Ana Sayfa Litera GÜZEL İNSAN

GÜZEL İNSAN

Akıttığım kanımdır yazdığım her bir dize…1

Böyle puslu kasım akşamları, kaldırım taşlarında tekerlenen kuru çınar yapraklarını çiğneyerek yürürken, çıtırtılarında bazen Aragon’u düşünürüm.

Diyeceğim, her şeye rağmen şu hayat güzeldi…

Geçin delişmen anılarım ah senelerim benim

Ve sen geldin, aylardan kasımdı…2

Sonra Attila İlhan,

…Aylardan kasımdı üşüyorduk

Ağacın biri bulvarda ölüyordu..3.

Bu arada bazen ağaçlı bir bulvarı bırakıp karanlık bir sokağa sapmış olurum. Ve bir Cem Karaca mırıldanırım sonra,

…Bir kasım ikindisi günlerden mor perşembe

Düşlerin can çekişip yalanın başladığı yerde

Cebindeki taşra damgalı o lise diploması

Bir köfte ekmek parası bile etmez ki bu şehirde…4

Lise diploması demişken, geçenlerde bizim lise diplomalarıyla köfte ekmek bile sarmayacakları bir şehrin, en güzide mahallesindeki lisede geçen bir film izledim.

Paris’in 16. Arondizman’ı, Passy mahallesi, şu krem dö la krem dedikleri tiplerin oturdukları yerlerden.

Molière Lisesi bu mahallede yer alan ünlü bir lisedir. Öğretmenleri, eski talebeleri hatta belki müstahdemleri bile ünlüdür. Mesela öğretmenlerinden biri Simone de Beauvoir. Mesela eski mezunlarından ikisi, madem sinemadan bahsedeceğiz sinemacı olanları, Marion Cotillard ve Charlotte Gainsbourg.

Simone de Beauvoir’ı bilhassa severiz, Sartre’ı da. Gerçi aynı dönemde yaşasaydık bize selam verirler miydi? Sanmam. Ama olsun, biz onları yine de severiz.

Söz ettiğim film, La Belle Personne – Güzel İnsan, Christophe Honoré’nin 2008 tarihli filmi. Biliyorum, film çıkalı on iki yıl olmuş, ben şimdi yazıyorum. Çünkü yeni izledim. Çıkar çıkmaz izlemek mecburiyetim mi var?

Her neyse, filmin hikâyesi şöyle, zamanın birinde, Sarkozy, memur seçimlerinde adaylara Madame de La Fayette’in Prenses de Cleves romanıyla ilgili soru sorulmasına sertçe itiraz ediyor ve tartışmalara yol açıyor. Gazetelerde söz konusu romanın bir klasik olmanın ötesinde, ilk modern Fransız romanı, hatta dünyanın ilk modern psikolojik romanı olduğundan ve bu romana dair bilgi sahibi olmanın işe yaramaz olduğunun düşünülemeyeceğinden söz ediyorlar. (Bu arada bu roman Türkiye’de de 1944’ten sonra baskı yapmamış. Yanlışım varsa düzeltilsin.) Velhasıl, Sarkozy’nin “cehaleti”, Fransız entelektüellerini üzmüş olacak, Christophe Honoré, bir Prenses de Cleves uyarlaması çekerek tartışmaya müdahil olma ihtiyacı duyuyor.

Bunun için de 16. yüzyıl dekoru kurmak yerine, tıpkı kendisinden önce başka yönetmenlerin yaptığı gibi, modern bir uyarlama yapma yoluna gidiyor.

Prenses de Cleves için, bir “yasak aşk” hikâyesi dersek yanlış olmaz herhalde. Romanın detayını anlatacak değilim, özetle, evli bir kadın olan Cleves prensesiyle Nemours dükü arasında, nihayet prensesin kocasının üzüntüden hastalanıp ölmesine sebep olan bir duygusal gerilim üzerine kurulu olduğu söylenebilir.

Honoré bu hikâyeyi 2008’in Molière Lisesi’ne taşıyor. Prenses De Cleves’i, ya da filmdeki adıyla Junie’yi Léa Seydoux; Nemours’u, ki filmdeki adı da bu, Louis Garrel canlandırıyor. Burada Nemours İtalyanca öğretmeni, Junie ise talebe. Hatta, Honoré bu konuda Garrel’in fikrini sormuş, Garrel’de İtalyan nişanlısından ötürü İtalyanca bildiği için İtalyanca öğretmenini oynamak istediğini söylemiş.

Olay kısaca şöyle, Junie, Molière lisesine gelir, Otto diye bir öğrenciyle sevgili olurlar, fakat Otto, Junie’nin Nemours’la flört ettiğini düşündüğü için, kendini ikinci kattan okul bahçesine atıp intihar eder. Junie’yle Nemours arasında yoğun bir gerilim olsa da fiilen bir şey gelişmez.

Tabii filmde hepsinin arasında bir takım sevda gerilimleri olan başka öğrenciler de vardır, ayrıca Honoré’nin diğer filmlerinde olduğu gibi, eşcinsel ilişkiler de ön plandadır.

Film, hem Fransa’da hem Türkiye’de epey beğeni toplamış, Honoré’nin Dans Paris ve Les Chansons d’Amour filmleri üzerine bu filmiyle üçlemesini tamamladığı söyleniyor, filmde işlenen “yasak ilişkiler,” “etik tartışmalarına” yol açarak ayrıca sükse yapmış göründüğü kadarıyla, ayrıca Léa Seydoux, Junie performansıyla César’a aday olmuş, vesaire.

Oysa bana kalırsa, La Belle Personne’un, konusu itibariyle, 3. sınıf erotik filmlerden fazla bir yanı yok. Bu ergenlik çağında talebe-lise öğretmeni bağlamındaki saçma gerilim üzerine, eski Elhamra sinemasının vizyon geçmişinde yüzlerce film bulmak mümkündür herhalde.

Fakat tabii o filmlerin oyuncuları César’a aday olamadıkları gibi, adlarını sanlarını bilen de yoktur. Zira dedeleri, Léa Seydoux’nun dedesi gibi Pathé film şirketi’nin, büyük amcaları da Léa Seydoux’nun büyük amcası gibi Gaumont film şirketinin patronu değildir. Ya da Louis Garrel gibi babaları da dedeleri de ünlü yönetmenler, oyuncular değildir. Filmde tali bir rolde oynayan Agathe Bonitzer’in bile hem anası hem babası yönetmen-senarist. Fransız film endüstrisine tuhaf bir aristokrasi hâkim, güncel oyuncuların çoğunun sülalelerindeki herkes Fransız sinemasının bir şeyi.

Bu arada, filmin esas oğlanının İtalyanca öğretmeni olmasının müsebbibi olan, Louis Garrel’in İtalyan nişanlısından bahsetmiştik ya, o da bir başka yönetmen-senarist-aktris: Valeria Bruni Tedeschi. Evet, Carla Bruni’nin yani Sarkozy’nin zevcesinin bacısı. Yani Honoré’nin vazgeçilmez oyuncusu Garrel ve Sarkozy, filmin çekildiği dönemde, bir anlamda kayınbirader oluyorlar.

Hasılı, filmin önemsenecek tarafı yok, sevmedim. Elhamra sinemasının da müdavimi değildim zaten. Ayrıca Honoré’nin izlediğim diğer filmlerini de sevmemiştim.

Öyleyse ne diye bu film üzerine yazı yazıyorum? Artık itiraf etme zamanı geldi: Aslında film üzerine yazı yazmıyorum. Bu filmi bahane edip başka konuya geçeceğim. Film, işin kapak kısmı.

Evet, sinema yazısı kisvesi altında… Hayır terör propagandası yapmayacağım. Terreur, korku, dehşet, şiddet, zorbalık anlamına geliyor. Bunları kullanabilecek devlet aygıtından daha güçlü mekanizma tanımıyorum. Bugüne dek devlet propagandası yapmadım, bugünden sonra da yapmam.

Pekâlâ, sinema yazısı kisvesi altında, suçu ve suçluyu… Evet bunu yapabilirim. Suçu ve suçluyu övebilirim, çünkü suç konseptüaldir. Suçtan söz edebilmek için önce bir eylemin suç olarak tanımlanması gerekir. Suç kavramından önce suç yoktur. Dolayısıyla suç, onu kimin tanımladığına bağlıdır.

Yine de bu yazı, söz konusu filmden büsbütün bağımsız değil tabii. Liseye geri dönüyorum.

Filmin bir yerinde, bir sebepten, tabii belki hem yönetmen ve senarist hem de pek çok seyirci ve eleştirmen için önemli olan bu “sebep” olabilir, ama ben ilgilenmiyorum, Henri ve Mathias adlı iki öğrenci kavga ederler. Daha doğrusu Henri, Mathias’ı döver. Aslında bu hadise Nemours’un derste olması gereken saatte oluyor, ama bu teknik bir detay, sonuçta çocukları ayırırlar, ardından polisin Henri’yi ters kelepçe vurulmuş halde okuldan çıkardığını görürüz. Sonra bir ara Muette karakolunu, bir ara da adliye kapısında çocukları görür gibi oluruz ve aslında filmin kurgusu açısından önemli sayılabilecek bir karakter olan Henri, filmin sonuna dek ilgi alanımızdan çıkar.

Filmde üzerine konuşmaya değecek bir şey varsa o da basit bir liseli kavgasına polis müdahalesinin son derece olağan bir şeymiş gibi sunulmasıdır. Polis, filmin bir karakterini alıp, ki bu karakter çocuktur, ters kelepçeyle sahnenin dışına çekiyor ve bir daha bu karakterden haber alamıyoruz. Akıbeti belli değildir. Polis bu çocuğu kayıp mı etti? Domuz bağıyla boğup cesedini Seine’e mi attı? Ne oldu bu Henri denen çocuk? Anlaşıldığı kadarıyla umurumuzda değildir. Film olağan akışında devam eder.

Isabelle Régnier, Le Monde gazetesinde film üzerine yazdığı yazıda, Prenses de Cleves’in, Sarkozy’nin ondan “sıradan insanlar için işe yaramaz bir tür entelektüel bilgi olarak söz ettiğinden beri hâkim ideolojiye karşı bir direniş sembolü haline geldiğini,” söylüyor.

Yani Honoré ve ekibi, 16. Arondizman’ın hali vakti yerinde liseli karakterleriyle “hâkim ideolojiye karşı direniyorlar,” “tabuları,” “etik değerleri,” kaşıyorlar, cinsel eğilimlerini açıklamaya çekinen eşcinselleri görüyorlar, tabirim mazur görülürse entel sinefillerden de bol bol alkış topluyorlar.

Gelgelelim, yazdıkları senaryoda polise bir çocuğa ters kelepçe vurdurtup, bunu olağanlaştırmalarına kimseden itiraz gelmiyor. “Hâkim ideolojiye karşı çıkanlar,” kendince önemli bir sorunu kendi başına kullandığı şiddetle çözmeye çalışan on yedi yaşındaki çocuğu hâkim gücün zor araçlarına teslim ediyorlar.

Max Weber, belirlenmiş sınırlar içinde meşru şiddet tekeli oluşunun modern devletin ayırt edici özelliği olduğunu söylüyordu. Demek ki Honoré’nin filmine bakarsak, modern devlet, Paris’in 16. Arondizman’ında, belirlenmiş sınırlarını lise öğrencilerinin yaşam alanında dahi tesis edebilmiş, orada dahi kurumsallaşabilmiş.

Bu söylediğime karşı, bir devlet lisesinde devletin kurumsallaşmamış olmasının mümkün olmayacağı yönünde itiraz olabilir, fakat aksine, okullar zaten bu kurumsallaşmanın araçları olduğuna göre, buralardaki ilişkilerde devletin henüz yeterince kurumsallaşmamış olması beklenir.

Okul, pek çok çocuk için örgütlü otoriteyle karşılaşılan ilk yer olma vasfıyla ön plana çıkar. Yani yalnızca emek gücünün yeniden üretimine değil aynı zamanda devletin politik gücünün de yeniden üretimine yarıyor. Öğrenci açısından, yükseldiği her yeni sınıfla birlikte, kişisel ilişkilerine otoritenin biraz daha içkinleştirilmesi, devlet dışında şiddet kaynakları olabileceği düşüncesinden biraz daha uzaklaşması, yani yabanıllığının gün geçtikçe azalıp, medenileşmesi beklenir.

Medenileştikçe de şiddetle kurduğu ilişki değişecek, kendisi şiddet kullanma hakkından vazgeçeceği gibi kendisine şiddet kullanılması hakkını da gümüş tepside devlete sunacaktır.

Köleleşme süreci ise ancak bundan sonra başlayabilir. Zira köle, kamçıyı kabul ettiği anda köle oluyor. Öncesinde zincire de vurulmuş olsa özgür biridir. Yani köle olması beklenen kişiyi, verilen işi yapması için öldürene dek kamçılamanız, verilen işi yine de yapmadığı sürece hiç bir anlam ifade etmez, en sonunda bir köle değil, yalnızca ölü bir adam yaratırsınız. Birini kamçılayarak öldürmek, ancak diğer kölelere ibret olduğu ve onları yıldırıp dehşete düşürerek (Dikkat terör!) çalışmaya ikna ettiği ölçüde anlamlıdır. Demek ki onlara kamçıyı kabul ettirdiği ölçüde.

Demek ki önce kamçıyı kabul ettirmek, daha doğrusu bunu yalnızca devletin kullanabileceği bir araç olarak kabul ettirmek gerekiyor.

Bunun için de devletin bir koruyucu figür olarak belirmesi lazım. Yani kamçılayarak öldürdüğü kişi aslında toplumun bekası için tehdit oluşturuyordu. Oysa devlet-i âli bizi korur, gerekirse kendimizden korur, içimizdeki şeytanlardan korur, bunu kimi zaman güzellikle yapar kimi zaman zorla. Şeriatın kestiği parmak acımaz, ama daha önemlisi, şeriattan başkası parmak kesemez.

Bunu kapsamlı biçimde teorize etme uğraşının Hobbes’la başlayıp aydınlanma filozoflarınca devam ettiğini söylesek herhalde çok yanlış olmaz. Hobbes ve ardıllarının anlatılarında farklı süreçlerin sonucu da olsa nihayet meşru bir sözleşmeyle silahlarımızı devlete veriyoruz.

Bu bir tesadüf değildir, aydınlanma ve modern devlet, birlikte servis edilen iki yemektir. Okul süreciyle otoritenin kabulü bağlamında karşımıza da çıkan budur, “aydınlandıkça” modern devleti içkinleştirir, şiddet tekelini meşru görürüz.

Honoré’nin filmindeki hadise, Molière lisesi yerine bir kenar mahalle lisesinde yaşansaydı, polis sınıfa belki de o kadar kolay giremezdi.

Ya da Honoré, genel olarak enteller dışındaki seyircilerin de izlediği filmler yapsaydı, bu konu muhtemelen gündem olurdu.

Fakat medeniyetin gelişmesine, kişiler bazında da okullarda verimli biçimde geçirilen yılların çokluğuna bağlı olarak, devletin kurumsallaşma ve içselleştirilme düzeyi de yükselmiş oluyor.

Isabelle Régnier’nin aklına polisin Henri’yi domuz bağıyla öldürüp Seine’e atmış olma ihtimali gelir miydi? Eğer gelmezse, Fransız polisinin böyle şeyler yapmayacağından ya da Fransız devletinin şiddetten uzak bir mekanizma oluşundan değil, aksine Fransa’da modern devletin Türkiye’dekinden çok daha güçlü biçimde kurumsallaşmış oluşundan, kendini daha yaygın şekilde kabul ettirmiş oluşundandır, böylece devlet orada işlerini daha az kamçı kullanarak halledebiliyor.

Üçüncü dünyada ise süreç biraz daha farklı işler. Faşizm ne kadar güçlü olursa olsun, bizim memleket gibi memleketlerde lise kavgasına polis müdahalesine pek sıcak bakılmaz. Bu kesinlikle modern devletin tam anlamıyla kurumsallaşamamış oluşuyla ilgilidir. Böyle yerlerde ne şiddetin, ne de başka bir şeyin tekeli devlet değildir, hâlâ küçük iktidar odakları vardır.

Mesele şu ki devlet de bu durumu bildiğinden bu iktidar odaklarını zorla dağıtamıyorsa, şu ya da bu biçimde kendisine bağlamaya çalışır. Örneğin kadın cinayetleri bu bağlamda değerlendirilebilir. Devlet, erk kavramını kabul ettirebilmek için, çevresinde küçük erkçik/erkekleri teşvik ediyor. Böylece en azından bu erkçikler devlet erkini kabul ederler. Ardından, gerektiğinde paramileterleştirip resmi zor gücüne destek haline getirebilir.

Fakat altını çizelim, devlet, bunu yeterince hegemonik olamadığı noktada, kendinden bağımsız odaklar kurulmasını engellemek için yapar. Kurumsallaştıkça bu gibi erkçikleri dağıtır. Modern devlette tekil kadın cinayetlerine müsamaha gösterilmez, kadınları devlet öldürür.

AKP iktidarının ilk yıllarında Türkiye’de, mahalle baskısı meselesi sık sık gündem olurdu. Oysa rahatlıkla söyleyebilirim ki o tarihlerde mahalle baskısı, bugüne göre çok daha az iktidar güdümlüydü. AKP’nin mahallere vurduğu en büyük darbe raconun zayıflatılmasıdır. Çünkü racon kendi bildiğini okur, kanunlardan bağımsızdır.

Bir mahalle görünüşte ne kadar devletten yana olursa olsun, lisede kavga eden çocuğunu polise vermez. Çünkü son tahlilde devlet, mahalleye dışsal bir faktördür, devlet buralarda içselleştirilmemiştir ve mahalle sorunları kendi içinde çözme eğilimi gösterir, kendi raconuyla, kendi dayılarıyla. (Kim … Yalova kaymakamını.)

Dikkat edelim, mahalle raconuna en çok karşı olanlar, “aydınlanmış” kimseler, hatta solculardır.

Bu unsurlar, devletin otorite tekelliğine ve koruyucu figürüne tam anlamıyla ikna olmuş durumdadırlar. Ve aslında muhalefetlerini otoritenin kurumsallaşmasındaki yetersizliklerden kaynaklanan zafiyetler üzerine inşa ederler.

Artık AKP, on sekiz yıllık iktidarında tesis ettiği hegemonyaya dayanarak raconun yerine kendi kanunu koyabiliyor, mahallenin kopuklarına (“İt-kopuk.” Kopuk, zincirini koparmış anlamındadır. Kazanacağı anlam tamamen bakış açısına bağlı oluyor.) silah verip bekçi üniforması giydirerek otoriteye zincirliyor. Aslında “aydınlanmış” unsurların nihai anlamda itiraz etmeyeceği bir gidişat. Bugünkü itirazlar, AKP politikalarında, bunun modern burjuva devletin kurumsallaşması adına değil de tek adam sultası adına yapılıyor olmasıdır.

Maalesef solcuların belki de özellikle son yıllarda yalnızca iyi okul eğitimi almış küçük burjuvalardan çıkmasının bir sonucu olarak (ya da solculuğun doğası budur, solcularla komüncüleri aynı kefeye koymuyorum), otoritenin bu unsurlarda, devletin kendi unsurlarında olduğundan bile daha yoğun biçimde içselleştirildiğini itiraf etmek gerekiyor.

Bu noktada FC’nin5 solcular ve aşırı-toplumsallaşma (oversocialization) üzerine değerlendirmelerini hatırlamak gerek.

Honoré’nin filmindeki polis müdahalesine dönersek, on iki yılda yazılıp çizilenler arasında buna değinen bir satır göremeyişimizin sebebi, hadisenin medeni zihniyette meşru oluşudur: Devlet, dayak yiyen güçsüz çocuğu güçlü olandan korumakla mükelleftir ve bunu da gerekirse ikisini birden kendisi döverek yapabilir.

Bunun bir esrime halini pandemi atmosferinde görüyoruz. Aydınlar, solcular bağırlarını açıp, “bizi kontrol edin” diye bağırıyorlar, yasak getirin, bizi eve kapatın, sokağa çıkarmayın, ağzımıza bez tıkın!

Sokakta ağızlarına bez tıkmadan gezenlerin fotoğrafını çekip “kamu sağlığını tehdit ediyor” diye polise ihbar ediyorlar.

Devlet-i âli, bizi komşularımızdan koru! Bizi arkadaşlarımızdan, içimizdeki şeytanlardan, bizi bizden koru, virüslerden, hastalıklardan. İzin verme sakın kendi irademizle hastalanıp ölmemize bile. Bizi yalnız sen öldürebilirsin. Korkut bizi, yıldır bizi, yalan söyle, aldat, terörize et. Önce savaş çıkar, sonra karartma yap. Önce fabrikalara doldur, hastalandır sonra ister çalıştır, ister eve kapat, ister aşı sat bize, aman komşumuza satma, zaten onun on yedi yaşındaki çocuğu külhanbeyinin biridir, geçen akşam sokağa çıkma yasağını da delmişti, ters kelepçe vur ona, sonra bırak ölsün.

Devlet bizi koruyor, okuluyla, ordusuyla, polis zoruyla, yasaklarla, hapishanelerle…

Bu arada bir kasım ayı daha devriliyor. Sonbahar bitti bitecek, nerdeyse girecek gebe-uykularına toprak. Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz: büyük öfkemizin içinde ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak…6

Saat gecenin biri, sokağa çıkma yasağı var, takan kim? Sokaktan çocuk sesleri yükseliyor. Diyeceğim, her şeye rağmen şu hayat hâlâ güzel.

Güzel insanlar, ne güzelsiniz. Devlet beni sizden mi koruyacak? Sizden gelen ölüm, ondan gelecek bin yıllık ömre yeğdir.

Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun oğlu bir şiir okusa Karacaoğlan’dan, Orhan Veli’den, Yunus’tan, Yunus’tan… 7

1 Les yeux et la memoire, Louis Aragon

2 A.g.e.

3 Sisler Bulvarı, Attila İlhan

4 Mor Perşembe, Cem Karaca

5 FC, Freedom Club (Özgürlük Kulübü) 1978 -1995 yılları arasında ABD’de bombalı eylemler düzenledi ve 1995 Eylül’ünde Industrial Society and Its Future (bkz. Türkçede Sanayi Toplumu ve Geleceği, Kaos yayınları) başlıklı bir manifesto yayımladı. ABD makamlarınca, FC’nin bir örgütten ziyade ABD Federal Bürosu’nun UNABOMBER olarak adlandırdığı ve 1996 Nisan’ından beri tutsak olan Matematik Profesörü Ted Kaczynski olduğu iddia edilmektedir.

6 12 Kasım 1945, Nazım Hikmet

7 Şimdi Sevişme Vakti, Sait Faik

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl