Ana Sayfa Litera Çünkü İnsan Mesuliyettir!

Çünkü İnsan Mesuliyettir!

Çünkü İnsan Mesuliyettir!

Üniversite yıllarımda bir sohbetimizde Attilâ İlhan’a, “şair halktan beslenmelidir değil mi hocam” diye sormuştum. Cevabı kısa, net ve muhteşemdi: “Şiir halktan gelir halka döner. Ancak gelenle giden aynı şey değildir.”

Geçtiğimiz günlerde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi’nin açılışı yapıldı. Türk edebiyatı için faydalı çalışmaların yapılacağı bir merkez olması dileğiyle olumlu karşıladım ve sevindim.

Merkezin müdürü Prof.Dr.Handan İnci, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yeni kuşaklar tarafından okunup sevilmesinde çok büyük emekleri olan değerli bir akademisyendir. Prof. Dr. Handan İnci merkezin kuruluş amaçlarını şöyle açıklıyor:

 Önümüzdeki süreçte yapacağı işler arasında öncelikle Tanpınar Arşivi’ni yayına hazırlamak.

 Hakkındaki çalışmalar için bilgi bankası oluşturmak.

 Yeni çalışmalar için zemin hazırlamak.

 Tanpınar Akademisi başlığı altında toplanan çeşitli seminerler ve konferanslar düzenlemek.

 Romanların ve yazarların İstanbul’u başlıklarıyla gerçekleştirilecek kültür gezileriyle İstanbul’un edebiyat coğrafyasına dikkati çekmek. (1)

Merkezin henüz kendisine ait bir yeri bulunmuyor. Açılışı Gülhane Parkı girişindeki Ahmet Hamdi Tanpınar Müze Kütüphanesi’nde yapılan bu merkezin acilen yerleşik bir mekâna ihtiyacı var. Bu konuda Kültür Bakanlığı belki bir girişimde bulunmayı düşünür, çok da güzel bir gelişme olur.

Bu vesile ile Handan Hanım’a kendi adıma teşekkür etmek istiyorum. Merkezin internet sitesi de ziyaret edilebilir: www.tanpinarmerkezi.com

Ahmet Hamdi Tanpınar, bizim edebiyatımızda sıkça görülen kutuplaşma ve köşe kapma vaziyetlerinden kalitesi ve edebi bilgisi ile kendisini kurtarabilmiş bir yazarımız, aynı zamanda da düşün adamımızdır. Onun kaleminde Balzac’tan Itri’ye uzanan geniş bir kültür yelpazesinin ışıklarını görürüz. Eserlerinde ‘bize ait’ o derin kültürün izleri ve çağdaş edebiyatın tüm unsurları sonsuz bir doğa, şehir ve insan sevgisi harmanıyla karşımıza çıkar. Tanpınar’ın sevdiği en mühim kelimelerden biri ‘dikkat’tir. Ona göre deha, dikkat ve titiz bir çalışma ile beslenmediği sürece hiçbir işe yaramayan boş bir yetiden başka bir şey değildir.

Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi açılış haberini duyduktan sonra kütüphanemdeki Tanpınar külliyatını yeniden okumaya başladım. Neredeyse her sayfada, “ben bunun altını önceki okumalarımda neden çizmedim” dediğim cümleler keşfettim. Günümüzde bazı yazarların kitaplarını, her ne kadar kendimi zorlasam da Türkçeleri sebebiyle okuyamayıp yarıda bırakırım. Fakat Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, günümüzden onlarca yıl önce yazmış olmasına rağmen her defasında zevkle, gürül gürül akan bir nehrin suyuna kendimi bırakırcasına rahatlıkla okuyorum. Bunu sadece onun Türkçesine yoramayız. Bence bu okunurluğun kökeninde, kullandığı Türkçe kadar dilindeki samimiyet ve bu coğrafyanın kılcal damarlarını biliyor olması gerçeği yatmaktadır.

Bu yazıda Ahmet Hamdi Tanpınar’ı derinlemesine incelemeyecek sadece makalelerinden bazı alıntılarla onun edebi görüşleri hakkında bilgi vermeye çalışacağım.

Türk romanında samimiyetsizlik, halkla aynı frekansta buluşamama gibi eleştiriler öteden beri yapılmaktadır. Bakın bu konuda Tanpınar neler diyor:

Binaenaleyh sanatkârlarımızın garplıların tesiri altında kalması keyfiyeti onların muvaffakiyetsizliğinin sebebi değildir. Belki muvaffak olmamaları yüzündendir ki, garplı muharrirlerle olan münasebetleri bu kadar göze çarpıyor.

Şimdi hülâsa edelim:

  1. Türk romancısı zannedildiği gibi bize, kendi memleketimize karşı alâkasız değildir; yalnız bu alaka bizi peşinden sürüklemiyor; sâri değildir.
  2. Türk romancısına izafe edilen garp tesiri altında kalmak keyfiyeti, başka şartlar altında temenni edilmesi lazım gelen bir şeydir ve zaten pek kuvvetle de mevcut değildir. O halde ortada sadece bir muvaffakiyetsizlik vardır ki, bunun sebeplerini başka noktalarda aramak lazım gelir.(2)

Tanpınar, romanımızdaki samimiyetsizlik ve milli edebiyat konularına bir başka konferansta şöyle değiniyor:

Halkımız bizim zannettiğimizden daha çok kesif yaşıyor, seviyor, eğleniyor, nefret ediyor, velhâsıl hayat dediği oyunu bütün ciddiyetiyle oynuyor. Ve biz bunu bilmiyoruz. O kadar bilmiyoruz ki, çok büyük bir muharririmiz günün birinde kendimize mahsus bir hayatımız olmadığı için Rus romanı gibi bir romanımız olmadığını söyledi. Ne hazin yanlış!

Sivas’ın, Kayseri’nin, Kütahya’nın, vatan coğrafyasının her köşesinin kendisine mahsus hayatı var. Yalnız bizim bu hayat hakkında bilgimiz yok. Daha iyisi, bir nevi sevgi kıtlığı bizi onu görmekten menediyor. Demin bilmek en kısa yoldur demiştim. Fakat sevmek daha emindir. Bir kere kendimizi bilmeğe, kendimizi tanımağa ve sevmeğe başlayalım. O zaman milli edebiyat dediğimiz muammanın kendiliğinden halledildiğini göreceğiz. Çünkü o zaman okuduğumuz kitapların kendi ağzımızdan ve haberimiz olmadan konuşmasından kurtulacağız, onun yerine bütün bir mazi, yenileşmiş bir an’ane ve mahpus, gayr-ı şuurda kalmış temayülleriyle çok müessir ve derin iştirakleriyle, sıcak ve kanlı realitesi ile bütün bir hayat konuşmağa başlayacaktır.” (3)

ROMAN HAYATIN PEŞİNDEDİR. ŞİİR İSE BİR TECRİTTİR.

Üniversite yıllarımda bir sohbetimizde Attilâ İlhan’a, “şair halktan beslenmelidir değil mi hocam” diye sormuştum. Cevabı kısa, net ve muhteşemdi: “Şiir halktan gelir halka döner. Ancak gelenle giden aynı şey değildir.”

Romanın, özü itibariyle sokağa şiirden daha yakın olmasının zaruri olduğunu savunan Tanpınar da benzer görüştedir:

Bugünün gençleri şiirde halk ifadesinin peşinde gibi görünüyorlar. Onlara göre Türkçe güzel şiir, sokakta konuşulan Türkçe ile yapılan değil, sokakta konuşulduğu gibi Türkçe ile ve halkın klişe ifadesi ile yazılmış şiirdir.

Bunun kadar yanlış bir şey olamaz. Şiir bir bekâret dünyasıdır. Orada her şey yeni olmak zaruretindedir. Halktan gelecek şey lugatın kendisidir. Yoksa ifade şekli değildir.

Halkın dilindeki ifade kendi başına ayrı bir sanat eseridir. Chatterton, Charles Dickens için yazdığı bir biyografide bu romancının bir kahramanının ağzından çıkan ‘sokağın anahtarına sahipsiniz’ sözü ile onun sanatı ve hatta mizacını izah eder. Hakikatte bir romancı sokağa, halka ne kadar yaklaşırsa o kadar kazanır. ‘Sokağın anahtarını’ kendisinde bulan romancının, sanatkâr doğmak şartıyle, kaybetmesi ihtimali yoktur. Fakat şiir ile roman aynı şey değildir. Roman hayatın peşindedir. Şiir ise bir tecrittir. Birisi hayata doğru yürür. Öbürü ‘mutlak’ın peşinde koşar.(4)

Hem batılılaşmak fikrini savunanların hem de bu anlayışa karşı gelişen “eskiye dönme” refleksinde olanların karşısındadır Tanpınar. Bakın ne diyor: “Dedelerimizin büyük meziyetlerini, hayatlarının kendilerine has ve gerçek oluşu yapıyordu. Garp medeniyetinin büyük meziyeti de bir realitenin mahsulü olmasında ve inkişafını onunla beraber yapmasındadır. Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de Garp’tadır; önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır.” (5)

ÇÜNKÜ, İNSAN MESULİYETTİR!

Tanpınar’ın sadece bir edebiyatçı değil aynı zamanda ‘düşün adamı’ olduğuna yukarıda değinmiştik. Türkiye’deki eğitim ve köy enstitüleri konusunda da fikirlerini açıkça yazıyor:

Eğitim yolu ile hiçbir şey elde edemeyiz. Meğer ki, terbiye ve tahsil memleket realitesine dayansın. Yani evvela memleketi bilelim, onun ihtiyaç ve imkanlarına göre mıntıkalara ayıralım, bu ihtiyaçları karşılayacak insan yetiştirmeği hedef tutalım. Zaten milli eğitimden de bunu anlarım. Yoksa çocuğumuzu, yedi yaşından yirmi bir yaşına kadar zamanında bir nevi öğretim baremine bağlamayı değil.

Köy enstitülerinin en büyük kusuru memleket bilgisine dayanan planlı bir çalışmaya yardımcı olarak kurulmamış olmasıdır. Memleketi yekpâre zannettikçe hatadan kurtulamayacağımızı unutmayalım.

Aydın ne zaman köye faydalı olur? Bilmek şartıyla, milli davaların hatası olduğu zaman.

Bir vatanı olmak çok mesut bir mazhariyettir. Fakat onun mesuliyetlerine yükselmek şartıyla. Çünkü, insan mesuliyettir!(6)

O ŞAİR GELMESEYDİ CEMİYETİMİZDE BİR ŞEYLER EKSİK OLUR MUYDU?

Şiire gelecek olursak, orta ve yakın edebiyat tarihimizde -nacizâne tespitim- iki çeşit şiir meraklısı kesim vardır. Bu iki kesim de kendilerine gayet rahat bir şekilde ‘şair’ demektedir. İlki, genellikle belli bir yaşa gelmiş ancak adını kimselere duyuramamış, bu sebeple beyin yerine ego taşıyan, kitap fuarlarında arkadaşına, emmioğluna üç beş kitap imzalayınca düşük doz da olsa uyuşturucu almış gibi geçici bir tatmin yaşayan kesim. İkinci kesim ise, mâli yönden kalbur üzeri sayılabilecek yayınevlerine kapağı atmış, Bağcılar’da yıkık bir duvara yazsanız üzerine köpeklerin bevledeceği üçüncü sınıf aforizmalardan oluşan kitaplarıyla best-seller raflarında duran, konuyu Nâzım Hikmet’e filan getirseniz hemen ‘eril edebiyat’ diyerek söze başlayan ve laf kalabalığından başka bir şey söylemeyen kişilerdir. Fazla uzattım sanırım, sözü yine Tanpınar’a verelim:

Bu şiir gerçekten şiir mi? Gündelik hayattan kullandığımız sözü, o piyasa ve karışık pazarlar akçesini saf bir sanat malzemesi haline getirmiş mi? Ondan ayrı bir teşekkül yaratmış mı? Bu şekil, tekamül zincirinde yeni bir halka mıdır? Bize bir ufuk açıyor mu? O şâir gelmeseydi cemiyetimizde bir şeyler eksik olur muydu? Peyzajımızı, insanımızı, tarihimizi, kendi kalbimizi ondan sonra tanıdığımız gibi tanır mıydık?

Aşk, ölüm, hayat, vatan gibi büyük mefhumlar, hayatın etrafında döndüğü mihverler onun gelişiyle mânâlarını değiştirdi mi? Sonra söyleyişin kendisi? Mısrada uçuyor mu? Söz, musikiye ve kaidelerine muhtaç olmadan bizde teganni ediyor mu? Bir şiir bunları yapıyorsa, o şiir milli dehanın ölçüsündedir ve bundan iyi de dünya ölçüsü bulunmaz.” (7)

Tanpınar’ın yukarıda söylediği, “o şâir gelmeseydi cemiyetimizde bir şeyler eksik olur muydu” cümlesi, bugün de bizlere ‘şair’ diye yutturulmaya çalışan bombardıman karşısında önümüzü göreceğimiz yol gösterici cümlelerden biridir.

Konuyu toparlayalım. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi ülkemiz edebiyat alanındaki önemli bir boşluğu dolduracaktır. Şunu da belirtmeden geçmek istemiyorum, ben Ahmet Hamdi Tanpınar ile Orhan Pamuk arasında doğrudan bir bağ kuranlardan değilim. Bu merkezin açılışında Orhan Pamuk’un konuşma yapmasını da -ne yalan söyleyeyim- yadırgadım. Orhan Pamuk’u eleştirmek değil amacım. Bu yazının amacı da bu değil zaten. Sadece, hem Orhan Pamuk’u hem de Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okumuş olan bir edebiyat sever olarak ikisi arasında bağ kuramıyorum. ‘İstanbul sevgisi ’ denebilir ama ben Tanpınar’ın İstanbul’u ile Orhan Pamuk’un İstanbul’unu aynı kefeye koyanlardan değilim. Daha açık söyleyeyim, benden yaklaşık seksen-doksan sene önce yazmış olmasına rağmen Ahmet Hamdi Tanpınar’ı sanki yakın bir arkadaşımla dertleşir gibi anlıyor ve özümsüyorum. Orhan Pamuk benimle aynı dönemde yazmış olmasına rağmen kendisiyle o bağı kuramıyorum. Cümle yapısı, edebi ayrıntılar, uluslararası değer görme vs. hepsi önemlidir elbet, ancak asıl olan sizden yüz sene sonra yaşayacak okurunuzla bile o organik, sıcak bağı kurabilmektir. Ahmet Hamdi Tanpınar yaşasaydı, Orhan Pamuk için ne derdi, tahmin etmiyor da değilim.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ı makalelere sığdırmak doğal olarak imkansızdır. O, çağını aşmış bir yazar ve fikir adamıdır. Bizler onun değerini yıllar geçtikçe daha da iyi anlayacağız.

(1) Doğan Hızlan, Hürriyet 21 Aralık 2017

(2) Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler , Dergah Yayınları, 2. Baskı Eylül 1977, sf.48

(3) Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler , Dergah Yayınları, 2. Baskı Eylül 1977, sf.93

(4) Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler , Dergah Yayınları, 2. Baskı Eylül 1977, sf.323

(5) Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yayınları, Hazırlayan: Dr.Birol Emil , sf. 34-35

(6) Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yayınları, Hazırlayan: Dr.Birol Emil , sf.45-46

(7) Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet Gazetesi, 12 Aralık 1947

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl