Ana Sayfa Kritik Giorgio Agamben’in Koronavirüs Bilgisizliği

Giorgio Agamben’in Koronavirüs Bilgisizliği

Giorgio Agamben’in Koronavirüs Bilgisizliği

Koronavirüs pandemisinin yarattığı eşi benzeri görülmemiş belirsizlik, özenle yaptığımız planları bozdu ve kafalarımızı da aynı oranda karıştırdı. Anksiyete, kendini tamamen konsantre olamama hali olarak gösterirken “evden çalışma” yönündeki çabalarımız da Twitter’a, New York Times ve The Guardian’ın ana sayfalarına, ya da karmaşık grafikler ve şüpheli tavsiyelerle dolu Medium paylaşımlarına boş gözlerle bakarken büyük ölçüde tükeniyor. Bu koşulların aklımıza epidemiyolojik sorgudan ziyade felsefeyi daha fazla getirdiğini düşünüyoruz. Sonuçta “Ne yapmalıyım?” sorusu, felsefenin ilk sorusunun, yani “Nasıl yaşamalıyım?”ın bir varyantı. 

İşte tam bu noktada, bunu cevaplama görevi için oldukça uygun biri ortaya çıkıyor. İtalyan filozof ve kültür teorisyeni Giorgio Agamben, nicedir felsefi reflekslerin, zihnin zar zor kavrayabileceği bir düzenin getirdiği felaketlerin ahlaki etkilerini değerlendirmemize nasıl yardımcı olabileceğinin -en tanınmışı Holokost olmak üzere- bir modeli oldu. Agamben, özellikle “hayat” kavramının entelektüel ve siyasi tarihiyle politik hükümranlığın bu kavrama yönelik tehdidine odaklandığı çalışmalarıyla tanınıyor.

Agamben, artık imzası haline gelmiş olan kavramsal aparatını, ilki İtalyan gazete Il manifesto için yazdığı ve sonradan İngilizceye çevrilerek Positions Politics dergisinde yayınlanan “The State of Exception Provoked by an Unmotivated Emergency” (Motivasyonsuz Bir Aciliyetin Kışkırttığı İstisna Hali), ikincisiyse İngilizce orijinal çevirisi beşeri bilimler bloğu An und für sich’te yayınlanan “Clarifications” (Açıklamalar) olmak üzere iki kısa yazısında, koronavirüs pandemisinin küresel yansımalarına odaklanarak kullanıyor.(*) Agamben burada “sözde koronavirüs salgını” için alınan acil önlemlerin, “çılgınca, mantık dışı ve kesinlikle dayanaksız” olduğunu belirterek, virüsü (Şubat’ın son günlerinde!) “bizi her yıl etkileyenden çok da farklı olmayan normal bir grip” olarak tanımlamakta ısrar ediyor.

Çoğu okuyucunun şu ana kadar öğrenmiş olacağı üzere koronavirüs kaynaklı ölüm oranı, en ölçülü tahminlere göre bile gripten on kat daha fazla- bu oranın yüzde biri, gribin binde birine karşılık geliyor. Ama sonuçta, Agamben’e gerçeklerden kopmak için kulak veriyoruz. Onun için önemli olan ampirik durum değil, politik durum oluyor ve bu noktada Agamben’i klasik haliyle buluyoruz. [Ona göre] gerçek “istisna hali” ve dolayısıyla gerçek tehdit, hastalığın kendisi değildir. Günümüzün gerçekliği, eksiklikleri halinde gündelik hayatımızı ve çalışma düzenimizi tanınmaz hale getirebilecek derecede önemli hareket, toplanma ve gündelik sosyalleşme eylemlerini hükümetin aşırı derecede kısıtlayabilmesine imkan veren “medya ve otoritelerin”, hastalık ekseninde yarattığı “panik iklimidir.” Sokağa çıkma yasakları ve karantinalar ise “istisna halini normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğiliminin artmasının” yalnızca farklı bir tezahürüdür. Böylece hükümet, bize her zaman istisnai tedbirlerle yönetmeyi tercih ettiğini hatırlatır. Agamben de bu eleştirel komplo teorisinin tam anlamıyla nasıl anlaşılması gerektiğini merak edenler için, “terörizm bir gerekçe olarak yeterince tüketildikten sonra” yapılabilecek ikinci en iyi şeyin “bir salgının icadı” olduğunu ekler.

Tıpkı kafası karışmış bir Fox News sunucusu gibi, Agamben de seyahat yasaklarının, kamu ve özel etkinliklerin iptalinin, kamu ve ticari kurumların kapatılmasının, karantina ve gözetimin uygulanmasının en basit söylemiyle “orantısız” olduğu sonucuna varır: onun için bu, kendini sadece bir diğer sıradan hastalıktan korumak adına ödenecek yüksek bir bedeldir.

Buna yanıt olarak, Agamben’i “eski bir arkadaş” olarak tanımlayan Fransız filozof Jean-Luc Nancy, Agamben’in hükümete krizin yegane zanlısı olarak odaklanmasına karşı çıkıyor, ancak onun bitmez tükenmez bir panik içinde olmanın tehlikelerine dair genel argümanını da kabul ediyor: “Burada bütün bir uygarlık söz konusu olduğu su götürmez bir gerçektir.” Yine de Nancy’nin cevabının en dikkat çekici kısmı kapanış notu oluyor: “Neredeyse otuz yıl önce doktorlar kalp nakline ihtiyacım olduğuna karar verdiler. Giorgio, onları dinlemememi tavsiye eden az sayıdaki kişiden biriydi. Eğer onun tavsiyesine uysaydım muhtemelen kısa süre sonra ölecektim. Bir hata yapmak mümkün.”

Nancy haklı: Hatalar yapılabilir. Ancak, Agamben’in her türlü kurumsal müdahaleye yönelik dogmatik şüpheciliğini yanlış olarak sınıflandırmak haklı olur mu? Yoksa burada entelektüel bir alışkanlık, patolojik bir baskıya mı dönüşmektedir? Nancy’nin kısa anekdotu, her iki ihtimalde de, gerçek dünyaya uygulandığında Agamben’in tartışmalı duruşuyla neleri tehlikeye attığını gözler önüne serer: sevdiklerinin, özellikle de yaşlı ve savunmasız olanların hayatları.

Agamben, İtalya’yı yerle bir etmekte olan yıkımın yanında eski arkadaşının sözlerinin de kendine güvenini sarsmasına izin vermez. Aksine, her gün yüzlerce İtalyanın ölmesi kararlılığını daha bile güçlendirmiş gibi görünür.

Agamben, basitçe “Clarifications” (Açıklamalar) adını verdiği ikinci metninde, bir salgınla karşı karşıya olduğumuzu, yanıltıcı ampirik iddiaları geride bırakarak – geçmişte daha ciddi salgınların olduğunu, ancak hiç kimsenin bugünkü gibi kişiyi hareket etmekten bile alıkoyan bir olağanüstü hal ilan etmeyi düşünmediğini iddia ettiği bir istisna dışında- zarifçe kabul ediyor. (Ancak bu hatalı bir önermedir. Agamben’in entelektüel vaftiz babası Michel Foucault, Hapisanenin Doğuşu’nda, 1600’ler gibi erken bir tarihte veba için alınan önlemler kapsamında, Avrupa’daki şehirler arasında ve içinde hareketin nasıl tamamen kısıtlandırıldığını detaylandırıyordu: “Herkes olduğu yerde kaldı ve eğer biri hareket edecekse, bunu hayatını riske ederek, enfeksiyona kapılma veya cezalandırılma pahasına yapacaktı.”) Agamben, açıklamasını, dünya genelinde uygulanan merhametsiz önlemlere karşı prensipli bir başka itiraz üzerine odaklar: Fedakarlığın ne kadarı haddinden fazla sayılır? 

Agamben, yanıtın ne derece orantılı olduğu sorgusunun bilimsel değil ahlaki bir yapıda olduğunu gözlemler; ve cevabı aşikar değildir. Burada Agamben, hiç değilse ciddi bir soruyu ortaya atar ve bu da ancak hümanistin cevaplamamıza yardımcı olabileceğini umduğumuz türden bir sorudur.

Agamben konuya biyolojik olarak hayatta kalmamız anlamına gelen “çıplak hayat”1 ve daha çok saygı duyduğu “sosyal ya da etik yaşam” arasındaki fark çerçevesinde yaklaşır. Gözlemini “Ülkeyi felç eden panik dalgasının açıkça gösterdiği ilk şey, toplumumuzun artık çıplak hayattan başka hiçbir şeye inanmadığıdır” sözleriyle ifade eder. Alabileceğimiz fiziksel zararı önlemek için, histerik bir panik hali içerisinde üstün bir çaba sarf ederek işimizi, dostluklarımızı, geniş ailelerimizi, öncelikle cenazeler olmak üzere dini törenleri ve politik bağlılıklarımızı feda ederek, kendimizi büyük bir düzenin kaybına karşı savunmasız hale getirdik. Bu şekilde kendimizi belki biyolojik olarak koruyabiliriz, fakat bu süreçte hayata anlam kazandıran ve onu yaşanmaya değer kılan her şeyi de yok etmiş olacağız.

Dahası, her ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya, “çıplak hayatın” korunmasına odaklanmak, yalnızca kendi içinde manevi bir yenilgi teşkil etmekle kalmaz, aynı zamanda bizi birbirimize düşürerek anlamlı insan ilişkileri kurma ihtimalimizi ve dolayısıyla “toplum” tezahüründeki her şeyi tehdit eder: “Çıplak hayat ve onu kaybetme tehlikesi insanları birleştiren değil, aksine onları kör eden ve ayıran bir şeydir.” Paranoya bizi diğer insanları “sadece olası veba yayıcıları” olarak görmeye iter ve onlardan her ne pahasına olursa olsun kaçınılmalıdır. Kendimizi içimizdeki ve diğer herkesin içinde gizlenen düşmana karşı savaşmaya adadığımız bu durum “gerçekte bir iç savaştır”. Agamben’in öngördüğü sonuçlar, korkunç olacak ve salgından daha uzun sürecektir. Bu görüşlerini şöyle neticelendirir:

Tıpkı savaşların, dikenli tellerden nükleer enerji santrallerine kadar bir dizi talihsiz teknolojiyi barışa miras olarak bırakması gibi, kişilerin de hükümetlerin daha önce gerçekleştiremediği sağlık krizi deneylerinden sonra bile üniversiteleri ve okulları kapatıp yalnızca çevrimiçi dersler yaparak; bir araya gelmeye son verip politik veya kültürel sebeplerle yalnızca dijital ortamlar üzerinden iletişime geçerek; insanlar arasında mümkün olan tüm bağlantıları ve bulaşma olasılıklarını kapsayan her yerde makinaları devreye sokarak hayatlarına devam etmeye çabalamaları olasıdır.

Açıkçası Agamben, ödediğimiz bedelin fazlasıyla yüksek olduğu konusunda haklı: Salgına verilecek yanıt, hem birey olarak her birimizden hem de bir bütün olarak toplumdan büyük fedakarlıklar talep eder. Hatta, komplocu bir paranoyayı bir kenara bırakacak olursak bu virüs, artan gözetim kullanımı, yürütme yetkilerinin genişletilmesi, hareket ve örgütlenme özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar olmak üzere demokratik özerkliği tehdit eden siyasi önlemlere karşı halkın direncini kırabilecek gerçek bir risk yaratıyor.

Ancak potansiyel bedelleri gözlemlemek işin kolay kısmı. Çok daha zor ve tehlikeli olan ise, bu fedakarlığı tam olarak neden yaptığımızı netleştirmektir. Agamben, yalnızca biyolojik olarak hayatta kalmamıza adanmış bir yaşamın olsa olsa ancak “kağıt üzerinde” bir insan hayatı olduğunu ve böyle bir yaşamı gönüllü olarak seçmenin salt kişisel bir fedakarlık değil, toplum çapında ahlaki bir tür kendine zarar verme biçimi olduğunu söylemekte haklıdır. Oysa yaptığımız şey gerçekten bu mudur?

Öte yandan tabii ki Florida bahar tatilcileri, Aziz Paddy Günü pub gezginleri gibileri yetkililerin tavsiyelerine boyun eğmeyi reddedenler de var. Peki bunlar Agamben’in sözünü ettiği ahlaki kahramanlar mıdır? Bu arada, içine sinmese de özgürlükleri üzerindeki kısıtlamaları kucaklayanlarımız, yalnızca biyolojik olarak hayatta kalmayı hedeflemiyorlar. Hayatlarımızdaki çeşitli kurumsal sınırlamaları -aslında kimi zaman hükümetlerimizin bunları daha erken uygulayacağı umuduyla- memnuniyetle karşıladık ve arkadaşlarımızı da, ailemizi de (özellikle inatçı ebeveynlerimizi!) aynısını yapmaları için teşvik ettik. Bunu, yalnızca “hasta olma tehlikesinden” uzak durmak, kendi çıplak hayatlarımızı devam ettirmek ya da başkalarının çıplak hayatlarını sürdürebilmesini sağlamak için değil, toplumun muazzam güçlerini kullanarak sevdiklerimiz veya başkalarının sevdiği kişileri, savunmasız olanları korumak adına yaptık.

Tüm bunları, ilk etapta, çevremizdeki dostlarımız, ebeveynlerimiz, büyükanne ve büyükbabalarımız ile doğuştan kırılgan olan herkes için yaparız. Onların “çıplak hayatlarını” korumak aklımızın ucundan bile geçmez: Bu insanları umursarız çünkü onlar akrabalarımız ve dostlarımızdır; onlar bizim topluluğumuzun üyeleridir.

Nişanlım ile birlikte yazın gerçekleşmesini planladığımız düğünümüzü geçen hafta iptal ettik. Bunu, partnerimin yüksek risk grubundaki babasının da içinde bulunduğu tüm misafirlerimizin, hayatlarımızı birleştirme kararımızın sosyal kutlamasına daha sonra güvenli bir şekilde katılabilmeleri için yaptık. Şimdi kendi dairemize tıkılarak “izole olduk”, böylece eğer sonra Londra’ya geri dönebilirsek partnerimin babasını, sağlığını tehlikeye atmadan ziyaret edebileceğiz. Şanslıysak, o düğünü sonra bir gün hep birlikte kutlayabiliriz ve şanslıysak, çocuklarımız ileride bir gün büyükbabalarıyla tanışabilirler. Agamben, “sosyal ilişkileri, işleri hatta arkadaşlıkları, duygusal yakınlıkları, dini ve politik inançları”, “hasta olma tehlikesine” kurban ettiğimizi söyleyerek hayıflanır. Fakat biz, kimsenin salt hayatta kalması uğruna bir fedakarlık yapmayız. Feda ederiz çünkü sevinçlerimizi ve acılarımızı, çabalarımızı ve keyfimizi sevdiklerimizle -genç ya da yaşlı, hasta ya da sağlıklı- paylaşmak, hepimiz için “normal yaşam koşulları” denilen şeyin özünü oluşturur.

Agamben, “Hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum nedir?” diye sorar. Belirli koşullar altında iyi olarak kabul edilebilecek bu soru, mevcut şartlar altında kördür. Bu toplum Agamben’in içinde yaşadığına inandığı toplum mudur? Filozof çevresine baktığında, “çıplak hayat” için verilen savaştan başka bir şey görmemekte midir? Eğer öyleyse, Agamben’in “açıklaması”, amaçlamadığı bir biçimde çözümleyici olabilir. Bunu, modası geçmiş jargonun, sığ ahlaki dogmaya karşı cesur bir direniş biçimi olarak allayıp pullanması olan “çıplak teorinin” çok net bir örneği olarak düşünebiliriz. Bazen, kişinin etrafına bakana kadar, teorik mekanizmalarını kullanmaktan uzak durması tavsiye edilebilir. Bugün nasıl yaşayacağımıza yönelik bir bilgeliğin peşindeysek eğer, başka yerlere bakmamız gerekir.

İngilizce orijinalinden çeviri: Gizem Gedik & Sinan Eren Erk

Orijinal metin: https://www.chronicle.com/article/Giorgio-Agamben-s/248306

1 İnsanın biyolojik varoluşunu “çıplak hayat” olarak kavramsallaştıran Agamben’e göre bütün bu süreçte söz konusu olan, yaşamın siyasi düzenin içine dahil edilmesi, aslında egemen iktidarın kendisini de kuran kökensel bir edimle iktidarın çıplak hayat üzerinde egemenlik kurmasıdır. 

(*) https://www.ekdergi.com/korku-kotu-bir-yol-gostericidir/

23 Mart 2020

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl