Ana Sayfa Litera Efendilere Misilleme

Efendilere Misilleme

Efendilere Misilleme

Efendim, Europa’nın kaçırılışı öyle pek de sanıldığı gibi tanrılara layık bir aşk hikâyesi değildir.

Bilakis Zeus -bizi bu hitabımızdan ötürü affetsin- bir yalancıdır. Onun efendiliği aşkının, bu derin hazzın uğruna gerçekleştirilen büyük bir aldatmacadır.

Hikâye Zeus’un Europa’yı görüp ona âşık olmasıyla başlar. Zeus kılık değiştirir, bir boğaya dönüşür ve o esnada nedimeleriyle eğlenen Europa’nın yanına sinsice sokulur. Pek etkileyici bir boğa olmuştur kendisi; bu sebeple Europa büyülenmiş bir şekilde ona yaklaşır, onu sever, okşar ve en sonunda onun üstüne biner. Biniş o biniş, Boğa-Zeus denizin üzerinden ufka doğru koşmaya başlar. Europa başlarda istekli gözükmüşse bile yol boyunca kendilerine eşlik eden diğer tanrıları görmesiyle keyfinin kaçtığı ve inmek için yalvardığı söylenmektedir fakat nafile, efendi Zeus sırtına aldığı aşkını bırakır mı hiç!

Evet, Zeus bu noktada efendi konumundadır. Nitekim olaylar sadece onun kararları ve istekleriyle gerçekleşmektedir, Europa’nın isteklerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Yalanla, kandırmacayla, kılık değiştirmeyle efendi olmuştur kendisi; çaresiz Europa ise onun kuşkusuz esiri konumundadır.

Europa ölümü bile göze alacak kadar cesur olabilseydi ve bu tehlikeli yolculukta Zeus’un sırtından atlamaya yeltenseydi belki o vakit esir olmaktan kurtulabilirdi.

Öyle ki Europa belki atlayıp kaçabilirdi yahut belki de ölümle burun buruna gelince aşığı Zeus Europa’yı kaybetmekten korkup onun isteklerine boyun eğmek zorunda kalırdı.

Zaten ölüm kurtuluşların, özgürlüklerin en büyüğü değil midir? Belki de böylece Europa efendi, Zeus ise onun kölesi olurdu.

Yaşamak kölelik olur…” der Montaigne, “ölme özgürlüğümüz olmazsa…”

Ölümden, efendilikten ve kölelikten bahsetmişken Robert Louis Stevenson’ın yazdığı İntihar Kulübü kitabının ilk bölümü olan Kremalı Turtaları Olan Genç Adamın Hikâyesi’nden bahsetmemek olmaz. Nitekim burada ölmeye cesaret edenler, efendiler ve köleler arasında gelgitli bir ilişki vardır.

Hikâyede Prens Florizel ve onun davetlisi Albay Geraldine bazı akşamlar kendilerini eğlendirmek üzere kılık değiştirerek halkın arasına karışmakta ve çeşitli maceralara atılmaktadırlar. Bunlardan birinde barda tanıştıkları bir genç aracılığıyla bir kulüpten haberdar olurlar. Malum, Prens Florizel bir efendidir, Albay ona karşı gelemez ve kulübe üye olurlar. Kulüp çeşitli nedenlerle intihar etmek isteyen ama bunu tek başına beceremeyen insanlardan oluşmaktadır. Bu sebeple bir oyun oynanır. Oyunun sonucuna göre bir kurban ve bir katil seçilir. Katil, oyuna katılmayan ve sadece oyunu yönetmekten ve kulübü organize etmekten sorumlu olan başkan tarafından verilen talimatlara uyarak kurbanı öldürecektir. Kurbanların ve katillerin birbirlerinin kölesi mi yoksa efendisi mi oldukları tartışmaya açık olsa bile başkanın oranın gerçek efendisi olduğu aşikardır.

İlk oyundan önce şampanya içilmektedir ve bu sırada hapisteyken zehir içerek intihar eden Baron Trenck’in tabuta konuluşunu işaret ederek şöyle bağırır biri: “Küçük hücresinden çıkıp daha da küçük bir hücreye girerek özgürlüğüne kavuştu.”

Hapisteyken bir esir olan, hapishanenin bir malı sayılabilecek kadar özgürlükten uzak Baron Trenck ölümü göze almıştır. Bu cesareti onu hapishanende esir olmaktan kurtartmıştır. Öyle görünüyor ki, İntihar Kulübü üyelerinin de amacı işte bu kurtuluştur.

Prens oyuna katılmakta hâlâ ısrarcıdır. Öyle ki Albaya sıra kendisine gelse bile buna engel olmayacağı konusunda yemin ettirmiş, ona bu emri vermiştir. Albay, Prens’in kölesidir ve kuşkusuz bu emri yerine getirmek zorundadır.

Kulübün üyelerinden Bay Malthus içinse durum biraz farklıdır. Kendisi yaşamdan keyif almanın yolunun korkudan geçtiğini söyler ve kulübe bu sebeple üye olduğunu belirtir. Bu oyunun bir parçası olacak cesareti göstererek sıkıcı hayatına renklendirmekle kendisinin efendisi olduysa bile gerçekten ölmeyi göze alacak kadar cesur değildir ve bunu açıkça ifade etmektedir: “Ben korkağın tekiyim!”

Fakat oyunun sonunda ölüm sırası ona gelir. Ne kadar istemese bile başkan ve katili onun efendisidir, kendisi bir köledir, karara karşı çıkamaz ve oyun kuralları gereği ölümü emredilmiştir. Cinayete kurban gider.

Bir sonraki oyunda ise Prens kurban seçilir. Başkan her şeyi organize etmiştir…

Neyse ki Prens korku içinde arabasına binerken Albay araya girer ve onu alır, böylece Prens’in öldürülmesini engellemiş olur. Geraldine Prens’in emirlerini yerine getirmemiş, onu kurtarmak üzere plan yapmıştır. Başkanı ise cezalandırılmak üzere saraya götürmüştür. Albay efendisine, Prens’e itaat etmemiş ve onun kendisine minnettar olmasını sağlamıştır. Efendi o an için Geraldine’dır Prens ise köledir. Öyle ki Prens müteşekkir olmuş, Geraldine’a onun için ne yapabileceğini sormuştur.

Hikâyenin sonunda Prens yemininden döner. Prens yalancıdır. Başkan’ı cezalandırmaya karar verir. Kulübü kapatır, üyelere ise onları hayata bağlamak üzere iş olanağı sağlar. Prens kısa bir aradan sonra yeniden efendi olur, korkak başkan ise onun bir nevi kölesidir artık. Kaderi prensin ellerindedir.

Karakterler farklı zamanlarda ve farklı durumlarda bazen yalanla bazense cesaretle kölelik ve efendilik arasında gidip gelmektedirler…

Eh, zaten Muhibbi çok evvel söylemişti:

Gamına gamlanıp olma mahzun

Demine demlenip olma mağrur

Ne dem bâki ne gam bâki… Ya hû!

An gelir efendiler köle, köleler efendi olur…

Efendiliğe soyunmak ise her zaman ölümü göze almak kadar uzaklarda değildir elbette. Çoğu zaman sadece yeterli cesareti gösterebilmek de insanı efendi yapabilir.

Alman medya şirketi RTL’in haberleştirdiği ve İsviçre’de gerçekleşen olayda esnaf Danilo Chiaruzzi içinden on Euro çıkan bir mektup almıştır. Bu, 12 yaşındaki İsviçreli bir çocuk tarafından bir özür ve itiraf mektubudur. Çocuk yanında parası bulunmadığı için mevzubahis marketten çikolata çaldığını itiraf etmektedir. “Tanrıyla ve yarattıklarıyla barış istediğim için…” diye devam etmektedir mektubu. Yaptığı hırsızlık yüzünden vicdanının sızladığı ve bundan pişman olduğu çok açıktır.

Kendisi kuşkusuz vicdanına esir düşmüş, kötü duygunun kölesi olmuştur. Aldığı şey daha değerli bir ürün olsa ve kendisi bir yetişkin olsaydı belki somut anlamda cezalandırılabilir, gerçekten esir olabilirdi bile. Fakat çocuğun dükkân sahibini karşısına alacak cesareti göstermesi ve itiraf edip özür dilemesi onu yüceltmiştir. Bundan haberdar olan neredeyse herkesin saygısını kazanmıştır. Nitekim İtalyan esnaf çocuğu ödüllendirmek, onun elini sıkmak için ona bir davetiye göndereceğini bile söylemiştir. Çocuğun cesareti onu kölelikten efendiliğe yükseltmiştir.

Fakat doğruluk, iyi olmak ve bu cesareti gösterebilmek sanılmasın ki her zaman insanı kölelikten kurtarır, onu efendi yapar. Bilakis bazen yalanla ve dolandırıcılıkla bile olsa gücü elinde tutan efendi olur, köle ise köle kalır.

Dolap Beygiri filminde Şener Şen’in canlandırdığı Yakup ile İlyas Salman’ın canlandırdığı Ali karakterleri işte tam da bu durumu ortaya koyarlar.

Ali doğruluk peşinde koşan, haksızlığa göz yumamayan, biraz da saf ve her zaman dürüst olmaya çalışan, çekingen bir karakterdir. İstanbul’a gelip işe girdiğinde görür; çevresindeki herkes hile ve düzenbazlıkla daha fazla kazanç elde etmenin peşindedir. Bu düzenin parçası olacak cesareti gösterememekte midir yoksa aksine düzene karşı çıkacak kadar cesur mudur bilinmez fakat kendisi bu hileli düzene karşı gelir, bunun bir parçası olmaz ve buna göğüs gerer, doğruluk peşinde koşar; bu yüzden pek çok kez kaybeden tarafta olur.

Nitekim bu “kaybeden” hissi sadece iş hayatında boy göstermez. Sevdiği kız ile aynı evde yalnız kaldıklarında da ona tam açılacakken cesaretini kaybedip sevgisini dile getiremez ve onunla konuşur, kendisinin bir korkak olduğunu ifade eder. Sürekli kaybetmenin ve başaramamanın üstünde yarattığı tatsız duygunun düpedüz esiridir artık. Kendisi her zaman kollanmaya muhtaç, başkalarının emrinde olan bir karakterdir. Bize bir köleyi anımsatır.

Önceden amcası Yakup ile yaşadıkları evde şimdi yalnız kalmasının sebebiyse Yakup’un düzenbazlığıdır. Yakup kurnaz, hilebaz hatta dolandırıcıdır öyle ki mahalleliden para kaçırdığı için izini kaybettirerek bir gecede eşiyle birlikte evi terk eder.

Ali, Yakup’un herkesi dolandırdığını öğrenmesine rağmen ona yine de güvenir. Onu bulur, yanına yerleşir fakat Yakup yine yeni çevresini ve dahası Ali’yi ve hatta sevdiği kadınını-eşini dolandırır. Ali sonunda gerçeği farkına varır fakat Yakup’un kendisine oynadığı oyun yüzünden hapsi boylamıştır. Çaresizdir. İntikam ister. Hapisten çıktıktan sonra Yakup’u vurmaya gider.

Ali’nin kız kardeşi yani Yakup’un eşi de artık Ali ile aynı taraftadır. Fakat Ali, Yakup’u tam vuracakken kız kardeşi kocasında daha fazla para olduğunu ve paranın yerini bilmediğini anlayınca Ali’nin Yakup’u vurmasını engeller, onu ikna eder.

Ne mi olur? Efendi efendidir, köle ise köledir. Son sahnede Ali, Yakup’u sırtına alır ve onu eve doğru taşımaya başlar. Bazen doğruluğun gerektirdiği cesaret efendi yapar, bazense Yakup gibi yalan dolanla efendi olunur.

Efendilikle kölelik arasında çoğu zaman gelgitli bir ilişki olsa da genellikle efendi efendi kalır, köle ise köle…

Kölelik ve efendiliğin kaderinin bu tatsız hâli ise Marivaux’nin eseri Köleler Adası’nda da görülür.

Issız bir adaya bir deniz kazası sonucu efendiler ve onların köleleri esir düşerler. Burası sıradan bir ada değildir, nitekim adayı eski köleler yönetmektedir; buraya esir düşen efendiler köleleriyle rolleri değişmek zorundadırlar, efendiler köle, köleler efendi olurlar. Oyun bir süre boyunca bu şekilde devam eder. Köle konumuna düşen efendiler bundan büyük bir ruhsal acı duyarlar, böylelikle bir süre sonra derslerini alılar, artık kölelerini öylesine aşağı görmeyeceklerdir. Zaten eski köleler de yeni rollerini pek uzun sürdüremezler. “Zira ben sana benzemiyorum, senin sırtından mutlu olacak yürek yok bende.” demektedir eski köle Arlequin efendisine. Nitekim Arlequin’i tekrar köle kıyafetleri içinde gören, şimdilerde efendiliğe soyunmuş fakat aslında bir köle olan Cleanthis şaşkınlıkla sorar bunun nedenini. Arlequin ise şöyle cevap verir:

Çünkü benim kıyafetlerim sevgili dostuma dar, onunkiler de bana boldu.”

Adanın yöneticisi Trivelin ise ekler: “Şayet işler bu şekilde gelişmeseydi, efendilerinizin acımasızlığını cezalandırdığımız gibi sizin alacağınız intikamı da cezalandıracaktık.”

Mesele efendi olmanın varoluş itibariyle hatalı bir eylem olması değil, kölesine büyük acı çektirmenin, cezalandırılmayı hak eden türden davranmanın uygunsuzluğudur.

Sosyal koşullardaki farklılık tanrıların bize dayattığı sınavdan başka bir şey değildir.” diye toparlar sözlerini Trivelin.

Fakat yazar/filozof Voltaire de unutulmaması gereken bir sözüyle adeta bize göz kırpar:

Tanrı yoktur ama sakın bunu hizmetkârıma söylemeyin…” demektedir kendisi…

Bir yazı ile okuru arasında da -söz meclisten dışarı- çoğu zaman işte böyle bir ilişki vardır.

Heyhat, yazar bazen doğruyu söylemekle, çoğu zaman da laf cambazlığıyla yazısını yazarken; okuyucu ise yazıyı karşısına aldığında kendini çoğu zaman efendi görür.

Fakat böylesi hazza düşenin vay haline… Nitekim Marivaux oyunun sonunda aşağıdaki vodville sanki buna cevap vermektedir:

Hayatta özgürlük diye bir şey kalmaz

Haz bize yön verdiğinde,

Akıl isyan eder.

Ama ikisi de yok bende,

O hâlde yaşarım keyfime göre.

Hepimiz bu şiiri okumadık mı!

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl