Ana Sayfa Kritik Fazla Güzel Yazmak Meselesi

Fazla Güzel Yazmak Meselesi

Fazla Güzel Yazmak Meselesi

Bir kişinin güzel konuştuğunu söylediğinizde, bunu neye dayandırırsınız? Verdiği bilgilerin sağlamlığına, onları yaratıcı biçimde ilişkilendirerek tutarlı düşünce geliştirmesine, hikâye anlatıyorsa atmosferini hissettirerek sizin hayatınızla da ilgili bir tema işlemesine mi? Yoksa sözcükleri telaffuz edişine, ses tonunu kontrollü kullanmasına, duraksamadan akıcı biçimde cümleleri peş peşe sırlamasına mı? Nasıl anlattığını dikkate alarak mı güzel dersiniz konuşanın sözlerine, ne anlattığına bakarak mı?

 

Güzel konuşuyor dediğinizde, genellikle konuşanın anlattığı şeyi beğendiğinizi belirtmiş olursunuz. Anlatım unsurları, daha çok, kusurlu olduğunda dikkatinizi çeker. Yani dinlediğiniz kişinin telaffuzu veya ses tonu bozuk olunca, konuşmasının güzelliğini bozar; bu yönlerden iyi olması ise, anlatıma değil, anlatılana yönelmenizi sağlar. Öyleyse, “Anlatımın kendine dikkat çekmesi bir sorundur.” diyebiliriz.

 

Benzer durum aslında sinema, resim, müzik ve diğer alanlarda da geçerli. O sektörde çalışan bir kişi olarak mesleğimizin nasıl uygulandığını inceleyen bir gözle bakmazsak, filmin nasıl çekildiğini, müzikte hangi tekniklerin kullanıldığını konu etmeden, ağırlıklı olarak, anlatılan şeyin bize etkisini hissederiz. Anlatım, bizde etki yaratmak açısından kuşkusuz belirleyicidir, ama bir izleyici-dinleyici olarak algımızı anlatılana yoğunlaştırırız. Güzel bulduğumuz bir filmi arkadaşımıza önerirken, çoğu zaman, sadece ne anlatıldığından söz ederiz, bizde yarattığı duyguları ve düşünceleri açıklarız; bunu nasıl bir teknikle başardığını konu etmeyiz.

 

Ne var ki edebiyat alanında, okurun asıl ilgi alanı sanki hikâyenin veya düşüncenin özü değil de anlatım biçimiymiş gibi yaklaşımlar epeyce yaygın. Hatta “okur geliştikçe yazarlığa yaklaşır” veya “yazarlık okurluğun ileri aşamasıdır” gibi yanlış kanılar iyice yerleşti okuryazar kesimde.

 

Bu nedenle, “edebiyatsever” veya “kitapsever” kavramını netleştirmekte fayda var. Edebiyat okuru olarak asıl ilgi alanımız, edebiyat değildir; içinde yaşadığımız hayatla bağımızı kurmanın bir yolu olarak tercih ettiğimiz için edebiyata yönelmişizdir. Yani edebiyatı, ne yaşadığımızı anlamanın, hayatı deneyimlemenin, gerçekliği algılamanın bir yolu olarak gördüğümüz için okuruz; nasıl yazıldığını incelemek için değil.

 

Buna rağmen, edebiyat alanındaki yayınlarda, söyleşilerde, çalışmalarda “sektör içi iletişim” niteliğinde olanlar fazlasıyla ağırlıklı hale gelmiş durumda. Bunu dergilere göz atarak da görebiliyoruz.

 

Örneğin, elektrik alanında yayın yapan bazı dergiler var. Frekans kontrol teknolojisiyle, elektrik motorlarının devir ayarlamasında yeni geliştirilen yöntemleri falan anlatan yazılar yayınlanıyor. Aynı şekilde, kimyagerlere, kimya mühendislerine veya o alana meraklı özel okurlara, uzmanların çalışmalarını ulaştıran dergiler de yayınlanıyor. Ziraat, tıp ve başka birçok alanda da aynı türde dergiler çıkıyor. Buralarda yazanların “halk bizi niye okumuyor” diye yakındıkları görülmemiştir. Öyle bir derdi olanlar, zaten “popüler bilim” türü bir çizgi benimsemiş yayınlarda anlatıyorlar meramlarını.

 

Bu konuda edebiyat alanında bir kafa karışıklığı var gibi. Gündelik hayatın koşuşturmasına dalmış insanlara mı hitap edeceğiz çalışmalarımızla, yoksa “sektör dergilerine” benzer bir mantıkla, edebiyata dair konulara mı yoğunlaşacağız? Hangisini istiyorsak, hangisine gerek duyuyorsak onu tercih edebiliriz tabii. Ne var ki, kendi aramızda yazışmalar-tartışmalar niteliğindeki çalışmalarımızın okurun ilgisini çekmesini beklemek anlamlı olmaz.

 

Oldukça uzun zamandır devam eden bu kafa karışıklığı ortamından dolayı, okur algısı da bozulmuş durumda. Bunun bir yansıması memleketin kitap piyasasındaki çok şaşırtıcı satış rakamlarında görülüyor. Her yıl 5-10 tane edebiyat kitabının satışı, dünya ortalamasının çok üzerinde gerçekleşiyor. Daha ilk aylarda yüz binlerce satışa ulaşan edebiyat kitaplarına dünyanın hiçbir yerinde pek kolay rastlanmadığını biliyoruz. Bizde uzun yıllardır var. Öte yandan, pek açıklanmasa da, yaptığımız editörlük çalışmaları gibi vesilelerle haberdar oluyoruz; yıl boyunca 42 tane, 16 tane satan kitaplar hiç de istisna oluşturmuyor. Galiba, bir yıl içinde yayınlanan binlerce kitaptan, satış sayısı üç haneli rakamları aşmayanların oranı, yüzde doksanın üzerinde.

 

Memlekette milyonlarca okur var. Etkinliklere ve özellikle de fuarlara, bazen izdiham gibi katılımlardan biliyoruz onları. Onların büyük çoğunluğunun yılda 5-10 civarında kitap okuduğunu da gözleyebiliyoruz. Karşılarına çıkan (çıkarılan) az sayıdaki “çok satan iyi kitap”ları kaçırmıyorlar. O kitaplar dışında da okuyanların çok büyük kısmı ise, gündelik hayatına mola vermek duygusuyla okuyor.

 

Böyle bir ortamda, anlatımın aşırı önemsenmesinin, birbirini güçlendiren iki nedeni var galiba. Biri, edebiyatın hayata dair meselelerden uzaklaşmasını tercih eden ve bu yönde bir okur beğenisi yaratma çabasında epeyce yol alan egemen anlayış. Türkiye’de 12 Eylül Darbesi’nden sonra tek yönlü biçimde yayılan liberal görüşler, dünyadaki Sovyetler sonrası havayla birleşince, öyle bir okur beğenisi yaygınlaşmaya başlamıştı. Zaten hiçbir edebiyat anlayışı dünya görüşünden bağımsız olamaz. Olabilir diyenler de, aslında yine bir dünya görüşünü dile getiriyordur.

 

Özellikle 1990’lardan sonra hızla yayılan bu anlayışa göre iyi edebiyat sizi “alıp başka dünyalara götürür”. Yaşadığınız hayata dair düşünceler, akıp giden hayatın hikâyeleri değildir, edebiyatın konusu. Ya edebiyatın kendisi bir konu olarak ele alınır, metinlerarasılık, üstkurmaca falan gibi meseleler, hayatta bir karşılığı olmayacak açılardan irdelenir, ya da edebiyat bir tür oyun ve dinlenme aracı kabul edilir. Bu durumda, tıpkı şarjı biten elektronik aletlerin şarj edilip tekrar sahiplerine faydalı hale getirilmesi gibi bir işlev görür edebiyat. İstemediği koşullarda çalışan ve öyle yaşayan insanları başka dünyalara götürüp oyalar, eğlendirir; tekrar “normal” hayatına dönüp sorgulamadan devam etmeleri için şarj eder.

 

İkinci neden olarak da, yine buna bağlı bir gelişmeden söz edebiliriz. Bir şey anlatmaktan veya hayata müdahale etmekten bağımsız olarak yazmak, daha doğrusu, yayınlamak, kendi başına bir amaç haline geldi. Yayın organlarının karşılayamayacağı miktarlarda başvuru oluşuyor. Bu nedenle, yazı atölyeleri yaygınlaşıyor, yazma tekniği anlatan kitaplar epeyce ilgi görüyor. Kendini “yazar adayı” kabul eden insanlar sürekli çoğalıyor. Ve edebiyat ortamında, yazarlar arası bir iletişim eğilimi yükseliyor. Yükseldi.

 

Başka ve daha kapsamlı tespitler de yapılabilir, ama açık bir gerçek ortada: Güzel yazmak, içeriğe uygun anlatım geliştirmekten bağımsız bir çaba haline gelmiş durumda. Öz’e en uygun biçimi ve üslubu yaratmaktan çok, biçimsel kaygılar dikkat çekiyor. Bunun sonucunda da, o metnin niteliği haline gelemeyen bir “güzellik” durumu ortaya çıkıyor. “Fazla güzel” gibi bir duygu veriyor öyle metinler. Gereksizce süslenmiş gibi. Hatta bazıları için “rüküş” denebilir.

 

Ne yazık ki, bunu çağımızın bir sorunu olarak görmemize neden olan sorular geliyor aklımıza. Örneğin… Fazla güzel yazmasa bir yazar, saf ve derin hikâyelerini memleketin büyük yayınevlerine kabul ettirme olasılığı azalmaz mı? Metinlerdeki dil ve anlatım titizliğini, bir öz’ü yansıtmasa da, iyi edebiyatın tek ölçütü kabul eden ödül jürileri, öyle yapıtların değerini takdir eder mi? Ve okur, edebiyat sektörünün bir elemanı gözüyle değil de, gerçek okur gibi okuyabilir mi?

 

Bu sorulara mutlaka umutlu yanıtlar da verilebilir. Okur niteliklerimizi korumak, gerçekliğin hikâyelerini yaratan duyarlı yazarların “piyasada” varlığını sürdürmelerine de katkı sağlayacaktır.

 

zaferxkose@gmail.com

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl