Ana Sayfa Litera Çevirmenin Notu: “Bundan güzel bağ mı var?”

Çevirmenin Notu: “Bundan güzel bağ mı var?”

Çevirmenin Notu:  “Bundan güzel bağ mı var?”

KİTABI çevirmem teklif edildiğinde önce okumam istendi. Alışılmadık dili, sözcük seçimi ve üslubuyla, çok zor bir kitaptı. Çevirmeye okuduktan sonra karar vermeliydim. Ben de okudum, ama sadece birkaç satırlık ilk parçasını. Bu fragmanın son cümlesini okur okumaz çevirmeye karar vermiştim bile: “Ve tüm isimlerimi, kızlık soyadımı, ön adımı, göbek adımı elimden alarak beni Bayan Unguentine yaptı.”

BAZI karşılaşma anları vardır. Bir cümle, bir yüz, sizi alır bir yere, bir kişiye, dostluğa, aşka, tutkuya, bahtiyarlığa ve minnete götürür. İçinizde sizin için seçilmiş, size ayrılmış, sizi beklemiş, size sunulmuş hissi uyanıverir ve o hissi hemen tanırsınız. Bu da o anlardan biriydi. Hemen tanımıştım. Ve ben şimdi, bu kitaba başlayacak okurun kulağına önce bir şeyler fısıldamak zorundayım.

ÖN adımız bir bağdır; hayatla, insanlıkla ve “doğa”yla kuracağımız bağın şifreli ifadesidir. Bazen kişiliğimize uyduğunu, bazen uymadığını düşünürüz; adıyla çağrılmaktan hoşlananımız da vardır, adını sevmeyenimiz de. Bazen onu, mistik bir dolayımla, kaderimizle ilişkilendiririz. Önadların değerine ve önemine dair okunacak elbette pek çok özgün metin ve yorum bulunabilir. Atasözleri ya da özdeyişler isme vurgu yapar. Bir İsveç atasözü, “Sevilen çocuğun adı çoktur,” der. Bu değeri yaşam pratiklerimizde sezeriz. Eski Türklerde bugün çoğu unutulan ya da biçim değiştiren ad koyma törenleri yapılırdı. Diğer pek çok inanç sisteminde, çocuğa isim koyma geleneği farklı biçimlerde hâlâ yaşatılır. Çocuğumuz olduğunda, büyükannesi ya da büyükbabası bebeği kucağına alır ve kulağına adını fısıldar. Ad kime fısıldanır? Kulağa fısıldanan adın tek muhatabı adın sahibi midir? Fısıltı kime ulaşır?

ADI uğruna yaşamdan vazgeçen roman kahramanları vardır. “Ad” insanı isimsiz ve dilsiz doğanın kucağından alarak toplumun bağrına, merhametine bırakır. İnsanda bir varoluş nedeni gibi duran ad, aynı zamanda varlığın da ilk “deformasyonu” oluverir. “Adlandırılan” insan, doğada deforme olmaya başlayan her şey gibi (ve tam da bu sayede) “direnç” de kazanmaya başlar. Hayat onu adıyla yüceltir, adıyla kırıp döker ve adıyla öldürür. Kimse isimsiz ölemez. Bir insanın adını elinden almaya görün, onu ölmeden öldürürsünüz. Arthur Miller’ın Cadı Kazanı’nın erkek kahramanı, yarım kalmış bir hayat, tamama erdirilmeyi bekleyen bir aşk yanı başında onu beklerken, adı uğruna yaşamdan vazgeçer. Kâğıdı imzalamayı reddederek adının lekelenmesine, yok olmasına izin vermez. Ölüme giderkenki cesaretini ona doğumunda verilen ön ada, yani insani forma, bu formun ona o anda ve o ana kadar kazandırdığı dirence borçludur. Seçimi bir boyun eğiş gibi görülemez. Çünkü bu ölçüde bir deformasyon kopmadan önceki son sınırdır.

EVLİLİKLE de ilgili olan ve olayları bir kadının ağzından anlatan bu kısa metnin (Unguentine’nin Seyir Defteri’nin) girişte sözünü ettiğim cümlesini okur okumaz, yıllar öncesinde beni büyüleyen bir ana savruldum. O yüzden gülümsedim. Minnet insanı gülümsetir ve bence bu, gülümsemelerin en güzelidir. Bebeğin annesine ya da babasına gülümsemesi gibi.

BEN adını seven gruptayım. Adımın sevilenin ağzından çıkmasına, bu seslenişi duymaya, adımla anılmaya can atarım. Aynı şekilde sevilene adıyla seslenmek ve onu adıyla anmak da bana daima kederli bir mutluluk vermiştir. Bu duygunun sezilen bir bilgi türünden ya da hissedişten deneyimle şifrelenmiş kavramsal bir bilgiye evrilmesi, Walter Benjamin okumalarım sırasında bir keşif misali gerçekleşti. İlk gençliğimin bittiği yıllarda yaşadığım ve tamı tamına yedi ay süren, her anı coşkulu ve ürpertici bir deneyimden söz etmek istiyorum.

Yedi ay bir isimle yaşadım. Sevilenin ismiyle. Ben bir ev idiysem, kapım bacam pencerelerim, mutfağım banyom yatak odam, odamın duvarları, tavanı, tavandan sarkan ampul, duvarların boyası, yatak odamın arka bahçeye açılan penceresi, pencerenin tül perdesi, duvara yaslı duran yatak, içimdeki hava, neyim var neyim yok, adıyla dolup taşıyordu. Ben o bahçe idiysem, evin içi gibi bahçe de, ismiyle yaşıyordu. Yapraklara vuran ışık, otlara düşen çiy, dallarda oturan rüzgâr; parlayan yapraklar, titreyen otlar, inceli kalınlı inleyen dallar. Toprağın üstündekiler ve toprağın altındakiler. Elma ağacının kökleri, çatalkuyruklar ve solucanlar. İnsan idiysem de aynıydı. Sevilenin adı tüm varoluşumu kundaklamıştı. Her yeni gün adıyla başlıyor, adıyla son buluyordu. Tıpkı şiir gibi, ya da dua. Adını uykudan uyanır uyanmaz şükranla fısıldar olmuştum ve onu yeni başlayan güne her fısıldayışımda (ya da duyulacak denli yüksek sesle söylediğimde) o anın hafiflediğini hissediyordum. Varlığın fiziksel yokluğu aşıp tam anlamışla tinsel bir buradalığı anımsattığı, hatta ona dönüştüğü uzun ve gerilimli bir süreçti. Yokluk ve varlık, zamanda ve odamda iç içeydi. Bir adla birlikte, onun sayesinde. Adı hem taze soluklar hem soluksuzluk demekti. Hissettiğim şey, kesinlikle içinden mutluluk taşan “ilahi bir gerginlik”ti. Tanımsızdı. Bir mengenenin insafına kalmış bir kalbi kim eksiksiz tanımlayabilmiş ki? Bu süreçte her şeye dokundum, dokunduğum şeyleri bozdum, bozamadıklarımda parmak izim kaldı. Sadece onun adına el sürmedim. O adı ilk duyduğum haliyle yaşattım. O adla yaşadım. Buna mecburdum.

Platonik aşktan söz ettiğimi, benzer bir deneyimi yaşayan herkes anlamıştır hiç kuşkusuz. Sonrasında bu gerilim sona erdi. Ateşini de ışığını da yitirdi. Ad bana karşılık verdi. Ona dokunmama izin verdi. Fiziksel aşk başladı, yaşandı ve yavaş yavaş o da solup gitti.

GENÇ Benjamin, kendi dil kuramını oluşturduğu “Kendi Başına Dil ve İnsan Dili” adlı 1916 tarihli denemesinde, ad ve adlandırmayla ilgili saptamalar yapar. Anlaşılması (en azından benim için) epeyce zor ve karmaşık olan yazı, insan dili’ne ve bu dilin adlandırıcı etkinliğine, Tanrı kelamının eksik, solgun, acı veren ama mutlak devamı olarak yaklaşır. Çünkü “şeyleri adlandırmak insanın dilsel özüdür”:

Ne diye adlandırır insan? Kendisini kime iletir? (…) Lamba kendisini kime iletir? Ya sıradağlar? Tilki? (…) Burada yanıt “insana”dır. (…) Bu yanıtın doğruluğu bilgide ve belki sanatta da kendini gösterir. Kaldı ki, eğer lamba, sıradağlar ve tilki kendilerini insana iletmeseler, insan onları nasıl adlandırabilirdi? Halbuki insan onları adlandırır; insan, onları adlandırmakla kendisini iletir. Ama kime?”

Ama bebeğimiz “şey” değildir. Ona kedimize verdiğimiz gibi isim koyamayız. Bebeğimize ad verirken neşeli ve gereksiz bir oyun oynamayız. Ona vereceğimiz isim benzersiz, daha önce hiçbir insana verilmemiş bir isim olmayacak olsa da (ki bunu düşünmeyiz bile), bu ismin sadece ona özel, “sonsuz” bir karşılığının olacağını, sonsuzluğa doğru sesleneceğini hissederiz. Kökensel bir karşılık değildir bu. Kedimize vereceğimiz ad da bir “tür” adı olmayacaktır, bu zaten insan tarafından, adlandırıcı insan dilleri tarafından onlarca, yüzlerce, binlerce kez yapılmıştır. Kedimize vereceğimiz adla, kedimiz bu ada karşılık düşmeyecektir. Ona “Kedi” desek de olur. Ama bebeğimize “bebek”, ya da “insan yavrusu” diyemeyiz. “(…) Özel ad insan sesinde ifade bulmuş Tanrı kelamıdır,” der Benjamin. “Özel ad, insanın Tanrı’nın yaratıcı kelamıyla ortaklığıdır,” der.

“Dil hiçbir zaman yalnızca işaretler atfetmeyeceğine” göre ve “(…) saf kelamın Tanrısal sonsuzluğundan en çok payını aldığı nokta, sonlu ad ve bilgi olamayacağı nokta, insan adı” olduğuna göre:

Ana-babalar, çocuklarını adlandırarak onları Tanrı’ya adar. (…) Onun sayesindedir ki, her insana Tanrı tarafından yaratıldığı garanti edilmiştir. [Çünkü] tüm varlıklar içinde, benzerlerini adlandıran tek varlık insandır; tıpkı Tanrı’nın adlandırmadığı tek varlık olması gibi.”1

ŞİMDİ, kitabın henüz daha 24. sayfasını çevirirken yazmaya başladığım bu yazının kitabın girişine, en azından bu haliyle (başlarken aklımda çoktan bitmiş, birazdan da bitecek haliyle) konulmaya uygun olup olmadığını bilmiyorum. Bilen kişi için hayat biraz daha mı zor? Bunu da bilmiyorum. Açıkçası ikisini de umursamıyorum. Çünkü henüz yaşıyorum ve kitabı okumadım. Türkçeleştirirken okuyorum ve devamında nelerle karşılaşacağım konusunda bir fikrim yok. Ama daima önemsediğim o şeyi biliyorum. Esinlendim ve yüzünü güneşe dönüp gülümseyen çiçekler gibi minnet doluyum. Kendimi meraka bırakıyorum.

BENJAMIN’İN bütün bu olağanüstü özgün saptamaları günün birinde hayatıma dokunmamış olsaydı, belki beni bu denli etkilemezdi. (Bu arada okuduklarımı yanlış anlıyor da olabilirim. Şairlik buna en azından yatkınlıktır çünkü.) Ama bu dokunuşu henüz tamamlamadım, yaşadığım platotik aşk deneyimiyle ve bu yazının asıl nedeni olan Bayan Unguentine’nin evlilik deneyimiyle ilişkilendirmedim. Şimdi sıra bunlara geldi.

Yaşadığım deneyimden çok sonra, kısacık bir Benjamin metnine daha rastladım. Okur okumaz hem “Kısa Gölgeler I – Platonik Aşk” fragmanındaki parçaları hem de kendi hayatımdakileri, “Kendi Başına Dil ve İnsan Dili” denemesiyle bütünleştirmek hiç zor olmadı. Yazının başında değindiğim karşılaşma anına benzer bir karşılaşma anıydı bu da. Sarsıcıydı. Yaratıcıydı. Ama sanırım henüz evli değildim. Beni o an sadece platonik aşkın gerilimi ilgilendiriyordu. Nedenini anladığım anda, bir pervane gibi ışıkla büyülendiğimi, aynı ışıkla çarpıldığımı anımsıyorum. Uzun yıllar sonra diğer deneyimi de yaşadım. Hem platonik aşkın Tanrısal geriliminin, hem de evlilik denen birlikteliğin yitirdiği coşkunun önadlarda şifreli nedenini. İlkinde zorunlu olarak gösterdiğimiz, ikincisinde unuttuğumuz özeni. İsimlerimizin avucunun içinde olduğunu ve onu ne zaman gevşettiğini, ne zaman sıktığını. Anladım. Bu somut ya da kavramsal bir bilgi olmasa da, kesinlikle denenmiş bir bilgiydi. Sezgiyle kavramaya çalıştığımız şeyin “bilgiye” dönüşmesi; Benjamin’in özgünlüğünün ve dehasının okura bahşettiği mutluluk işte buydu. Anlamak, anlamak. Bunu bahşedene duyulan minnetle birlikte, insan olmaya doğru tamamlanmak demekti! Son olarak, “Platonik Aşk” isimli fragmanı (ilk rastladığım gün olduğu gibi, bazı satırların altını çizerek) alıntılamam sanırım bu yazıyı tamamlayacaktır:

Bir aşkın tip ve niteliği, onun insanın adı –ön adı– için hazırladığı alınyazısında en kesin çizgileriyle belli eder kendini. Kadının elinden kızlık soyadını alıp onun yerine erkeğinkini oturtan evlilik, kadının önadına da bulaşmadan edemiyor, bu adı bir daha yıllar, hatta on yıllar boyu anılmayacak biçimde sarıp sarmalayıp cilveli bir sevgi sözcüğüne dönüştürüyor. Bu geniş anlamdaki evliliğin –ki gerçekte ancak böyle, yani bedenin yazgısında değil de, ismin yazgısında belli oluyor– tam ters yönünde yer alıyor platonik aşk, biricik has ve yücel anlamıyla. Bu, coşkusunun kefaretini veya karşılığını isimlerle ödemeye kalkışmayan, tersine sevgilinin ismin kendisinde sevdiği, onda sahiplendiği ve bu isimle el üstünde taşıdığı bir aşktır. Bu aşkın, sevgilinin adını, önadını hiç dokunmadan korur olması, tek başına bu, platonik aşk denen gerilimin, uzaktan eğilimin ifadesidir. Bu aşk, ateşinin korundan çıkan kızgın dalgalar halinde nasıl ışıyıp durursa, sevgilinin yaşanan varlığı da öylece ışıyıp durur onun isminden. Âşık erkeğin tavrı ve eseri de oradan o ateşten beslenir. Bu nedenledir ki Divina Comedia, Beatrice adını çevreleyen ışıklı bir taçtır, başka bir şey değil. Evrendeki tüm kuvvet ve yaratıkların, aşkın yücelttiği isimden meydana çıktıklarını sergileyen dev bir anlatım.2

Ankara, 14 Ocak 2021

1 Bu bölümdeki tüm alıntılar “Kendi Başına Dil ve İnsan Dili Üzerine” denemesinden (çev. Haluk Barışcan) alınmıştır. Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk (İstanbul: Metis Yayınları, 1. Baskı, 1993).

2 Walter Benjamin, “Kısa Gölgeler I – Platonik Aşk”, Parıltılar içinde, çev. Yılmaz Öner (İstanbul: Belge Yayınları, 1. Baskı, 1990), s. 24.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl