Gerçeğin, gözle görülür bir yönü vardır.” – E. M. FOSTER

Dil, tehlikeli bir güçtür. Tehlikenin ölçüsüyse, tamamen onu nasıl kullandığınızla ilgilidir. İnsan, ne zaman hangi dil’i konuşmalı, ya da konuşabilmeli? Konuşmak istediğimiz veya konuştuğumuz dil, bizi nasıl koruyabilir? İşte bunu bilmeliyiz. Bir adım daha atıp şu iki soruyu da sormak mümkün; dil, bizi/bizleri koruyan bir güç müdür? Dil, güvenilir -ya da bizim güveneceğimiz- tek ve biricik bir gücümüz olabilir mi? Olabilir. Olmalı da.

Davranış biçimlerimizi, etik temellerde estetik bir hale dönüştüren -hatta bunu ifade eden- bütün kurmacalar, bir bakımdan da konuşmaya ‘açık olan metinler’dir. Bu okuduğumuz metinlerle konuşabilmenin ön koşulu, bu noktalarda/alanlarda karşımıza farklı argümanlarıyla çıkabilir. Çıkıyor da. Şu da var, çizgisel bir ifadesi olmayan bu metinlerin/yazınların hatta anlatıların farklı yörüngelerinin olması da çok doğal. Hatta öznenin yer değiştirmeyip, nesnenin sürekli yer/yerler değiştirmesinin, çoğu zaman asıl ifade edilmesi gereken ‘temel anlam’ın ıskalanmasına yol açtığını görmek, edebiyat ekseninde çok zor değil. Neden zor değil? Çünkü yanıt, sorunun açıklığından geçiyor da ondan.

Edebi bir metne, doğru soruları sormak, tuzaklardan kurtulan okura/okurlara yol/perspektif açabilir[yor]. Açmalıdır da. ‘Temel anlam’ kavramını, Vladimir Propp’un Masalın Biçimbilimi kitabından ödünç alarak, edebiyatı bir ‘komünite’ ekseninde nasıl okumak gerekiyor sorusu üzerinde iz sürmek istiyorum. ‘İz sürmek’, sıkı bir okur için temel bir konudur.

Kömünite’ Edebiyatın Evi Mi?

İlhan Tekeli’nin, İzmir İçin Kamu Alanı ve Kent Düzeyinde Bir Komünite Oluşturma Stratejisi kitabındaki şu cümleyle başlayalım; “Denilebilir ki İzmir hakkında yazılan edebiyat eserlerinde, İzmir ve İzmirliyle ilgili yazılanlar genellikle olumludur. Bir yüceltme eğilimi taşımaktadır.”1 Vladimir Propp’un, ‘temel anlam’ının karşılığıyla konuşursak, “İzmir hakkında yazılan edebiyat eserlerinde” İlhan Tekeli’nin, ‘yüceltme’ kavramıyla karşılaşıyoruz. Bu, bir aralık değil, alanı açan bir ifade. ‘Yüceltme’ kavramına gelmeden önce, Michel Foucault’un, Söylem Düzeni kitabındaki ‘yöntemsel zorunluluk’ diye saptadığı ‘özgünlük ilkesi’ne vurgu yapmam gerekiyor. O kitapta şu tespit var: “Söylemi, önceden verilmiş bir anlamlar oyunu içinde çözmemek; dünyanın bize okunabilir bir yüz gösterdiğini, bunu çözmekten başkaca yapacağımız bir şey olduğunu sanmak; o bizim bilgimizin suç ortağı değildir.”2 Foucault’nun söz ettiği, “kesintisiz bir söylem dünyası” sekteye de uğrayan bir dünya. Max Horkheimer’ın “Bireyin Yükselişi ve Düşüşü” makalesinde, kesintisiz söylem üzerinden edebiyata olan bir müdahalesi var. O cümle de şu: “Modern birey olduğunu söyleyen Hamlet, bireysellik düşüncesinin cisimlenişidir.”3 Burada ilginç olan, farklılaşan anlayışların son kertede aynı kavşakta buluşmaları. Bu noktayı heyecan verici bulduğum kadar, sorunlu da buluyorum. Farkı anlayışlarındaki, ‘temel anlam’ın vurgusu edebiyatın ruhundaki o kavşakta duruyor. Bu noktayı önemsiyorum. Önce buraya bakmak, diğer alanlara bakmak konusunda üzerimizdeki ‘yük’ü alabilir.

Şehre Bir Karakter Olarak Bakamamak

Öncelikle, İzmir özelinde yayınlanmış edebiyat metinlerine dair, ‘kerhen bir varlığı’ olduğu tespitini yapmak isterim. Kerhen var olduğunun vurgusunu İlhan Tekeli, tek bir kelimeyle açıklamış; ‘yüceltme’. Neden ‘yüceltme’? ‘Kömünite’ kavramından yola çıkarsak, ‘parçalanmak’ istemiyorlar da ondan. Burada alt metin okursak, kendi aralarındaki dirsek temasları hep devam etsin diye. Öyle de olmuş. İzmir edebiyatı [!] özelinde şuna bakalım; iki İzmirli yazarın karşılıklı mektupları hiç yayımlandı mı? İki İzmirli yazar, bir edebiyat dergisinde -yerel ve ulusal düzeyde- karşılıklı bir polemiğe girmişler mi? Sıkı bir tarama yaptığımda şunu söyleyebilirim; görmedim ve okumadım. Herhangi bir boşluğa/açığa düşmemek için de bu bilgiyi kontrol ettim.* Evet, yok. Temel sorunda şu, edebiyatın kendisine ‘yük’ oluşturmamak. İşte bu, büyük sorun!

İzmir üzerine yazılmış romanları okuduğumda, -anı kitapları hariç- ‘bellek acısı’ da yok. Hatırla[t]ma var sadece. Tekeli’nin ‘parçalanmamış komünitesi’, ancak sahici ilişkilerle oluşabilir. Kerhen var olan, suni bir komünite ancak birinci düzeyde var olabilen, kendi içine kapanık, birbirini ‘yücelten’ bir komünitedir. Oysa birbiriyle etkileşimini eleştiriye açan yazar, kendi parçalanmışlığını gerçek bir komünitenin de parçası kılabilir. Dönelim, Cumhuriyet dönemi sonrası yıllara. Döneme baktığımızda, birçok yazarın İzmir’de olduğunu veya yolunun İzmir’den geçtiğini görüyoruz. Yazıları, romanları, denemeleri ve şiirlerinde İzmir’i, hep bir fon olarak kullandıklarını okuyoruz. İzmir bu edebiyat eserlerinde hiçbir zaman ana bir karakter olarak gözükmüyor. Bunun altını çizmemde yarar var. Örneklemem gerekirse, İzmir hiçbir zaman; Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’si, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u olamıyor. Böylesine şahane İzmir anlatıları yok. Neden yok? Anlatısına, müdahale eden/edebilen bir yazar/yazarlarla karşılaşmıyoruz da ondan. Her soru bizi/bizleri mutlu veya mutsuz olsak da bir yanıta götürür de ondan. Soru açık, yanıtta.

Bu yıllara dair yapılan iyi çalışmalardan biri, Hülya Gediksiz Gölgeliler’in 1950’li Yıllarda İzmir kitabıdır.4 O yıllara dair yaşayan yazarlara baktığımızda da şunu görüyoruz; Samim Kocagöz 1950 sonrası İzmir’e yerleşti, İzmir’in İçinden kitabını yazdı. Bir tek yazar üzerinden bile şunu konuşabiliriz; sonuçta İzmir özelinde bu roman bize ne söyledi? İzmir’i bir karakter haline getirdi mi? Hayır.

1931 doğumlu Tarık Dursun K.’nın Gâvur İzmir Güzel İzmir kitabına baktığımızda da aynı fotoğrafla karşılaşıyoruz; şehir bir karaktere dönüşmüyor. Şehir, hep bir nesne. Şehir, hep bir topluluk halinde ve İlhan Tekeli’nin ifadesini sosyolojik olarak okuduğumda, topluluk parçalanmıyor. Küçük küçük gruplarla/topluluklarla, hep bir hareket halinde. Parçalanmadığı için de, karakter olamıyor ve grup/topluluk olarak kalıyor. Kaldığı için de, birbirini yüceltiyor. Yücelttiği içinde, edebiyat düzeyinde -yukarıda söylediğim gibi- ‘kerhen’ var oluyor. Şehir asla karakter olamıyor. İzmirli yazar/yazarların edebi eserlerinin ekseninde, ‘kerhen var olmak’, yazarın/yazarlarının ifadesinin karşılığını bulmamasıdır. İşte tam bu nokta, iyi bir edebiyat okuru için çıkmaz bir yol. Bu çıkmaz yolun, -edebiyat özelinde- çaresizlik olduğunu görmek çok zor değil.

Çok Uzaktan Ya Da Çok Yakından Bakmak

İki kitaba yakından bakmakta yarar var; Ziya Somar’ın Yakın Çağların Fikir ve Edebiyat Tarihinde İzmir5 ve Ö. Faruk Huyugüzel’in İzmir’de Fikir ve Sanat Haraketleri.6 Bu kitapların ikisinde de şunu gördüm; dirsek temasları olan yazarın, birbirlerine dokunmadıklarını, hatta hiçbir şekilde birbirlerini tartışmanın/tartışmaların içine çekmediklerini. Peki, neden böyle, diye düşündüğümde, şu yanıtı buldum; birbirlerinin önüne geçmeden, kendilerini var etme çabaları. İlhan Tekeli’nin, ‘yüceltme’ kavramı, bu açıdan çok kritik ve doğru bir tespit.

İzmir özelinde yazarların çabaları kıymetli gibi duruyor olabilir ama edebiyat merceğinden baktığımda yayınlanmış romanların, öykülerin, şiirlerin [anı kitapları hariç] kıymetli olarak durmuyor. Neden durmuyor? Edebiyatın kökeni, ‘edep’ [etik/ahlak] olduğu alanda, tartışma kaçınılmazdır. Çünkü tartışmak, zihni/zihinleri şenlendirir. Kabul etmek, zihni/zihinleri öldürür. Tekrardan başa döneyim, Max Horkheimer’ın “Bireyin Yükselişi ve Düşüşü” makalesindeki cümleyi düşünelim. Çünkü bu üzerine düşünülecek bir cümle, “Modern birey olduğunu söyleyen Hamlet, bireysellik düşüncesinin cisimlenişidir.” Acaba, İzmir edebiyatı özeli ve ekseninde hala burada durmuyor muyuz? Asıl tartışılması gereken sorunun bu olduğu, konunun/konuların buralarda dolaştığını gerçekten görmüyor muyuz? İzmir, yazarlarını cisimleştirmiş. Hatta ruhunu/ruhlarını ortaya çıkar[a]mayarak cisimleştirmiş. İlhan Tekeli’nin, cümlesine baktığımızda bu sorunun yanıtı çok açık, evet açık. Çünkü ‘yüceltme’ var. Hayatın her anıyla, şehri bir karakter olarak yaratmak çabasıyla bir hesaplaşma yok. İzmir, hep fon olarak kalmış. Ölü karakterler[!], İzmir’de birbirlerine selam veriyor ve konuşuyorlar. Okuduk bunları. İşte bu edebiyatı ne yapacağız? Bu soruya odaklanmak ve bunu tartışmak gerekiyor. Edebiyat anlamında tartışılması gereken zemini, buralarda görüyorum.

Edebiyat özelinde ne kadar uzaktan veya ne kadar yakından bakarsak bakalım İzmir’i konuştuğumuzda, manzara çok şenliksiz. İzmir’in kendisini, bir karakter olarak edebiyatın içerisine çekememek -ki burada münferit şiirlerden, denemelerden ve biyografilerden söz etmiyorum- büyük fotoğraf veya manzara özelinde ciddi bir eksiklik olarak kalıyor. Dahası şu, İzmir şehri yazarların diliyle edebiyatı bir fon, bir anlatı düzeyinde kullanıyor. İddiaları yok. Belki, Ahmet Büke biraz ayrıksı bir noktada duruyor olabilir. Tamamlanmayan ve iddiasını ‘temel anlam’ düzeyinde, güçlü bir hatta taşınamayan bir ayrıksı nokta! Başa dönelim sorduğum soruya; Buraya nereden geldik?

Evet, Buraya Nereden Geldik?

Şuradan geldik; dil’in, tehlikeli bir güç olmasından. O tehlikeli güç, edebiyatın köklerine aittir. Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Vedat Türkali, Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Kemal Tahir, Füsun Akatlı, Tomris Uyar, Abbas Sayar, Turgut Uyar, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Vedat Dalokay’ın [Kolo çocuk kitabı ne muhteşemdir] sahip oldukları o tehlikeli güç olan edebi dillerini okudum. Evet, dil tehlikeli bir güçtür. Buraya, İlhan Tekeli’nin, İzmir edebiyatı üzerine söylediği ‘yüceltme’ kavramından geldik. Neden, İzmir edebiyatının o gücü yok? Ama şu soru açıkta duruyor; peki bu güçsüzlüğünü nereden alıyor? Yanıtım hazır; parçalanmamayı getiren, o ‘komünite’nin, ‘yüceltme’ gücünden/güçsüzlüğünden alıyor. İzmir gibi güçlü bir kahramanı, karakter haline getirememe güçsüzlüğünden. Edebiyatın, açıkçası parçalanan bir güç olduğunu düşünüyorum. Çünkü yazar/yazan, yalnız bir kişidir. Tek kişilik bir güce dayanan bir eylem. Parçalanmamaya da aslında ihtiyacı yok. O zaten, yazdıklarıyla parçalanmıştır. Yazdıkları ve yazacaklarıyla; iyi, sıkı, güçlü ve kendini geleceğe taşıyan bir hamle yaptıysa, okurlarıyla büyük bir ‘komünite’ kuruyordur zaten. Zamanın ruhu da, işte orada yaşar ve o yazarı yaşatır. Zamanın yenemediği, an’da/alanlarda yaşar.

Bizler hala bir ‘parçalanmamış bir kömünite’ysek, Yaşar Kemal’in, Aziz Nesin’in, çocukları olduğumuz için bir ‘komünite’yiz.

* Önemli Not: Yazı özelinde sıkı edebiyat okurları olarak kendilerine danıştığım; Dokuz Eylül Üniversitesi Dr. Öğretim Görevlisi Erkan Serçe, KNK Dergisi Yayın Koordinatörü Ozan Yayman ve Enver Topaloğlu’na çok teşekkür ederim.

1 İlhan Tekeli, İzmir İçin Kamu Alanı ve Kent Düzeyinde Bir Komünite Oluşturma Stratejisi, İzmir Akdeniz Akademisi, 2020, s. 55.

2 Michel Foucault, Söylemin Düzeni, Çev. Turhan Ilgaz, İstanbul: Hil Yay., 1987, s. 51.

3 Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çev. Orhan Koçak, İstanbul: Metis Yay., 1986, s. 151.

4 Hülya Gediksiz Gölgeliler, 1950’li Yıllarda İzmir, İzmir: Şenocak Yay., 2012, 483 s.

5 Ziya Somar, Yakın Çağların Fikir ve Edebiyat Tarihinde İzmir, İzmir Kent Kitaplığı Dizisi: 17, 2001, 129 s.

6 Ö. Faruk Huyugüzel, İzmir’de Edebiyat ve Fikir Hareketleri Üzerine Araştırmalar, İzmir Kent Kitaplığı Dizisi: 46, 2004, 271 s.

Akdeniz Akademisi Komünite 2021/1 dergisinin 64-67 sayfalarında yayınlanmış olan yazı tekrar gözden geçirilip, ilaveler yapılmıştır.