çok gerçekçi olduğu, adeta hayatımızı gözler önüne serdiği, bizi bize anlattığı, herkesin kendisinden bir parça bulduğu ve çok gerçekçi bir Türkiye fotoğrafı sunduğu yönünde çok sayıda yorumun ortaya çıkması, bu temsil edilen “gerçeklik” ve gerçekçi bulunan “temsil”in ne olduğu üzerine düşünmeyi gerektiriyor. 

Arzulananın temsili ya da halimiz nicedir!..

Dizinin en büyük başarılarından biri bana kalırsa gerçeklik ile temsili öyle kaygan bir zeminde iç içe geçirmesiyle, bu ikisi arasındaki ilişkiyi (ve mesafeyi) bulandırarak güçlü bir “gerçeklik duygusu” yaratmasıdır. Bunu başarılı oyunculuklarla, fazlasıyla estetik görsel çekimlerle, özel olarak seçilmiş jenerik müzik ve geçmişe dair görüntülerle, ama en çok da karakterlerin diyaloglarına serpiştirdiği tanıdık cümleler ve gündelik hayatın akışına yerleştirdiği çokomel kâğıdı, kıyma kavurması gibi hepimizin hatırladığı geçmişi çağıran detaylarla sağlıyor. Evet elimizden kayıp gitmiş ve toplumsal olarak eski günlere duyulan yakıcı özlemin karşılığı olan bu geçmişe çağrı, o kadar incelikli bir şekilde yapılıyor ki nostaljinin işlevinin en etkili (ya da en gerçekçi?) şekilde kullanılmasını sağlıyor. Sonuçta nostalji denilen şey, acıları alınmış bellek sayılır bir bakıma (Lowenthal ne güzel demiş). İşte yaratılan bu güçlü duygu dünyasının içinde, bugün çil yavrusu gibi dağılmış, hatta birbirine düşman olmuş Türkiye’nin birbirinden farklı kesimlerinin buluşmasını izliyoruz. Aslında yer yer karikatürleşme boyutuna bile varacak klişelerle bezeli temsili karakterlerin bu kadar güçlü bir gerçeklik duygusu üretmesine insan hayret ederken hayranlık da duymuyor değil. Ancak bunu sadece diziyi yapanların başarısına bağlamak, buna bu kadar inanmaya hazır ve gönüllü bir izleyici kitlesinin varlığını gözden kaçırmak olur kanımca.

Bu noktada gerçeklik ile temsili olan arasındaki ilişki de farklı bir boyut kazanmakta; artık neyin ne kadar gerçek/çi olduğundan çok kimin neyi nasıl görme(me)k istediği, neye inan(ma)mak istediği soruları önemli çünkü izlediğimiz kişiler sıradan karakterler olmayıp belli ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasi değerleri de temsil edince izleyiciye, kendine ve öteki(leri)ne bakma alanı açıyor. Dizinin genel itibariyle beğenilmesinin yanında, belli kesimlerce bu kadar sahiplenilmesine de bu açıdan bakmak gerek. Bana kalırsa Bir Başkadır’ın asıl gösterdiği, gerçekliğin değil arzulananın temsilidir. Her şeyden önce en genel haliyle toplumun her yerine sirayet etmiş yıllardır süren kutuplaşma ve düşmanlığın sona ermesi ve toplumsal uzlaşıya duyulan arzunun güçlü bir yansıması bu; ama aynı zamanda (toplum olarak) kendini görme, izleme ve anlatmaya duyulan yoğun bir arzuyu da içeriyor -yoksa günlerdir sabah akşam büyük bir hararetle bunu konuşuyor olmazdık. Bu arzuya eşlik eden ve onu besleyen yoğun bir özlem duygusunu da görmemek mümkün değil; ülkeye, geçmişe, eski günlere, bir arada ve toplum olmaya, memleket duygusuna duyulan keskin bir özlem. Başta jenerik ve müzik görüntüleri olmak üzere her detayıyla, her sahnesiyle dizi bunu besleyip üretirken, sonunda da üzerimize iyimserlik ve umut serpiyor. Hem ülkenin hem dünyanın dört bir tarafına savrulmuş olduğumuz, özellikle son beş yılda derin bir umutsuzluk ve çaresizlikle boğuşmaktan yorgun düştüğümüz bu dönemde Bir Başkadır, farklılıklarımız kadar ortaklıklarımız olduğunu hatırlatarak her şeyin bir başka olabileceğinin vaadini sunuyor bize (fonda Ferdi Özbeğen çalarken yanarlı dönerli bir tabakta). İşte tam da bu yüzden dizide gösterilen ve görülmek de istenen, gerçeklikten çok arzulananın temsili.

Aslında böyle düşündüğümüzde, Bir Başkadır’ın bu kadar coşkuyla sevilmesinde çok da şaşılacak bir şey olmayabilir; ancak böyle düşünebilmemiz için diziyi izlememiş olmamız gerek, zira asıl tartışma, bu arzulanan toplumsal uzlaşının hangi temsillere dayanıp nasıl sağlandığı ve bir başka gelecek vaadinin hangi temellere dayandırıldığı etrafında dönüyor. Bir Başkadır dizisi ülkede hepimizin aşina olduğu toplumsal gerilimleri, 2000’li yılların filmlerinde popülerleşen, kesişen hayatlar anlatısıyla önümüze getiriyor. Bu anlatıda, seküler-dindar, modern-geleneksel, iyi eğitimli-okumamış, zengin-yoksul, Türk-Kürt, kır-kent gibi karşıtlıklar farklı kesimlerden insanların -özellikle de kadınların- karşılaşmaları (ve karşı karşıya getirilmeleri) üzerinden ele alınıyor. Meryem’in Peri’yle yollarının kesişmesiyle başlayan hikâyeye daha sonra birçok farklı karşılaşma ve karakterin dâhil olmasıyla yeni hikâyeler ekleniyor. Matruşka bebekler gibi, açıldıkça bir yenisi dökülerek kurulan hikâyede toplumun farklı kesimlerini temsil eden bu karakterler ve temsil ettikleri, ben diziyi izleyip bu yazıyı bitirene kadar yayınlanan atmışın üstündeki yazıda en küçük detayına kadar incelendiği için bunları bir de ben yazıp gereksiz tekrara düşmeyeyim (zaten Bir Başkadır üzerine bir söz duymaya tahammülümüz kalmamıştır noktasına geldik).

Benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim nokta, bu temsili karakterlerin ilişkisel ve en çok da karşıtlıklar içinde kurulmasıyla ortaya çıkan “Türkiye panoraması” anlatısının, yukarda bahsettiğim “arzulananın temsili” bağlamında neye tekabül ettiği. Sonuçta sadece dizilerde değil genel olarak kültürel temsil alanında bize çok da bilmediğimiz yeni bir şey sunmuyor anlatı; hatta bana sorarsanız bayağı da tekrara düşerek, aynı karşıtlıkları yeniden üretiyor. (Bir haftanın sonunda akademik ve eleştirel politik çevrelerde yaşanan kutuplaşmanın geldiği nokta, bence biraz da bunun karşılığı.) “Peki ne oluyor da yeni bir şey sunmayan bir anlatı bu kadar coşkuyla karşılanıyor ve herkesin buna katılması isteniyor?” sorusuna kısmen yukarda cevap vermeye çalıştım. Ancak bu soruyu bir adım daha ileri götürerek, dizinin ardından samimi yüzleşme ve gerçek karşılaşma gibi ifadeler etrafında dönen yorum ve tartışmalara eğilmek istiyorum. Bu meselenin en yoğunlaştığı yer, şüphesiz hikâyenin de ana eksenini oluşturan Peri ve Meryem karşılaşması olup ancak asla Ali Sadi Hocadan bağımsız düşünülemeyecek üçlü bir ilişkiler ağı. Bir Başkadır, başörtülüye öcü gibi bakan bir annenin kızı olarak kendisi de başörtüsüyle sorununu aşamayan psikiyatrist Peri’nin karşısına kentin çeperindeki alt sınıf mahalleden ona muayeneye gelen başı örtülü, okumamış ama “zehir gibi” bir genç kadın olan Meryem’i çıkartıyor ve bu karşılaşmaya ilk görüşmelerinden itibaren bahsi geçerek hep iştirak eden, iyi niyetli, anlayışlı babacan Ali Sadi Hoca’yı. Diğer hikâyelerin bunlara adım adım eklemlenmesiyle anlatının örüldüğü dizide bu karşılaşma, yıllardır bu ülkede yaşayan herkesin bildiği seküler-dindar çatışmasının adeta temsili bir “yüzleşme”si olarak önümüze gelmiş bulunuyor (evet kulağımızda o ses, “Bu sadece bir dizi!” Evet, biliyoruz ama işte bir pipo da sadece bir pipo değil. Foucault, seni de bu işe karıştırdım, üzgünüm). 

24 Numarayla Gelen “Yüzleşme”

Bu arada yüzleşme kelimesi bana ait değil, onu ancak temsili nitelemesiyle kullanabilirim böyle bir dizi için; ancak bu sadece bir dizi olmasıyla değil aynı zamanda birçok şeyin de temsili işlevini görmesiyle de ilgili. Sanki bugün içinde bulunduğumuz çatışmaların da temsili gibi seçilmiş ve dizinin sonunda “hepimiz kardeşiz”e bağlayan o arzulanan mutlu son için temsili bir yüzleşme. Şu ana kadar onlarca yazıda ve eleştiride dile getirilen bu temsilin ne menem sıkıntıları olduğunu bir de ben yazmayayım. Sonuç olarak, elimizde bütün ülkeyi içinde bulunduğu çukurdan çıkarmayı bu gerilimin çözülmesine bağlayan, bunun yükünü de iki kadının (ve aslında tüm kadınların) omuzlarına yıkarak ve bunu da ağır bir cinsiyetçilik ve ayarsız bir hınç ve empati üretimiyle yapan bir temsili yüzleşme var. Bu temsilin kendisinden ziyade, bütün bunlara rağmen bu kadar kabul görmesi ve en eleştirel çevrelerde bile bu sorunların göz ardı edilmek istenmesini daha mühim buluyorum. Bu anlamıyla, Bir Başkadır bize yukarda bahsettiğim toplumsal uzlaşıya yönelik nasıl güçlü bir arzunun olduğunu göstermekle kalmayıp, bunu sağlamak için nelerin gözden çıkarılabileceğinin de temsilini ortaya koyuyor. Bu hem sözünü ettiğim görmezden gelme isteğinde hem de dizinin dışarda bırakmayı seçtiği toplumsal çelişkilere veya gösterdikleriyle üzerini örttüğü deneyimlere dair getirilen eleştiri ve sorulara verilen savunmacı ve alıngan tepkilerde kendini ele veriyor.

Türkiye’de seküler çevrelere karşı yaygın olarak kullanan bir takım söylemsel ve görsel imgelerin birbiriyle çelişkili ve yer yer oldukça karikatürize şekilde bekar, yalnız yaşayan, eğitimli, iş sahibi (ama erkek yazar/yönetmenimize göre yalnız, mutsuz ve güzel kalmak için kendini yogaya vermiş) bir kadın karakterin üzerine boca edilmesi ve bununla da kalmayıp karşısına dünya iyisi, herkesin özlemini çektiği (yönetmenin empati ve şefkati sağ olsun sonunda beni de evlat edin deme noktasına geldiğimiz) bir din adamını yerleştirmenin dindar ve/ya muhafazakâr çevrelerde kabul görmesinde, hoşa gitmesinde çok da şaşılacak bir yan yok (bu illa ki kabul göreceği anlamına gelmiyor tabii, her yer, herkes çeşit çeşit). Ancak bu temsillerin daha eleştirel seküler çevrelerde (en geniş heterojen anlamıyla düşünelim) bu kadar karşılık görmesi, üzerine ayrıca düşünmeyi hak ediyor. Dizi üzerine yazılan yazılardan bu mevzuya değinenler olsa da bu noktaya vurgu yapan birkaç yazıya rastladım. Özellikle bunlardan birinde gündeme getirilen seküler yeni orta sınıf olgusu tartışmamız açısından çok önemli bir yere parmak basıyor. Ancak buna bağlı olarak, diziyi ve aldığı karşılığı yeni orta sınıfın seküler ailelerinden farklılaşarak “samimi bir yüzleşme” isteği olarak okumak bana kalırsa asıl meselenin üstünden atlamak olur. Yeni orta sınıf kavramının handikaplarını bir kenara bırakarak, esas olarak burada söz konusu olan geleneksel orta ve orta-üst sınıf seküler kentli ailelerden gelen çocukların oluşturduğu birkaç kuşak olarak çeşitlenebilecek bir kesimden bahsediyorum. Doktora araştırmam sırasında epey temas ettiğim bu grubun önemli bir parçası da yıllardır içinde bulunduğum çoğunluğu, eleştirel akademik, kültürel ve politik çevrelerde bulunuyor. Onca Kemalizm, ulusalcılık ve milliyetçilik eleştirisinin olması da zaten bunun yansıması (tabii sadece onlar yapmıyor ama akademinin sınıfı da ortada). Benzer şekilde, sanat ve kültürel üretim alanlarında da bu grubun son derece etkili olduğunu söylemeye bile gerek yok. Zaten dizinin yönetmeninin de biraz biyografisine, özellikle liseden itibaren eğitim ve çalışma hayatına bakıldığında onun da seküler orta/orta-üst sınıf bir aileden gelmiş ve bu kesime dâhil olduğunu söylemek zor değil. 

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda Bir Başkadır, yukarda bahsettiğim anlamıyla, seküler yeni orta sınıfın arzuladığı bir yüzleşme temsili olarak okunabilir; ancak bu bana kalırsa sahici bir karşılaşma ve yüzleşmeden çok, çoğu açıdan bitmemiş bir hesaplaşma. Dizide bu açıdan benim gördüğüm, kendisiyle ve ötekiyle gerçek bir karşılaşmadan korkan ve bunun suçunu hâlâ kendisini böyle yetiştirdi diye ana babasına (erkek yönetmenimiz sağ olsun özellikle de anneye) atan bir seküler yeni orta ve orta-üst sınıf var. Eskinin geleneksel orta sınıfı, bugünün ulusalcısı anne-babalarından farklı olma isteği ise kendini merkeze koyan ve ötekine çarpık bir bakışla temsilini buluyor. Bunun en trajik sonucu ise Bir Başkadır’da temsili olarak karşımıza çıkan bu yüzleşmede onları suçladığı zihniyetin yansımasını görememesi. Samimi karşılaşma diye izlediğimiz bu temsilde, bugüne kadar temas etmediği, büyük ihtimalle yerini bile bilmediği şehrin çeperindeki bir mahalleden hayali bir imgelem yaratıyor. Gitmese de görmese de orası da bizim dediği bu köy yeri mahallede ne kadar kötü şey yaşanırsa yaşansın insanlar birbirini seviyor. Örneğin, şefkatli bilge din adamı hoca, kızı şehir dışında okumaya gideceğini söylediğinde (hem de annesinin ölümünün ardından) anlayışla karşılıyor, giderken de başörtüsünü açmak istediğinde böğrüne bir taş otursa da sesini çıkarmayıp gözü yaşlı bir şekilde kızını uğurluyor, hatta sonra kendisi de Alamanya’dan aldığı karavanına atlayıp yollara düşüyor. Böyle iyi yürekli din adamları olamaz mı, tabii ki olabilir ama az rastlanır olmasaydı zaten sıra dışı imam hikâyeleri diye bahsedilmezdi ve ayrıca bu dizinin bağlamındaki temsilinin işlevi başka. Zaten bununla bir problemimiz olsaydı, İtirazım Var ya da Uzak İhtimal gibi filmleri sevmezdik. Bir problemim olacaksa ancak bu iyi yürekli bilge dindar temsillerinin neredeyse hepsinin erkek olması olabilir. Sonuçta madem hayalini kuruyoruz, niye bu mahallede herkesin danıştığı dindar bir kadın olmasın? Çok ütopik geldiyse diyeyim, dizideki hoca temsilinden daha az ütopik benim gözümde (sonuçta bu plastik çiçekle felsefe yapan Ali Sadi Hoca’yı katlayacak derecede bilge ve iyi yürekli bir dindar anneye sahiptim).

Ötekiyle Karşılaşmanın Sınırları

Buraya kadar okuyanlar, şunu sorabilir: Madem izlediğimiz arzulananın temsili, bunu arzulamakta ne problem var? Her şeyden önce buradaki arzu, toplumsal uzlaşmanın ve kuşaklardır süren bu gerilimin çözümünün sağlanması etrafında şekilleniyor. Bu bağlamda dizide izlediğimiz de yeni seküler orta sınıfın temsili yüzleşme için olmasını arzuladığı dindar/muhafazakâr kesim. Dolayısıyla kendi şefkatli masum ötekisini yaratmak isteyen bir arzu bu. Dizideki bu iki kesimden karakterlerin karşılaşmasıyla üretilen karşıt konumlara baktığımızda, bunların kendi aile geçmişinden sıyrılarak farklılaşmış olmaktan çok onu esas itibariyle hâlâ devam ettiren bir bakışın ürünü olduğunu görüyoruz. Evet, Peri’nin Meryem’le karşılaşmasında başörtüsü önyargısıyla yaşadığı yüzleşme ve dönüşüm, ailesinin ona dayattığı (yani yıllarca yurtdışında yaşamış birinin hâlâ bunun yükünü aileye atması da ayrı olay neyse) değerlerden bir kopuşun temsili. Ancak bu yüzleşmeyi, seküler üst sınıf aileden gelen eğitimli ve profesyonel iş sahibi bir kadın ile alt sınıf mahalleden dindar, okumamış başörtülü bir genç kadını karşı karşıya getirerek yapmanın o kadar da yeni bir tarafı yok. Bu karşı karşıya getirişin imlediği bakış, kendisini hâlâ bilgili, kültürlü ve şehirli olarak merkeze koyarken (mekânsal olarak da böyle esasen, şehrin merkezinde olup diğeri çeperden yanına geliyor), eğitimsiz, bilgisiz ve kendisine ihtiyacı olan öteki imgesinin geçmişten bugüne değişmediğini gösteriyor. Annesinin evine (yalı demeyelim çünkü ne alaka?) temizliğe gelen Hazal’dan muayenesinde görüştüğü evlere temizliğe giden Meryem’e uzanan hikâyede yaşadığı aydınlanma sahici ve kullanışlı bir detay (sonuçta kendi önyargısını da gerekçelendirmiş oluyor) olsa da, bu aslında seküler yeni orta sınıf için öteki olarak başörtülü veya genel olarak dindar biriyle karşılaşmanın da sınırlarını ele veriyor. Oysaki 2020 yılında, Peri’nin çalıştığı devlet hastanesinde (bu da açıklanmaya muhtaç bir detay), son iki yılda sadece iki başörtülü kadın hastayla karşılaşmış olması mümkün olmadığı gibi, kamusal alanda doktorundan akademisyenine bunca iyi iş sahibi başörtülü kadın varken sadece Peri’nin karşısında değil, dizinin genelinde de bu kadınları görememek epeyce tuhaf ve manidar. Her dizi her şeyi göstermek zorunda değil tabii ama başörtüsü üzerinden seküler-dindar gerilimini ele alan bir dizide de bunu sorgulayalım artık. Dizide Meryem’in dışında bir başörtülü kadın var, o da Kürt ve AKP’li (insan gerçekten hayret ediyor) olarak temsil ediliyor; buna karşın seküler başı açık iki kadın ise saygın bir mesleğe sahipler. Bu iki grubun temsili arasında kurulan bu karşıtlık ve asimetri bir yandan farklılaşmak istenen geçmişle sürekliliği imlerken aynı zamanda bize bu söz konusu yüzleşmenin aslında göründüğü kadar samimi ya da daha iyi ifadeyle sahici olmadığını gösteriyor. Çünkü yetiştikleri geleneksel orta ve üst sınıf seküler aileleri eleştiren bu yeni seküler kesim –başörtülü/dindar- ötekiyle karşılaşmasını hâlâ kendi eşitiyle tahayyül edemiyor.

Bu kendi gibi olmayan ötekine bir hayli kibirli ve çarpık bakışı, seküler yeni orta ve orta-üst sınıfın sadece başörtülü ya da dindar kesimle karşılaşmasıyla sınırlı olduğunu düşünmek hata olur; bu aynı zamanda kır kökenli, taşra veya alt sınıf eğitimsiz ailelerden gelenlere, hatta onların hem ekonomik hem kültürel olarak sınıf atlamış olanlarına yönelen de bir bakış. Bunu en çok da akademi başta olmak üzere varlık göstermeniz için kültürel sermayenin belirleyici olduğu bilgi ve kültür üretim alanlarında görüyoruz. Özellikle son yirmi yılda bu alanlarda sayısı görece artan, sözünü ettiğim geleneksel eğitimsiz ailelerden gelenler, yeni seküler orta sınıfın kendini merkeze koyan ve her ne kadar görünürde eşitiymiş gibi davransa da bunun öyle olmadığını her fırsatta hissettiren çarpık, ötekileştiren (ve çoğu zaman da bunun farkında bile olmayan) bakışıyla karşılaşır. Zira bugüne dek kültürel temsil, araştırma nesnesi ya da yardım edilecek/aydınlatılacak ‘öteki’, kendi sesinin sahibi bir özne olarak karşısına çıkmıştır. İşte Bir Başkadır’daki, karşısına bir eşitini bile koyamayan temsili yüzleşmeye ve bunun bu çevrelerde bu kadar coşkuyla karşılanmasına buradan bakmak gerek. Bu yanıyla aslında dizide temsil edilen karşılaşma ve yüzleşmenin gerçekliğe en yaklaştığı nokta, bu çarpık bakışı yansıtması olabilir –ki bence Bir Başkadır’ın asıl gösterdiği ve yüzümüze çarptığı (ve yüzleşilmesi gereken) şeylerden biri budur.

Başka Ötekiler, Gözden Çıkarılanlar

Sosyal medyada yapılan kimi yorumlarda Meryem’in mahallesinde yaşayanların çoğunun bu diziyi izle(ye)meyeceği, izleyenin de üzerine konuşanın da belli bir grup olduğu şeklinde ifadeler vardı. Benzer şekilde bazı yazılarda da bu dizinin geleneksel orta sınıf ya da yoksullardaki karşılığının ne olacağı soruluyordu –ki gayet yerinde bir soru. Umuyorum benim yazım bu soruya daha kesişimsel bir alandan bir cevap olur; zira benim kişisel sınıf atlayışım, ailemi ve akrabalarımı özellikle de kültürel olarak çok değiştirmediği için hâlâ bu kesimle teması kesilmeyen biriyim. Eminim bu konuda önümüzdeki zamanlarda çalışmalar yapılacaktır ancak benim gibi bu alanda epey bir insan varken, onların deneyimine ve fikrine kulak vermek aydınlatıcı olabilir. Şüphesiz başörtüsü buna ayrı bir katman eklese de, geleneksel dindar muhafazakâr ailelerden, hele de benim gibi bunların alt sınıflarından gelen kadınların sekülerleşmiş olsalar da başta akademi olmak üzere, entelektüel, kültürel ve politik alanlardaki nicel ve nitel olarak görünmezliği Bir Başkadır dizisi ve etrafında dönen tartışmalarda da gayet kendini göstermekte. Bu anlamda mesela dizinin sonunda arzulananın izleyenleri temsili olarak son derece mutlu eden, başını açarak üniversiteye giden genç kadının din adamı babası tarafından gözyaşıyla uğurlanmasının, sırf başörtüsü de değil evden çıkış mücadelesi veren, onca şiddet ve baskı yaşamış/yaşayan kadınlardaki karşılığını duymuyoruz. Diziyle ilgili bu konuda yapılan eleştirilerin, özellikle de bu sahneyi gerçek hayatta çok farklı yaşayan/yaşamakta olan kadınların, öfkesini ifade ettiği yorumların bu coşkulu beğeni kalabalığı arasında nasıl kaybolup gittiğini de pek kimsenin önemsediği yok. Başını açmak için genç kadınların gizlice örgütlendiği, bugüne dek onca tehdit alan Yalnız Yürümeyeceksin diye bir oluşumun olduğu bir ülkede yaşadığımızı hatırlarsak, epeyce manidar (bu konuyu dile getiren tek bir yazı okudum).

Bu uzun yazının sonuna gelmişken, bir feminist akademisyen olarak, bütün bu arzulanan toplumsal yüzleşme ve barışın kadınlar üzerinden ve onların pahasına yapılan bir temsil olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Adeta ülkenin bildiğimiz bütün gerilimlerini kadınları karşı karşıya getirerek ve çözümü de onların omuzlarına yükleyerek kurulan bu anlatı, Türkiye modernleşmesinin cinsiyet rejimi üzerine çalışmış biri olarak bana epey tanıdık geliyor. Ulusu için her şeyi feda edip kendi arzularından bile vazgeçmesi beklenen kadınlar gibi, bugün de içinde bulunduğumuz umutsuzluk ve çaresizlik kıskacından çıkmamız için kadınların gerekirse çocukluğunda tecavüz ettiği adamı bile affetmesi, sonra her şeyi geride bırakıp aslında özünde iyi biri olan kocasına dönüp hayatına devam etmesi bekleniyor. İzleyiciler olarak bizler de, bu hikâyenin bir detay olarak üstünden atlayıp görmek istediğimize, arzuladığımız sonuca odaklanalım isteniyor, sonuçta bu sadece bir dizi! Oysaki Ruhiye ve hikâyesi bütün bu anlatıya çelme takan, kıblesini kendi seçecek ve yüzleşmesini kendi yapacak kadar herkese, her şeye kafa tutan bir karakterdi. Ancak erkek yönetmenimiz hepimizi barıştırdığı dizinin sonunda, hem çocukken Ruhiye’ye tecavüz eden erkeğe acıyıp affetmemiz hem de kocasının onu nasıl sevdiğini, onun yüzünden bu kadar herkese saldıran bir adam olduğunu görmemiz için Ruhiye karakterini harcadı. Zaten dizinin sonunda neredeyse aklanmayan bir erkek kaldı mı bilmiyorum. Toksik erkekliğiyle zihnimize kazınan Sinan’ın bile böyle olmasını önce sevimsiz, onu anlamayan annesine bağladı (zaten ne kıyma kavurması seviyormuş ne portakallı keki; hiçbir kadın onu tanıyamamış!) sonra da kadınların dalga konusu olduğunu fark ettirerek ağlattı. Dizide zaten kadınlar birbiriyle yüzleşmekle uğraşırken, erkekler hep ağlıyor; sanırsın neredeyse yüz yıllık modernleşmenin sonunda bir tek “erkekler de ağlar”ı öğrenmişler (tabii onun da nasıl olduğu ortada). Dizide hiç ağlamayan tek bir erkek vardı, o da mahallemizin Jungcu Hilmi’si. Bir sezon daha olsa, Ali Sadi Hoca’yı mumla aratacak ve başımıza çorap örecek karakter bu olabilir; kim bilir belki de ayağındaki çorap söküğü Nuri Bilge’ye değil de buna göndermedir, neden olmasın? (semboller dünyasında yaşıyoruz nihayetinde).

Sonuç olarak, Bir Başkadır’ın bize sunduğu arzulanan toplumsal barışın sağlandığı, hepimizin bir toplum olduğunu hatırladığı gelecek tahayyülü o kadar da bir başka değil, aksine olsa olsa geçmiş ulusal anlatıların parıltılı bir nostajiyle ve üstünkörü bir yüzleşme temsiliyle yeniden canlandırılması olabilir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl