Ana Sayfa Kritik EDEBİYATIN GÖRÜNTÜSEL YAPISI

EDEBİYATIN GÖRÜNTÜSEL YAPISI

EDEBİYATIN GÖRÜNTÜSEL YAPISI

Edebiyat yapıtları, yazarın görebilme yeteneğine bağlı olarak -az ya da çok- görsellik içerirler, okur imgeleminde. Burada düş gücü devreye girer doğal olarak. Bizden örneklersek, Murathan Mungan‘ın “Sahtiyan”ı buna önemli bir örnektir. Selim İleri‘den Yaşar Kemal‘e, ondan Orhan Pamuk‘a kadar, anlatım biçimiyle bize görsellik sunan yazarlar vardır. Burada elbette evrensel yazarların ‘sözcüklerle görüntü çizmesi’ inkâr edilemez bir gerçeklik. Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı, yüzleri bulan kahramanı, binlerce figüranı olan bir sinemasal yapıt gibi parlıyor belleğimizde. Elbette Dostoyevski‘nin “Beyaz Geceler”i de, görüntüsel çok şey sunar, duyarlı ruhlara. Ancak ne olursa olsun, edebiyat  dili, sözcüklerle sınırlıdır ve biz gerçek görüntüsel yaratımlara ihtiyaç duyarız. Tarih boyu resim, heykel, mimari gibi sanatlar bu görsel dili sunmada bize büyük olanaklar sağladılar. Sinemanın bu işin içine girmesi ise geç ama görkemli olmuştur.

Alain Robbe-Grillet/ Resnais işbirliğiyle, edebiyatın sinemaya ne tür değerli bir katkı yaptığını, öncü yapıt “Last Year at Marienbad” (1961) filminde gördük. Bu filmde kavramsal ve gelecekçi bir yapı sergilenir. Figürler mekana bir “land art” çalışması gibi yerleştirilmiştir. Vizördeki denge ise resimsellik içerir. Plastik yapının sinemada ne kadar değerli bir özellik taşıdığını bu tür yapıtlar bize açık bir biçimde gösterir. Resim sanatına alabildiğine egemen olan Akira Kurosawa ise bize yine aynı dengedeki yapıtlar sunar. Bu, “Dreams”de de, “Seven Samurai”da da öyledir. Sinemanın keşfedilmesinden çok çok önce, dramatizenin dilini bize tiyatro daha iyi yansıttı. Tabii ki bu da estetik bir ihtiyaçtı.

W.Shakespeare‘den şiirsel bir uzanışla Henrik Ibsen‘e yönelen ‘görüntüsel/içsel’ anlatım biçimleri, Eugene O’Neill, Thornton Wilder gibi çağdaş yaratıcılarla çok özel bir dil yakaladı. Sinemanın onlardan aldığı şeyler de var, sahip olduğu avantajlar da. Sinemanın özelliği, resimsel görsellikle felsefeyi birleştirme şansıdır. Bu görsellik, Darren Aronofsky’nin “Black Swan”ında hareketli kamera teknikleriyle daha derin anlamlar sunar bize. Roy Andersson’un, felsefi derinlik açısından son derece şaşırtıcı yapıtı “Sonsuzluk Üzerine/About Endlessness” grileriyle-mavileriyle renksel bir bütünlük sağlarken, anlatım dili olarak, edebiyatı da felsefeyi de içinde bulunduran, bir anlamda bu çağı tanımlayan kavramsal bir yapıt. Durağan figürler içinde tek ya da ikili eylemler (anlatımlar)  dikkati olaya çeviriyor. Estetik algı, bu şekilde gerçekleşiyor. Bu anlatım biçimi ise modern edebiyata da bir şeyler katan bir tarz.

Örnekler çok: Sinemada şiirselliği bize, “Gecenin Kapıları” ve “Cennetin çocukları‘ filmleriyle sunan Marcel Carne ise görsel yapıya imgesel bir boyut katıyor. Şiir-sinema bütünlüğü bu şekilde oluşuyor ve belki de Tarkovski sinemasına bir tür temel oluşturuyor bu çizgi.

Özetle, edebiyat dilinin yetersiz kaldığı dönemde, plastik/görsel nesne devreye giriyor; tiyatro ise, biçimsel yapıdan önce, öncü bir işlev üstleniyor; sinemanın keşfi ise hem içinde edebiyat barındıran bir yaratıma katkı yaparken, kendi dinamiğiyle de kendi iç görselliğine dokunuyor. Balzac, Stendhal, André Maurois ve benzeri birçok yazarın yapıtları, geleceğin ‘çok olanaklı’ sanatsal yapısına alabildiğine özgür bir temel oluşturdular. Bu inkâr edilemez bir şey. Edebiyat dili, sinemasal dil ile birbirini tamamladıkça da; birbirlerine zıtlık içerdiğinde de, çağın sanatına dokunmak gibi bir işlevi üst bir dil olarak daha kolay ön plana çıkarabiliyor. Sanatların birbirini tamamlaması ise teknoloji çağında vazgeçilmez bir gereklilik. Sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmadığımız sürece, edebiyatı onun içine sokmakta bir sakınca yok. Estetik zenginliğin bir bakıma tanımı da bu. Yine sanatların birbirinden pek çok şey alarak, kendi biçimselliğini oluşturması da kaçınılmaz bir şey.

Bir şiirin, bir romanın, bir öykünün görüntü çizerek okura ulaşması, aslında o yapıtın, imgelemde yarattığı gerçeklik algısının başarısıyla ilgilidir. “Vadideki Zambak“ta Balzac’ın yarattığı doğa tasvirlerinin büyüsü ise bu algısallıkla, ve de bu başarıyla ilgilidir.

Sinema üzerine yazan biri olarak, pek çok büyük yazarın sahneler, dekorlar kurup oyuncularla, figüranlarla, daha önemlisi, ‘estetik ve kurgusal mekânla’ estetik bağ oluşturma eylemini büyük bir zevkle izliyorum.

Evet, edebiyat da çoğu kez görseldir. Bunu bilenler, okur da olsalar, yazar sa olsalar şaheser yaratmakta üst bir zekâ sergilerler. Bizi iyi edebiyatın içine çeken şey de bu.

 

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl