Ana Sayfa Kritik HERHANGİ BİR YER DEĞİL, BULUŞMA YERLERİ JOHN

HERHANGİ BİR YER DEĞİL, BULUŞMA YERLERİ JOHN

HERHANGİ BİR YER DEĞİL, BULUŞMA YERLERİ JOHN

JOHN BERGER’İN REHBERLİĞİNDE ŞİİRSEL MEKÂNDA KISA GEZİNTİLER.

John Berger, “Buluştuğumuz Yer Burası” eserinde yaşamına tanıklık eden bazı mekânları işlemiş. ‘’Görme Biçimleri’’ kitabı ile geniş bir hayran kitlesi kazanan John Berger, “Buluştuğumuz Yer Burası” eserinde yaşadığı yerlere ait izlenimlerin, oralara dair bilgilerin, bir yerle benliği arasındaki harcı oluşturan duyguların, o yerlerin kendisinde bıraktığı kalıcı izlerin peşinden gitmiş. Lizbon, Cenevre, Krakow, İslington, Le Pont d’Arc ve Madrid’in ömründe yer alış biçimlerini anı ve yorum tekniklerini kullanarak ele almış, bu kitabında. Yazarın kıvrak, keskin ve derin zekâsının kişiliği ve duygularının mimarisinde, mekâna dair olanın izine çıktığı bu eserde okuyucuyu ister istemez şiirin incelikli, melankolik, harîr üslubunun ayartıcı anlam alanına taşınır. Berger de bu yazıda ele alacağımız kimi şairlerimiz gibi mekânı gelip geçtiğimiz bir yer olarak değil de olup oldurduğumuz ve doğup doğurduğumuz bir zemin olarak ele almış.

Mekân, Arapça “kevn” yani ‘olmak’ kökünden türeyen bir kelimedir. Her ne kadar “ oturulan yer “, anlamına gelse de “bulunulan çevre, ortam, yaşanan dünya ve kâinat” anlamlarını da içerir. Bu bağlamda mekânı, bizi olduran alan; kimlik, kişilik, varoluş kazandığımız yer olarak benliğimizin bir parçası biçiminde düşünebiliriz.

Her birimiz bir yere, bir yerde, bir yerden doğarız. Zamanla değişir içinde olduğumuz mekânlar ama asıl mekânımız hiç değişmez. O mekân annemizdir. Varlık bulduğumuz, varlık olduğumuz, var olduğumuz değişmesiz mekân annelerimizdir. İlk deneyim alanımız, kimlik inşamızın ilk sahası, bir şeyden olup başka bir şeye dönüşmenin ilk izlerinin görüldüğü yer, yengi ve yenilgilerimizin taşkın duygu mekânı annelerimizdir. Berger de eserinde mekân gezintilerine, mekâna ilişkin duyarlığına annesine ilişkin güçlü ve derin duygularını da katmış. Annesini, hiçbir zaman bırakıp gidemediği bir mekân olarak tahayyül ettiğini sezdirmiş. Berger’in mekân tahayyülünün şiirsel bir yönü var ve ister istemez bizi şiirselin mekânına taşır.

Şairlerin, sanatçıların duygu ve yaratı hamurunu gerek sembolik gerek fiziki anlamda kardıkları yerdir mekân. Her bir sanatçının ruhunda bambaşka bir imgelem taşır. Örneğin; “Hüner dolu, ama şiirsel biçimde insan/ Mesken tutar bu yeryüzünde.” diye tarif eder mekânı Hölderlin. İlhan Geçer ise: ‘’Eskisi gibi sevimli değil/İçerenköy’de bahar gecesi/Geçmişin özlemiyle hüzünlü, üzgün/Yıkılmış köşkleriyle Bağdat Caddesi/Tarihti, musikiydi, güzellikti, şiirdi/Bu şehr-i İstanbul yamalı bohça şimdi. ‘’ diye anlatır hüzünle karşılaştığı mekânı.

Kendi şiiri için “Benim şiirim ya evlere bir övgüdür ya da bir ağıt” diyen Necatigil ise mekânı darlaştırıp evlere sığdırır. Dış mekândan çok iç mekânla iç içe gelişen, büyüyen evleredir onun ilgisi. Üstelik evler, Necatigil’in şiirinin ilerleyen evrelerinde kimi zaman “dar dörtgen”e kimi zaman “hücre”ye ya da “çöl”e dönüşür:

Dar dörtgeni nasıl kırsın bu gövde/

Eşleri mi, evleri mi, çocuklar destan/

Birey”

Dar dörtgende günler/

Un, toz/

Parçalanan taş değil, kalbiniz/

İndikçe balyoz.

Dar Dörtgende Günler ”

……..

Çok sıcak da bunalmışsak dört duvar çölünde/

Uzun içli çıngırakları bekleriz/

Kısaltmalar”

……

Şimdi bir hücreye kapanacaksınız/

Ah kafa aklınızdan da geçmişti/

Ama nerde vaktinde sizde o yürek/

Enginlere açılsaydınız/

Rapor”

Örtün, evet ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir;

örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!’’

diyen Tevfik Fikret ise ‘Sis’ şiirinde kendisini hayal kırıklığına uğratan, öfkelendiren mekana tüm kinini kusar. Ki T. Fikret şiirinde Fransız sembolist ve parnasistlerin etkisiyle mekân hep büyük keder, acı, işkence, umutsuzluk ve kötülük kaynağı olarak olumsuzlanır.

‘’

İstanbul’da Boğaziçi’nde,

Bir fakir Orhan Veli’yim.’’

derken şair, kalabalığın, keşmekeşin ortasında yapayalnız kalışının kederli türküsünü sitem edercesine seslendirmektedir. Burada mekân kişiye karşı kayıtsızdır. Kişinin varlığı, mekânın devasa, hımbıl gövdesi karşısında acizdir. Kederli türküsünü, olur a, duyabilecek birkaç kişiye söylemektedir. Çünkü o mekân tek tek kişilere hele de içli, kırılgan kişilere karşı sağırdır, kördür. Orhan Veli’de mekân genellikle şiir öznesinin kaderiyle özdeştir. Yani bir anlamda “İnsan yaşadığı yere benzer”dir, onun şiirinde. Özne, dalgınsa bir deniz kenarında; yapayalnızsa bir sokakta; sevinçli ve umutluysa engin, geniş ufkuyla dalgalı, mavi bir denizde; hüzünlüyse meyhanede; çapkın ve hovardaysa güzel bir dilber nerdeyse oradadır. O. Veli mekâna bağlıdır, ona dair duygulara, hatıralara değer verir. Mekânın kendi üzerindeki etkisini samimi ve sade bir ifadeyle dile getirir.

‘’

Memleketimi seviyorum:

Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.

Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı

memleketimin şarkıları ve tütünü gibi. ‘’

diyerek hasretle inleyen Nazım Hikmet, öznel mekânına karşı karşılıksız ama vakur, yüce, dik, onurlu, inançlı bir sevgiyi içten içe de olsa haksızlığa uğramış olmanın sitemiyle dile getirmektedir. Bu mekân acımasız, hantal, zor anlayan, zor dönüşen üstelik kadir-kıymet bilmezdir fakat aynı zamanda çaresizce yazgılı olduğumuz, sevdalısı olduğumuz, davalısı olduğumuz; uğruna can verilen, eziyet çekilen bir mekândır. Mekân Nazım’ın kavgasının da sevdasının da düşünün de bir parçasıdır. Kâh geçmişte kâh şimdide kâh gelecektedir. Çünkü Nazım’ın kavgası ve sevdası hem tüm gerçek zamanlara tekabül eder hem de zaman üstü bir niteliğe sahip olarak insanın sonsuzluğa akan macerasının içinde her zaman kalmaya işaret eder.

‘’

Lo ben seni hapislerde sevmişim,

Ben seni sürgünlerde.

Yurdum benim şahdamarım.’’

Mekân sevdası bir başka çileyle dolu şair Ahmed Arif ise bir yeri; hapislerde, sürgünlerde, işkence hanelerde sevmek zorunda olmanın mecburi istikametinde, hem sevdasını hem çaresizliğini ermişlere ergi bir sabır ve tevekkülle dile getirmiştir. A. Arif şiirinde şiir dili dokunulabilen, nabzı atan, sıcak, canlı bir mekânın üzerinde anlamsal atmosferini oluşturur. Mekân insana tabidir. Lorca’nın kurşun yediği alana da, Spartaküs’un kavgasının olduğu mekâna da, 33 masum köylünün öldürüldüğü dağ başındaki tenhalığa da, mahpuslarda ranzaya, yastığa, zincire de uzanır. İnsan mertse mekân da mert, kalleşse mekân da kalleştir. Çünkü ona anlamını, değerini veren insanın özüdür, eylemidir, emeğidir. Mekân bunların sayesinde kişilik kazanır.

‘’

Yurdum gibi yaralıyım

Ne eksik, ne fazla

Derin bir uçurumum

Bütün haritalarda’’

der, Ahmet Erhan.

Türkiye sevmesi zor, nefret etmesi kolay bir ülke. Gerçek sevdalılarını yaralayan, onlara eziyet çektiren, un ufak edip dağıtan bir ülke. Sahte, çıkarcı, hamasi duyguların sahiplerini ise baş tacı yapan bir yer. Genç yaşta yalnızlık, kıymetsizlik, kuşatılmışlık, anlamsızlık ve türlü müşküllerle yorulup giden şairlerden biri olan Ahmet Erhan ise şiir severlerin kalp mekânına derin bir uçurum bırakarak gitti.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün elbette…

J. Berger, yaşamına tanıklık eden şehirleri bir şair duyarlılığıyla anmış. Varlığın, mekânsız asla düşünülemeyeceğini, öldüğünde bile durmadan yer değiştirdiği bir mekân içinde tasavvur edilebileceğini ileri sürer. Varlık kazanmak, gerçekleşmek, bütünsel bir anlam edinmek mekânla mümkündür. Her tekil özne için bir başka özne de aslında kendini gerçekleştirdiği bir mekândır. Ayrıca dil de bir mekandır ki bu noktada Berger de şiirin dil mekanını kuruşundaki metaforik araçlara başvurmayı tercih eder. Mekânın hem ileriye hem de geriye dönük tahayyülünde kendiliğinden oluşan şiirsellik eserin yapısını belirler.

Çocukluğunun geçtiği Lizbon’u ölmüş annesiyle sohbet ederek anmaktadır, yazar. ‘’Bak John, unutmaman gereken bir şey var-çok unutkansın. Bilmen gereken şey şu: ölüler gömüldükleri yerde kalmazlar.’’ (sy.13) Ölülerin de yaşayanlar gibi mekân değiştirdiklerini söyler, anne. Öldüklerinde de yeryüzünde kalmaya karar veren ölüler, istedikleri gibi yer de değiştirmektedirler. John’un tüm ısrarlarına ve benim de aşırı merakıma karşın, anne bu işin nasıl olabildiğini açıklamaz ama böyle düşünmeyi sürdürür. Zamanın önemi yok ama yerin önemi vardır der, ayrıca annesi. ‘’Herhangi bir yer değil John, buluşma yerleri çok önemlidir!’’ diye ekler, sonra .

Bütün kitaplarım senin hakkında ama sen hiçbirini okumadın, diyen John’a annesi, beni başka hayatlara götüren kitapları seviyorum, diye cevap verir.

Kitaplarım aynı zamanda dille ilgilidir; dil ise benim sesinden ayrı düşünemeyeceğim bir şey, diyen John’a beş yıldızlı bir öğüt verir, anne: Zeki görünmeye çalışıyorsun. Yapma. Sadece beni düşün. O zaman anlarsın dayanma gücünün ne olduğunu. Ancak bir kadından öğrenebilirsin bunu, asla bir erkekten değil.

John’un annesiyle yaşadıkları yer yer yaralayıcı, öfkelendiren, sıkıcı, huzursuz deneyimler de olsa unutulmaz ve derin izler bırakmıştır onda. Babanın böyle bir etkisi yoktur. Lizbon, içinde doğup büyüdüğü mekân olsa da bütün olanların anlam bulduğu asıl mekân annedir.

Mekâna dair yaklaşımlar çeşitli, örneğin: Mekânın sembolik bir üretimle oluştuğunu kabul edip mekânın anlamını bu sembolik dünya içerisinde arayan sembolik ve yapısalcı çalışmalar, mekânı kimliğin oluşumunda bir veri olarak kabul edip, sosyokültürel yapıyı vurgulayan psikolojik yaklaşımlar, mekânı maddeleştirmeden, idealize etmeden varlıkla birlikte ele alan fenomonolojik çalışmalar, kentsel mekânı temel analiz nesnesi olarak alan Marksist çalışmalar gibi…Fakat nasıl ele alırsak alalım hayatımızı mekândan bağımsız bir anlamlandırmaya tabi tutamıyoruz.

İçine doğduğumuz mekân, bir süre sonra içimize doğmaktadır. Yavaş yavaş içimizde yer tutmakta, bizi kendisine bağlı kılmaktadır. Başladığımız ve bittiğimiz bir alanı sembolize etmektedir. Şairler için şiir de her kalp ağrısında, sevincinde, umudunda, kavgasında sığındığı, onandığı mekân değil midir? J. Berger’in mekâna şiirsel yaklaşımının yarattığı şiirsel bir izdüşümle, bir çeşit mekan yolculuğuna çıkmanın bahtiyarlığı da ayrıca not edilmeli…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl