Ana Sayfa Litera Hepimiz Masumuz

Hepimiz Masumuz

Hepimiz Masumuz

Weidmannsheil!

Geçen hafta faili meçhul bir cinayet işlendi.

Sahibi tarafından tasması biraz gevşek bırakılan bir köpek, her zamanki masumane tavrıyla etrafı kokluyordu. Sokak boyunca uzanan ağaçların ve çalıların arasında kimisi çocuklarıyla geziniyordu, kimisi market arabasını evine doğru itekliyordu, mevzubahis köpeğin sahibi ise hemen yanındaki bir başka köpekli dostuyla sohbete dalmıştı.

Tam o esnada acıyla dolu bir feryat koptu!

Kafasını kokladığı çalılıktan çıkaran köpeğin ağzında bir fare çığlıklar atıyor, köpeğin silkeleme hareketiyle havada bir sağa bir sola gidip geliyordu. Köpek sahibi, köpeğe “bırak!” komutunu verince köpek ağzındakini derhal yere bıraktı. Fare acı dolu çığlıklarla çıkarıldığı çalılığa gerisin geriye sürünüyordu, süründüğü yerde ise kanla karışık bir ıslaklık bırakıyordu. Görünüşe göre beli yamulmuştu, omurgası kırılmıştı ve arka ayakları hareket etmiyordu. Yolunun sonunda, belli ki, acıyla dolu yavaş bir ölüm onu bekleyecekti.

Nitekim fare hayata tutunsa bile başka bir hayvan onun kusurundan yararlanır onu avlardı. Farenin çaresizliği etraftakilerin yüzlerinden okunuyordu. Çocuklar üzgün ve korku dolu gözlerle, aileleri endişe ve iğrentiyle, hayvanseverler ise suçlayıcı gözlerle birbirlerine bakıyorlardı ama kimse yerinden kıpırdamıyordu.

Ağzına kadar dolu market arabasıyla olay yerine yaklaşan adam fareye doğru ilerledi. Market arabasının tutamacına hafifçe bastırdı, arabanın ön tekerleklerini birkaç santim havaya kaldırıp farenin kafasına hizaladı. Fare “yapma” dercesine çığlıklar attıysa da nafile; tekerlekler kafasına ve boynuna yerleşip onu ebedî sessizliğine gömdü.

Önce köpeğe ve köpek sahibine kayan suçlayıcı gözler, şimdi adama yönelmişti. Tüm gözler adamı suçlamanın peşine düştüyse bile birçoğu adamın suçluluğuna kendini inandıramamıştı. Öyle ki, adamın, fareyi şimdikinin aksine çok daha uzun sürecek acı dolu bir ölümden kurtardığı da su götürmez bir gerçekti.

Dört bir yandan üzüntülü ve suçlayıcı fısıltılar yükselmeye başladıysa bile suçlunun kim olduğundan hiç kimse emin olamıyordu. Herkes acının, üzüntünün, korkunun, iğrentinin, çaresizliğin ve suçluluğun altında eziliyor; bu duygusal bunalımdan çıkmanın bir yolunu arıyordu.

Köpek tıpkı kendinden daha küçük birçok canlıyı öldüren ve yiyen fare gibi içgüdüsel bir davranışta bulunmuştu; avlanmıştı, masumdu. Köpeğin sahibi ise köpeğin her zaman yaptığı ve yapacağı çalılığı koklama eyleminin bu kez bir fare avına dönüşeceğini bilemezdi. Bundan sonrası için bir önlem almaya kalksa bile bu kez masum köpeğin en temel dürtüsüne, koklama ve dil atma eylemine gerginlik ve kısıtlama getirecekti. Bu öngörülebilir ve engellenebilir bir durum değildi. Köpeğin sahibi de masumdu. Fareyi daha çok acıdan onu hızlıca öldürerek kurtaran adam ise masumiyetten de öte, belki de bir kahramandı. Atları da böyle vurmazlar mıydı!

Etraftaki herkes olaya tanıklık etmiş, susup eyleme geçmeyerek ve tüm duygusal yükü üstüne alarak bu cinayetin bir parçası olmuştu. Kısacası herkes suçluydu, fakat aynı zamanda herkes masumdu. Bakışlar hiç durmuyor, dört bir yanda bu işin sorumlusu aranıyordu.

Aman efendim, sora sora Bağdat bulunur da günâh keçisi bulunmaz mı hiç!

Herkes kendini aklayabileceği, kötü duygularını ve günâhlarıüstüne yıkacağı bir suçlu ararken kahraman adamdan cevap niteliğinde bir yorum geldi:

Yapacak bir şey yok…. Takdir-i ilahi!

In flagrante delicito!

Adamın bu yaptığına suçüstü denir, daha ne söylenir bilmem…

Demesi o ki kimsenin suçu değilmiş, tanrının suçuymuş! Oradaki herkes masummuş! Günâhkeçisi tanrıymış, tüm bunların sorumlusu oymuş…

Sonunda bir günâh keçisi bulunduğuna göre herkes aklanmıştı artık. Herkes rahatlamıştı, suçluluk duygusundan kurtulmuştu; suçlu bulunmuştu. Öyle olacak ki, herkes yavaşça bölgeden uzaklaştı, etraftakiler dağıldı; farenin parçalanmış cesedi ise birkaç gün boyunca olay yerinde çürümeye yüz tuttuktan sonra ortadan kayboldu.

Sanıyorum zaman, dolayısıyla insan sürekli ilerlediğinden, “Az önce” içinde bulunan bir kusur yahut suçluluk duygusu sürekli olarak “şimdi”ye taşınmaktadır. Dolayısıyla “az önce”ye takılıp kalmamak ve ilerlemek için kişi devamlı kendini aklama ve affetme peşindedir. Öyledir nitekim; suçluluk hissettiğimiz bir meselede “Amaaan, o da zaten şöyle yapmıştı. Hakketmişti aslında.” yahut “Neyse, ben elimden geleni yaptım. Gerisi ona bağlıydı. Benim değil, bu onun suçu!” deriz ve kendimizi aklarız, geleceğe bakarız.

Olur ya, her zaman bu adam gibi bir kahraman çıkıp bize cevabı fısıldamaz.

Daha kötüsü kahraman adam fısıldamış olsa bile etraftakilerden biri “takdir-i ilahi” yaklaşımının tanrıyı boş yere suçlamaktan öte bir şey olmadığını ve gerçekte herkesin suçlu olduğunu düşünebilir, tanrıyı suçlamayı anlamsız dahi bulabilir!

Çok da haksız sayılmaz aslında…Nitekim yapılan her hatayı ânı kurtarmak için tanrıya yıkmak, insanı bir nevi Penrose Merdivenine tırmandırır. O kişi döner, dolaşır yine başladığı yerde bulur kendini; defalarca kez yine aynı hatayı yapar! Hele bir de şanssızlığından dert yanmaz mı? Aman aman; evlere şenlik… Böylesi pek fena olur; benden söylemesi…

Eşek bile aynı çukura iki kez düşmez yahu! Fakat benim düşmüşlüğüm vardır. Düşenlerimiz varsa onlar da alınmasınlar lütfen, sözüm meclisten dışarı… Fakat eşek bile olsa “Kim koydu bu çukuru oraya?” diyecektir. Eşeğimiz belki “tanrı böyle istiyor” diyerek olaydan bir ders çıkarmayı ihmal etmez ama yine de kendini aklamanın bir yolunu bulur.

Olur da kişi kendini aklayacak birini bulamazsa, eyvah ki ne eyvah; işte o vakit içi içini yer, yola devam edemez, Pirinç Boğaya kapatılmış, kızartılmayı bekleyen insana döner. Yola devam etmek için kendini aklamak zorundadır. Kendini aklamayan kişi sürekli olarak bu durumu düşünür, düşünmese ve unuttuğunu sansa bile olup olmadık yerlerde bu düşünce bir anda tekrar karşısına çıkıverir, kafası bu meseleye sürekli olarak takılmış hâldedir.

Suçlayacak kimsesi olmayan kişi bütün hüznü, kötü duyguları, sorumluluğu ve suçluluğu kendi üstüne alırsa, aman diyelim; sonra bir harakiri vakasıyla karşılaşmayalım…

Hasılı yola devam edebilmek için iyi bir avcı olmak, “Yok mu şöyle iri kıyım bir günâh keçisi?” diye ortalıkta fink atmak gerekir.

Bana göre Fransız ressam GustaveDoré de fena avcı değildir hani…

GustaveDoré bizlere 1873 ve 1874 yıllarında Akrobatlar (Saltimbanques) isimli iki eser sunar.

Sirklerde çalışan akrobatlara ve onların karanlık hayatlarına ilgi duyan Doré bu resimlerde bizzat tanık olduğu ve uzun süre boyunca etkisinden çıkamadığı acı bir olayı göstermektedir. Doré’nin anlatısına göre sirkte akrobatlık yapan anne ile baba, sırf biraz daha fazla para kazanmak için çocuklarını da kendileriyle birlikte çalıştırmaktadır; gaddarlıktır bu! Anne başından yaralı zavallı çocuğunu kucağında tutmaktadır, baba ise çaresizce ona bakmaktadır. Çocuk çalışırken kafa üstü düşmüş, yaralanmış ve daha sonra annesinin kucağında can vermiştir.

Doré ilk resminde akrobatları acınası-mağdur göstermek yerine birer yaratık-suçlu gibi tasvir eder; ilk resim acıma duygusundan daha çok suçlama barındırmaktadır. İkinci resim ise suçlayıcı tasvirden daha ziyade acıyı ve hüznü yansıtmaktadır. İlk resimde suçlu olarak yorumlanan anne ve baba ikinci resimde Doré’nin öfkesinden kurtulmuşlar; artık acınası, belki de mağdur olarak resmedilmişler.

Bu noktada Suç ve Cezadaki Razumihin ile Profiri karakterlerinin çatışması, şu meşhurSuç kişisel mi yoksa toplumsal bir sonuç mudur?” sorusu belki toplumsallık yönüyle Doré’yi bu sonuca sebep olan bir unsur gibi yoğun hissetmeye; kişisellik yönüyle ise çocuğun ailesini suçlamaya ve olaya müdahale edemeyerek kendisini kötü hissetmeye itmiş olabilir.

Bu karanlık sahneye bizzat şahit olan Doré hislerini dışa vuracak ve meseleyi kendi üstünden atacak, iç sesi ona “Ben kendime düşeni yaptım” dedirtecek, üstündeki tüm kirli ve kötü hissi aklayacak bir yol aramış olacaktır ki, bu resmi yapmış, hislerini ve düşüncelerini tuvale gömmüş.

Doré eğer meseleyi toplumsal yönüyle değerlendirmişse, bunu resmederek durumu tüm topluma göstermiş, sessiz kalıp durumu desteklemekten uzaklaşmış ve kendini aklamıştır.

Öte yandan eğer meseleyi kişisel yönüyle değerlendirmişse, meseleyi bu yönüyle resmederek gaddar anne ve babayı ifşa etmiş, onlara duyduğu öfkeyi göstermiş, kendi üzerinde yoğunlaşan tüm kötü hisleri ve günâhları tuvale aktarmıştır; arınmıştır.

Doré artık suçlu değildir, masumdur. Doré aklanmıştır.

Bir de şu çok meşhur yazarlar vardır, ki pek çoğu kendilerine romanlarında yer alan baş kahramanların ayıpları, işlediği tüm suçları yahut farklı farklı eylemleri için soru yöneltildiğinde sorumluluğu üstlerine almazlar, bunun yerine ¨Bunları ben yapmadım, o bahsettiğiniz kahraman yaptı” derler. Kendilerini yazdıkları romanlarda yarattıkları kahramanlarla aklamayı gayet iyi bilirler. Ne de olsa hikâye kendilerine ait değildir artık; eleştiren veya kızanlar artık ona değil, kahramana verip veriştiriyordur!

Doğruluğu kesin olmayan ve Beethovena atfedilen bir rivayete göre Beethoven orkestrayı uzun süre boyunca çalıştırmaktadır, onlardan bahsi geçen besteleri aralıksız çalmalarını ve böylece senfonide süreklilik yaratmayı istemektedir. Pasajı okurken meydana gelen yahut akort ayarlaması gerekliliğine bağlı hatalar için kendisini uyaran orkestraya ara vermeyi gereksiz ve önemsiz bulan Beethoven’ın şu sözü söylediği iddia edilir:

Yanlış notayı çalmak önemli değildir; isteksizce çalmak ise kabul edilemez!”

Hikâye gerçek midir yoksa uydurma mıdır bilinmez fakat verdiği mesaj açıktır: Mühim olan hatalar değil, onları olduğu gibi kabul ederek keyif almak ve yola devam etmektir…

Bazen doğrudan suçu üstüne yıkacak biri bulunamaz fakat günâh keçisini avlamak mecburidir. Böyle bir durumda kişi bazen bir hikâye uydurur ve tüm suçlarını buraya yükler, belki başından geçen bir hikâyeyi başkasının gözünden anlatıp sorumluluğu onun üstüne atar yahut kendi anlayışına göre mevcut hikâyeyi değiştirir ve öyleymiş gibi düşünüp böyleymiş gibi anlatır. Hatta bazen bunu resmedebilir veya müziğine gömebilir. Olay kendisiyle ilgili değildir artık, sanatıyla ilgilidir; ayıplamalar, eleştiriler ve suçlayıcı bakışlar artık sanatçıya yönelik değil sanatına yöneliktir. Sanatçı aklanmıştır.

Sanat, sanatçının günâh keçisidir.

Türk balıkçıların “Rast gele” demesi gibi, Alman avcılık jargonunda, öteki avcıları selamlamak ve onlara şans dilemek için Weidmannsheil” kalıbı kullanılırmış. Bu kalıp farklı ağızlarda “WaidmannsHeil” olarak da yer ediyor. “Rast gele” söylemine “Eyvallah, rast gele!”şeklinde karşılık verilmesi gibi, “Weidmannsheil” söylemine “Weidmannsdank” şeklinde karşılık verilmesi de Alman avcılığının adabımuaşeretiymiş.

Popüler Alman Rock / Metal grubu Rammstein’ın şair, yazar solisti TillLindemannWaidmannsHeil!”şarkısında avlanmaktan bahseder. Şarkı boyunca günlerdir sıcakta oturduğunu, terinin dizine damladığını, avını bulana kadar sürekli beklediğini, geyiğin gelmesiyle birlikte silahının kutudan çıkışını ve geyiğe nişan alışını anlatır.

Lindemann, şarkının en can alıcı noktasında, nakarat bölümünde ise “yaratık” yakıştırması yaptığı geyikten ve ölümün her yerde olduğundan bahseder. Bu yakıştırmayı yaptığı avı için şöyle söylemektedir:

 

Auf dem Lande, auf dem Meer

Karada ve denizde (her yerde)

Lauert das Verderben

Ölüm pusuda bekliyor / Kıyamet bekliyor

Die Kreatur muss sterben!

Yaratık ölmeli!

Waidmanns-manns-manns-manns Heil!

İyi avlar! / Rast gele!

Sterben!

Ölmek!

Waidmanns-manns-manns-manns Heil!

İyi avlar! / Rast gele!

 

Bana göre Lindemann etrafta kendi gözüyle-zihniyle okuduğu, içselleştirdiği ve belki de kendini bir parçası olarak gördüğü ölümü ve karanlığı avcılık eylemiyle bağdaştırıyor. Bir yazarın düşüncelerini ve hislerini yarattığı karakterlere yahut yazısına atfetmesi gibi şarkısına, anlatısına ve yaratığa atfediyor; acısını bu zavallı yaratıktan çıkartıyor. Bir nevi onu günâh keçisi yapıyor. Onu avlıyor.

 

Her neyse…

Malcom X’in dediği gibi: Avlanacak olanlar hatırlamalı, ormanda avcıları avlayan avcılar da vardır!

Bu kadar avcının olduğu yerde kuşkusuz hiçbirimiz masum değiliz…

Bilhassa ortada faili meçhul bir cinayet varsa; hele ki köpeği, sahibi, faresi varsa, mutlaka günâh keçisi de vardır.

Günâh Keçisi sadece birkaç lakırdıdan ibaret olsa bile…

Bu güzel av için teşekkürler sevgili okur!

Weidmannsdank!

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl