Ana Sayfa Kritik Biz Bir Martıyız!

Biz Bir Martıyız!

Biz Bir Martıyız!

Pürtelaş Tiyatro’nun yorumunda Martı’nın siyasi açılardan da altı çiziliyor. Aydın tabakasının ve toprak sahiplerinin güncel umarsızlıkları ile gelecek kaygıları birbirine geçip aşklarda somutlanıyor.

Serdar Orçin bir zamanların popüler dizisi‘‘Behzat Ç.’ye girerken ünlü Rus öykücü Anton Çehov hakkında ilginç şeyler söylemiş, dahası Tolstoy’u tanık göstermişti. Doğrusu ince düşünülmüş, hoş bir sahneydi. Biri doktor diğeri hastabakıcı aynı hastanede çalışan ve mesai sonrası seri katillik yaparak adaleti sağlayan ikili; ayrı sınıflardan, kültürlerden gelip aynı özlemi çekiyorlardı: Adalet. Bu ikili senaryosu tıkanan diziye son sezonunda heyecan katmıştı.

Orçin, yıllar sonra yine doktoru oynuyor. Bu kez Çehov’un Martı’sında!

Martı’nın Kanatları, Pusulanın Okları

Pürtelaş Tiyatro, Serdar Biliş yönetiminde bir Martı yorumu çıkarmış, güncel göndermeler eklemiş, dekorda ise bir bakıma çağın marjinalliğini sorgulamış. O yoruma kendi yorumlarımı yapmaya çalışacağım fakat ilkin Çehov’un 1895’te yazdığı ana metne ve onun alt metnine dair düşüncelerimi belirtmem uygun olacaktır.

Martı, tepeden tırnağa bir aşk, bir tutku ile yüklü… Öyleyse nasıl bir aşkın temsili? Öncellikle bir aşklar silsilesi, âşıklar gayr-ı resmigeçidi izliyoruz. Aşklar çatışmakta, tutkuların kılavuzluğunda tüfekler patlamakta… Âşıklar sakıngan, kimi zaman sıkılgan… Kişiler, kişilikler sakıngan, ikircikli ve iç hesaplı; eylemleri derseniz pervasız. Teori reforma yaslanmış ancak eylemler devrimci! Bu durum kuşkusuz aydın kesiminin çürüyüşünü imlemekte ve üst-orta sınıfların uğradığı ekonomik kayıpların da göstergesi… Mülk sahipleri, çiftlik sahipleri görkemlerini yitirmişler; kudretlerini de yitirme arifesindeler. Oyunun yazıldığı tarihi dikkate alırsak ‘‘yakın Rus siyasal takvimi’nin’’ tam ortasına denk düştüğünü seziyoruz. Rus siyasal takviminden kastım: ‘‘köleliğin 1861’de resmen kaldırılışı’’ ile Ekim Devrimi’nin; 19. ve 20. Yüzyıllar Rus siyasetinin, dünyayı da yönlendiren tüm o çalkantılara, yükselen akımlara Rus katkısının izleridir.

Çehov’un Martı eserinde her şeyden evvel büyük bir iktidarsızlık belirgindir. Bu ‘‘iktidarsızlık’’ iktidar arayışının perde arkasını yansıtır. İki yazarın (Trigorin ve Treplev) rekabeti, eski ve yeninin karşılaşması; biçemin (yöntemin) değişmesi gerektiğine atıf ile anlamlanır. Bir benzerineyse ‘‘Arkadina-Nina rolleri’’ bağlamında, bir kez daha ‘‘şöhret düşkünlüğü’’ ve ‘‘şöhrete açlık’’ ilişkisinde rastlarız.

‘‘Kimin eli kimin cebinde’’ belli değildir. Geleneksel zıtlıklar dahi henüz sorun halindeyken ‘‘çözülmüş’’ ve çözümler ertelenerek; çiftliğin, bir başka deyişle koca Rusya’nın gündeminden uzaklaştırılmıştır. Yozlaşma ve belirsizlik ağır basmakta; yazarların ve oyuncuların çatışması, kuşakların yönlerini  tayin etmek aşamasında yaşadıkları çekince karmaşa yaratmaktadır. 

Martı, platonik bir ağıttır. Rusya’nın geleceğine duyulan sevda ile geçmişine duyulan özlem (yahut tam tersi; geçmişe dönük ağır, saplantılı tutku, geleceğin imkânına özlem ) çarpışırlar ve iletişim hepten sakatlanır, ‘‘yanlış evliliklerden doğan çocuklara’’ bakılmaz. Bu ‘‘platonik aşk’’ meyvesini toplayıp dilediğini doğuramamakta ve arafın azabını çektirmektedir. Martının kanatları bu noktada pusulanın yönlerini işaret etmektedir. Doğu-Batı yönünde açılmış kanatlar, Kuzey-Güney yönünde bir uçuş; sallantı ve saplantının iç içe geçtiği bir yolculuk… Martı sıcak denizlere uçuyor. İktidar; yalnızca buzunun, balığının derdinde… Kanatlar doğuyu ve batıyı aynı bedende taşıyor. Aşk hayli romantik ve absürt bir söylemde martıya hapsediliyor. Göl değişmeyen Rusya’yı sembolize ederken Martı, yolculukları çağrıştırıyor. Öte yandan genç yazarın bir martı avlaması ve ölüsünü getirip sevdiğinin önüne fırlatması, sevdiğinin ise canı’nı yaşlı yazara açması, ona ‘‘canını dişine takarak öykü yazdırma’’ çabası muazzam bir çelişkinin kaynağı oluyor. Nina gölden (popülist birikiminden) yanadır ancak gölü terk edip büyük şehre gittiğinde martı’nın tarafına geçerek martı olup avlanmayı göze almıştır ve kanatlarını yitirdiğinde gölüne dönmüştür. Genç yazar gölde sahnelediği deneysel oyunda aslında göle şerh düşmenin yollarını arıyordur. Su, yatağını arıyordur fakat gölün destekçilerine içten içe bir aşk duyuyor; hırsını annesinin sevgilisi orta yaşlı popüler yazardan çıkarıyordur.

Maşa/Maşenka (oyunda Gonca Vuslateri) karşılıksız aşkını içine gömerek öğretmen Medvedenko ile evleniyor fakat anne olmasına rağmen yazarı unutmak için halen daha eşinin tayininden medet umuyordur.

Oyunun açılışı zaten doğurgan olmayan sevdalar izleyeceğimizi duyurmaktadır. Öğretmen Maşa’ya, Maşa Triplev’e âşık… Triplev’in gönlü Nina’da; Nina’nın ise aklı birkaç karış havada, göklerde yani martıda! Özlemler başka, arayışlar benzer, çatışmalar deseniz, neredeyse aynı… 19. Yüzyıl sonları; devir geçiyor. Devri geçenler ve yaklaşmakta olanlar, biçim-yöntem, devingen martı kanatları…

Martı’da Oyunculuklar

Sözü oyuncu cephesinden açmıştım oradan devam edebilirim. Pürtelaş Tiyatro’nun sahnelediği Martı yorumuna oyunculardan gireyim. Martı geniş kadrolu bir oyun, tek perde sahneleniyor ve geçişlere karşın sahnedeki yoğunluk hiç dağılmıyor. Bir göl kenarında hasır sandalyeler ve sonrasında şezlong; mekân değiştiğinde çiftliğin oturma salonu… Genellikle oturuluyor ve bir arada kalınıyor. Gölün yerini zaman içinde geniş yemek masası alıyor fakat masa etrafında hiç toplanılmıyor. Bu hal, bir arada kalmanın kopukluğu engelleyemediği sonucunu gözler önüne seriyor. Roller göl etrafında kendi âlemlerinde, kendi hülyalarında ve dalgınlar, ateşleri kendi yüreklerini yakıyor. 

Orta yaşlılar ve gençler arasında yaşanması muhtemel çatışma güçlü verilmiyor, oyunun yükünü sırtlaması beklenen Treplev (Boran Kuzum) ve Nina (Ecem Uzun) yeterince parlak bir performans sunamıyorlar. Fakat Boran Kuzum’un gelecek vaat ettiğini not düşüp abartılı oyunculuğunu karakterin iniş çıkışlarına yorabiliriz. Orta yaşlı çapkın rollerinde yazar Trigorin (Fırat Tanış) ve jinekolog Dorn (Serdar Orçin) iyi iş çıkarıyorlar. Çaptan düşmüş yıldız oyuncu Irina Arkadina’yı oynayan Tilbe Saran, ağabeyi hâkim emeklisi Sorin (Şerif Erol) ve onlara eşlik eden çiftlik eşrafı rollerinin hakkını teslim ediyor. Umutsuz kadın âşık Maşa rolünde Gonca Vuslateri’ye ayrı bir başlık açabiliriz. Vuslateri asık yüzünü doğru kullanıyor; ancak rolünde iki handikap mevcut… Bu handikaplardan ilki bir zamanlar ‘‘Yalan Dünya’’ dizisinden rol arkadaşı Bartu Küçükçağlayan’ın (dizide Orçun’un) kadın versiyonunu yansıtması… Durağanlık ve vurdumduymazlıkta, jest ve mimikleri yer yer onunkileri andırırken bir diğer handikap ise Maşa karakterinin iyiden iyiye arabeske bağlaması… Rus toplumu da doğulu bir toplum olsa bile elden hiç düşmeyen votka şişesiyle Arabın acıdan uyguladığı ve daha etkili sayabileceğimiz anestezi yöntemleri uyuşmuyor.

Sahne-Seyirci İlişkisi ve Dekorun Plastik Dinamizmi

Oyun dört bir tarafa da seyir imkânı sağlıyor. Sahnenin ardında bir sıra sandalyeye seyirciler dizilmiş, aradaki boşluktan ise röntgen filmlerinin asılı olduğu panoya ulaşılıyor. Bir taraftan bu yerleşimin inandırıcılığı pekiştirdiğini söyleyebiliriz; öyle ki arka sırada oyunu takip edenlerin dalıp gitmelerine fırsat tanınmıyor. Nina’nın elinde röntgenle panoya hücum ettiği bir an seyircilerden birinin irkildiğine tanık oldum! Seyirci de enikonu irkilerek oyuna katılıyor ve bu dinamizm ışıkla da desteklenmiş. Işık tasarımı Cem Yılmazer’e ait. Dekorun değiştiği aralıklarda dahi oyun dolaylı olarak sürüyor, kesintiye uğramıyor. Oyuncular eşyalarını kendileri taşıyınca, bir de oyunun girişindeki “oyun henüz başlamadı” gösterisi eklenince; içine güç alan ama duygu bir kez geçince de bırakmayan, gerilimini aktaran bir yorum izliyoruz. 

Sahnenin merkezindeki göl imgesine bidonlardan su dökülüyor. Bunu bir yabancılaştırma unsuru kabul edebiliriz. ‘‘Oyun içinde oyun’’ sergilenişi sırasında, göl bir tiyatro sahnesi iken, çevresinde güneşlenilirken bir gerçek mekâna dönüştürülmesi hızlı sağlandığından bir boşluk hissi doğuyor. Aslında bütün bu tavırları ‘‘yenilikçi’’ biçiminde değerlendirmek mümkün… Panoya röntgenlerin asılması, sahneyi âdeta bir haç şeklinde kullanıma açılıyor. Sahne bir çarmıhı, oyun çileyi andırıyor ve oyuncular çilenin nasıl çekildiğini aktarıyorlar. Sürekli dikey hareketler gölden panoya yönelik ve sahnenin çevresi, adımlanan bir alan… Böylece gölün ‘‘kutsallığı’’ ve oyundaki önemi sivriltiliyor veya ‘‘tiyatroya ve oyun yazarlığına’’ bir çeşit maneviyat atfediliyor. Oyun yazarlığının çatışması, yabancılaştırıcı öğeler, sahne yerleşimi, plastik aktarımlar aracılığıyla üç boyutlu bir derinlik, vurucu bir taraf kazanıyor. Dekordaki işçiliğin aynı derecede kostümlere yansıdığını söylemek güç… Doktora kruvaze ceket, orta yaşlı yazara günümüz entelektüel kıyafet tercihleri; aşk acısı çeken genç kadının düz siyahlar içinde yitip gitmesi, hele de yazarların birbirlerine dönüşümlerinin kulaklık aksesuarıyla verilmesi basit duruyor. Oyunun sahne ve kostüm tasarımını Gamze Kuş üstlenmiş. Müzikte Çiğdem Erken, koreografide ise Tuğçe Tuna imzası bulunuyor. 

Gölün Göğünde ve Siyasetin Karasında Vurulan Ak Martı

Pürtelaş Tiyatro’nun yorumunda Martı’nın siyasi açılardan da altı çiziliyor. Aydın tabakasının ve toprak sahiplerinin güncel umarsızlıkları ile gelecek kaygıları birbirine geçip aşklarda somutlanıyor. Oyunda güncel göndermeler pek göze batmasa bile öğretmen Medvedenko rolünün abartıldığını, ‘‘atanmış öğretmen’’in sefaletini ve boyun eğişini gözlemliyoruz. Oyunun sonlarında tombala oynayanların intihar eden Treplev’e kayıtsızlıkları ihanete varan bir sınıfsal düşkünlükle vurgulanabilirdi, yönetmen bu sertliği yeğlememiş. Romantize bir final çıkıyor karşımıza. Romantik yaklaşım absürt anlatımı da bir nevi tırpanlıyor.

Martı bir asırdan fazladır göllerimize konuyor, göklerimizde uçuyor. Yine bir asırdan epey fazladır tüfekler duvarlardan iniyor ve kurşunlar bazen kulağımızın dibinde bazen bedenimizde patlıyor. Bazen kayıtsız kalıyoruz geleceğimize, aşklarımıza… Kulağımızın üstüne yatıyoruz ve bazen kanatlarımızı, masumiyetimizi o ak rengimizi kaybetme pahasına, kızıla boyanmayı umursamaksızın göllerden göçmeyi akıl ediyoruz. ‘‘Martı’’ her daim bizi bize anlatıyor, ısrarcı… Biz bir martıyız! Hayır hayır! Evet Evet!

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl