Ana Sayfa Kritik KAPİTALİST SİSTEMİ SORGULAYAN BİR POLİSİYE “CESETLERDEN HALLİCE”

KAPİTALİST SİSTEMİ SORGULAYAN BİR POLİSİYE “CESETLERDEN HALLİCE”

KAPİTALİST SİSTEMİ SORGULAYAN BİR POLİSİYE “CESETLERDEN HALLİCE”

Cesetlerden Hallice Nuray Karadağ’ın ilk romanı, ilk romanı olmasına rağmen başarılı bir roman diyebiliriz. Gerçi Karadağ iki romanını birlikte çıkardı. İkinci romanı Kelle Koltukta. İlk fırsatta Kelle Koltukta romanını da okuyacağım. İsimlerinden anlaşıldığı gibi iki roman da polisiye romanlar.

Öncelikle, ne zaman polisiye roman görsem kapitalist sistemi meşrulaştıran bir anlatı olarak düşünürdüm. Önceden okuduğum bazı polisiye romanlar bu algıyı güçlendirmişti. Bu romana da böyle bir algıyla yaklaşmıştım. Bu yanlış algımı çürüttü bu roman. Cesetlerden Hallice romanı kapitalist sistemle birlikte çürüyen adalet ve vicdan duygusunu merkeze koymuş bir roman.

Genel olarak polisiye romanlar, postmodern romanlardır. Nuray Karadağ’ın Cesetlerden Hallice romanına postmodern roman diyemeyiz, bu anlamda gerçekçi bir romandır. Birincisi postmodern romanlarda görülen silik ve bulanık bir karakter ve tipten bahsedemeyiz. İkincisi bu romanda eklektik bir yapı bulunmaz. Mekân, zaman ve oluşturulan atmosfer birbirlerinden kopuk değildir. Postmodern romanların temel dayanağı olan parçalanmışlık duygusunu göremeyiz, gerçekçi romanlardaki bütünlüklü bir yapı vardır. Postmodern romanlarda temel bir tema ve izlek göremezken, bu romanda temel bir tema ve izlek vardır. Romanın çatısı bu temel izlek ve tema üzerinden kuruludur.

Romanın sonuna doğru Kara Öğretmenin dediklerine bir bakalım.

“Cinayet işleyen bu gençlerin her biri aslında birer kurban bana göre ve varoluş amaçlarını bizden çok daha erken keşfediyorlar. Bugünün işini yarına bırakmıyorlar benim gibi. Bir de zekâları daha işlek, donanımları daha fazla. Kendi kendime dedim ki gençler cesurca intikam alıyorlar ama ben daha babamın katilinin karşısına çıkıp sözle de olsa hesap sormaya cesaret edemedim. En azından bunu yapmalıyım. Sonra olaylar bildiğiniz gibi gelişti.”

Peki bu karakterler neden cinayet işlemeye gereksinme duymuşlardır? Birinin cinayet işleme nedeni 1980 öncesi faşist katillerden babasının intikamını almaya dayanır. Bir diğeri ise okul müdürü tarafından tecavüze uğramıştır. Bir başkası rüşvet çarkına kurban gitmiş, ötekisi Sivas Katliamından mağdurdur. Hepsi bu adaletin olmadığı dünyada adalet arıyorlardır. Şimdi karakterlerden birinin dediğine bakalım.

“Adaleti sağladığımızı hiç sanmıyorum. Sadece hayatı bize zindan edenlerden intikam aldık. Belki bundan sonra insanlar başkalarının hayatını karartmadan önce biraz durup düşünürler. Belki de hiçbir şey değişmez. Belki eğitim sisteminin berbatlığı ortaya iyice dökülür de sistem adamakıllı düzenlenir. Bilmiyorum…” Karakterin bakışı daha çok kapitalist sistemin köklü değişimine dayanır. Eşitlikçi bir sistem olmadan kapitalist sistemin bu tarz insanları üretmesi olağan. Tek tek cinayetler işlemekle bu sistemin değişmeyeceğine ilişkin kanısı var. Fakat kendisi hiç olmazsa bu insanların yaratacağı sorunların önünü kestiğini düşünerek vicdanını rahatlatır. Kendi içinde haklıdır ve bu cinayetler belki vicdansız eğitmenlere ders olur.

Karadağ’ın bu romanında yoğun haksızlık yapan müdürlerle karşılaşırız. Bundan kırk elli yıl önce eğitim emekçileri daha nitelikli bir eğitim verirdi ve yönetici kadrolarının temel amacı öğrencileri yetkinleştirmekti. Aydınlanmacı Cumhuriyetin yarattığı ideolojik boyuttan dolayı eğitim ve eğitmen kutsaldı. Seksenden sonra eğitimin kutsallığı ortadan kalktı, siyasal ve ekonomik çıkarın öne çıktığı yeni yönetici eğitmen tipi ortaya çıktı. Seksen öncesi eğitimde ihbarcı, rüşvet alan, tecavüz eden yönetici bir kadro yoğun bir şekilde göremezken seksenden sonra yaygınlaşır. Toplumsal birlik duygusunu taşımayı görev edinmiş eğitimcinin yerine AKP’yle birlikte partiye bağlı rüşvetçi, ihbarcı bir yönetici kadro ortaya çıkmıştır. İşte bu romanın gerçekçi damarı günümüzde yaşanan bu toplumsal durumu göstermektedir.

Gerçekten yoğun adaletsizlik ve sömürü sistemi üzerinden var olan kapitalizm eşitsiz dokusundan dolayı sürekli şiddet duygusunu körükler. Böyle bir toplumda kişilerin adalet inancı kalmaz ve kişiler kendi adaletlerini uygular. Romanın genel durumu adaletsizliğin hâkim olduğu dünyada her türlü cinayetin meşruluğuna dayanır. İşte günümüz kapitalist dünyasının eleştirisi bu adaletsizliğin kendisini göstermeye dayanır. Bu romanda cinayetleri işleyenlere suçlu demenin imkanını görmeyiz. Aynı zamanda haksızlığa uğramış bu kişiler adaleti kendileri kurmak ister. Hatta katillerden birinin kaçışına Başkomiser Ayışığı yardım eder. Romanın kahramanı Ayışığı bu yaptığıyla kendine göre adaleti sağlamış olur. Toplumsal vicdanın ve adaletin oluşmadığı bu kapitalist sistemde toplumsal vicdanı ve adalet duygusu olan insanların bu tarz adalet anlayışını savunmasını ister. Başkomiser Ayışığı’nın adalet anlayışı, kapitalist sistemin çarklarını sorgulayan; bu sistemin değiştirilmesini önüne koyan bir adalet anlayışıdır. Bu anlamda sistemi meşrulaştıran bir polisiye roman dememize imkân yoktur.

Şimdi Başkomiser Ayışığı ile Kara öğretmen arasındaki diyaloğa bir bakalım ve adalet üzerine tartışmayı hem açmış olalım hem bu bahsi burada kapatalım.

“Bunlar adam öldürdüler, suçlular, neredeyse onları kahraman ilan edeceksiniz. Hani sizin insanlık için yaşama hakkı önceliğiniz?”

“Gerçek suçlular ellerini kollarını sallaya sallaya, hayatın tadını çıkara çıkara, insanların hayatını karartmaktan zerre kadar pişmanlık duymadan yaşıyorlar. Kimse onlara hesap soramıyor. İnsanlık bu mu? Adalet bu mu?”

Romanın genel durumu, adaletsizliğin hâkim olduğu dünyada her türlü cinayetin meşruluğuna dayanır. Gerçekten de yoğun emek sömürüsü ve bunun yarattığı eşitsizlik sürekli çelişkili bir toplum yaratır. Böyle bir toplumda her yozlaşmayla birlikte adalet ortadan kalkar, adaleti sağlayacak kurumlara dair inanç kalmaz. Herkes kendi adaletini uygulamaya başlar. Aslında mafya bu adaletsizliğin olduğu dünyada yeni bir adaletsizlik oluşturarak var olan bir kurumdur. Bu romanın bir yanı Sivas Katliamına uzanır. Bu adaletin işlemediği katliam ülkenin genel adaletinin işlemediğini de bu romanda gösterir bize.

“Nenesine, karşı komşusuna sorduk, evde olduğunu doğruladılar. Birinci serseriden bir şey çıkmadı. Bu meslek insanı duyarsızlaştırıyordu. Yoksullara, sefillere, düşkünlere, psikopatlara alışıyordunuz bir süre sonra. Mesleğin ilk yıllarında bu tipleri görünce içim acırdı, öfkelenirdim, hayatı ve dünyanın düzenini sorgulardım, hatta bazen kahrolurdum, özellikle çocukları görünce. Sonra yabancılaştım her şeye. Başka türlü çekilmiyordu.”

Gerçekten bir polis yaptığı işten dolayı hızlı bir şekilde topluma yabancılaşır. Bunu güzel anlatmış, sürekli suç ortamında bulunmak ister istemez suça ve suçlunun duygusuna yabancılaştırır insanı. Bütün bu olgular polisin yaşamında hızlı bir şekilde vicdan ve adalet duygusunu alıp götürür. Romanda bu durumu ifade ederken yazar, Başkomiser Ayışığı’nın ağzından, aynı zamanda bir direnç ayağının varlığını da görürüz. Bütün bunlara rağmen polislik mesleği ister istemez bu yabancılaşmayı genelleştirir, bütün topluma yayar. Burjuva toplumu toplumsal sömürüyü yoğunlaştırdıkça bu yabancılaşma da katlanarak büyür. Hele bizim gibi faşist kültürün genel bir merkezine döner kolluk kuvvetleri. Bu anlamda Başkomiser Ayışığı zorla alınıp romanın içindeki polis ortamına konulmuş gibidir. Aslında bu tarz tipleri hızlı bir şekilde ayıklar kolluk kuvvetleri. Ya bir geri hizmete verir ya kolluk kuvvetlerinin dışına iter. Bu anlamda Başkomiser Ayışığı’na vicdanını saklayarak kalmayı beceren son polis diyebiliriz.

Eğitim sorununa bir geçelim: Karadağ’ın bu romanı eğitimdeki çatlağı, öldürülen müdürün büyük oğlunun babasına dair ifade verirken gösterir.

BÜYÜK OĞUL

“Başkomiser Hanım, babam asabiydi, küçükken bizi döverdi bazen ama hemen pişman olup gönlümüzü almayı da bilirdi. Biz büyüyünce haliyle bizi dövmedi artık. Onun eğitim anlayışı böyleydi. Zaten okullarda dayak yasaklanınca babam da bu konuda daha dikkatli davranmaya başlamıştı. Allah rahmet eylesin, iyi adamdı. Bizi sever, bize şefkat gösterirdi. Bizi okuttu, iş sahibi olmamızı sağladı. Annem ev hanımı. Babam, tek maaşla üçümüzü de yetiştirdi.”

Babaları olan bu müdür öğrencilere de şiddet uygular. Bu dayakla eğitim anlayışı eski eğitim anlayışıydı. Merkez olarak tarikatlar yani dinsel eğitim olarak görünse de aslında merkez askeriyedir. Dayak cennetten çıkmıştır, sözü dinsel kitaplara girmiş olsa da yüzyıllardır toplumu yoğun sömürü çarkında tutmak için şiddetin toplumsal yaygınlığını genelleştirir. Asker, toplumu daha kanlı daha şiddetli tahakküm altında tutarken tarikatlar ve dinsel gruplar eğitimin şiddet üzerinden devamını sağlar. Eski toplumlarda uyumla uyumsuzluk arasında denge ancak şiddetle sağlanabilirdi. Eğitim daha çok o sömürü sistemine uyumu sağlayacak şiddeti örgütlemekle iç içeydi. Toplumsal uyum veya bu eğitimi sağlayan kurumlar ancak dayakla eğitimi sağlayabilirdi. Dayak cennetten çıkmıştır, sözü dinselliği işaret ederken, eski çağda deliler, ruhsal sorunları yaşayanlar veya dik başlılar içlerine cin kaçmış insanlar olarak görünürdü. Bu yüzden içlerine kaçmış cini dayakla çıkarmaya çalışırlardı. Dayakla eğitim sistemi dinsel geleneklerden gelen şeytanı veya cinleri kovmakla iç içedir.

Bu öldürülen müdürlerin çoğu aynı zamanda bu eğitim sistemini hâlâ devam ettirmek isteyen tarikatçı geleneğe yakın müdürlerdir. Şiddetle toplumsal eğitim yapılacağı eğitim anlayışından hâlâ kopmamışlardır. Hâlâ eğitimi cin çıkarma, şeytan kovma olarak görüyorlardır. Böyle bir eğitim sisteminde toplumsal sevgi ve şefkatin oluşmasına imkân yoktur. Bunlar için bazı sorunları çözmenin yolu, iki üç kişiyi sallandırmaktır. Eğitimin bu şekilde yozlaşması son yirmi yirmi beş yıldır iktidarı elinde tutan AKP’nin getirdiği sonuçtur. Eğitimi bilimsellikten kopartarak sosyal bir devlet anlayışını reddederek tarikatların denetiminde bir eğitim sistemi kurmasıyla ilgilidir. Romandaki cinayetlerle yozlaşan eğitim sistemi arasındaki bağ sorgulanır. Bu tarikatlara dayalı eğitim sistemi rüşveti ve tacizi, tecavüzü meşru hale getirmiş. Kutsallığı olan eğitim sistemini paramparça etmiştir. Roman, günümüzde yaşanan bu çelişkiyi önümüze gerçekçi bir şekilde kor.

Roman bu baskıyı sadece eğitim kurumlarında göstermez, toplumun her yerine yayıldığını gösterir. Romanın bütün amirleri, valisi veya bürokratları kötü veya olumsuzdur. Aslında bu durum ülkedeki siyasi durumu göstermesi açısından da önemli.

“O değil de bizim bakkala gülüyorum. Hâlâ biraları kâğıda sarıp siyah poşete koyuyor. Ben alırken kâğıda sarma, siyah poşete de gerek yok, diyordum. Alıştı ama seni yeni gördüğü için böyle paket yapmış.”

Romandaki bu bölüm toplumsal baskının nasıl her alana yayıldığını gösterir bize. Kimse belirli bir noktada rahatça içki içemez. İçkiyi hep saklamak zorundadır veya kendi mekânında, kuytu köşelerde içmek zorundadır. Romana yayılan kuytu ve karanlık köşelerdeki gençler sanki içkilerini saklayarak yudumluyor. Günümüz taşra şehirlerindeki gerçekliği göstermesi anlamında önemlidir bu roman. AKP’nin yarattığı toplumsal baskıyla birlikte şekillenen dünyamızı.

Başkomiser Ayışığı sürekli bir gencin koştuğunu görür. Bu halüsinasyon aynı zamanda Başkomiser Ayışığı’nın yaşadığı vicdan sorgulamasını gösterdiği gibi toplumsal baskının kişilerde yarattığı halüsinasyon durumunu da gösterir. Gerçekten baskılandırma bir yandan polisliğin yarattığı çelişkilerle sürekli bir travma halini yaşatır. Bu durum bir halüsinasyona dönüşür Ayışığı’nda. Bu alanların yarattığı sürekli haksızlıklar, bu alana idealist amaçlarla girenlerde şok yaratır ve travma halini genelleştirir. Hele de haksız ölümler idealist insanın travmasını bir kâbusa dönüştürür. İşte bu halüsinasyon, bu kâbusun romana gerçekçi bir şekilde yansımasıdır. Başkomiser Ayışığı bu travmayla birlikte genel polis kurumunun çelişkisini önümüze seren bir idealist polistir. Böylece bu kurumun genel dokusu ve baskılandırılmış toplumsal yapısı gerçekçi bir şekilde önümüze serilir. Bunun yanında sürekli koşan genci gören Ayışığı’nı travmatik bir kişiliğe büründürürken aynı zamanda romanın daha canlı halde devam etmesini sağlıyor bu halüsinasyon.

“Hoş geldiniz Ayışığı. Ben bazen cesetlerle konuşuyorum böyle. Takdir edersiniz ki işim biraz ürkütücü, alışınca da sıkıcı. Burada tek başıma çalışırken canım sıkılıyor. Ben de cesetlerle muhabbet etmeye çalışıyorum, ne yapayım?”

“Sizden önceki doktor da çalışırken klasik müzik dinliyordu.”

“Herkesin bir çalışma biçimi var. Siz nasıl çalışıyorsunuz?”

“Benim öyle belli bir rutinim yok. Genelde boş boş tavana ya da pencereden dışarı bakarım çalışırken.”

Tuhaf bir durum cesetle konuşmak. Bundan yüz yüz elli yıl önce böyle insanlar var mıydı? Hayır. Kapitalizm, insanın bütün ortaklaşmacı duygularını yok etti. Yeni bireyci kapitalist dünya, kolektif algımızı yok etti; yerine yalnızlık duygusu bıraktı, bireycilik adına. Bazı roman veya öykülerde geçer de böyle bir durum, öyle kanıksamışız ki bu yalnızlıkla unuttuğumuz kolektif yaşama duygusunu hiç hatırlamıyoruz. İşte içe gömülmüş insanlar; paylaşmayı, eşitliği, adaleti unutmuş kendi cesediyle, cesetlerle konuşuyor. Fakat burada cesetlerle konuşmayı hem bir toplumsal yabancılaşma hem bu yabancılaşmadan çıkış olarak görebiliriz. Mezarlıktan ıslık çalarak geçen adamın mezarlığı geçmesi kısa sürer.

“Oğlunuz nasıl?” “İyi çok şükür. Evde, bilgisayar başında vakit geçiriyor.”

“Okula, kursa falan gitmiyor mu?”

“Yok, kaç kere denedim gitmesi için, yok dedi. Her şeyi bilgisayardan da öğrenebilirmiş.”

“Evden hiç çıkmıyor yani yine…”

“Çıkmıyor valla.”

Bu durum genel bir toplumsal durumdur, her şeyin bilgisayar ekranına sığdırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Pandemiyle birlikte dünyada en çok kazanan bilgisayar ve internet firmaları oldu. Evde eğitimle birlikte her genç pekâlâ eğitimime bilgisayar üzerinden devam ederim, diyebilir veya bu uygulamalara katılabilir. Hele bizim gibi sosyal alanların yok edildiği, toplumsal baskıların yoğun yaşandığı ülkelerde bu durum daha da yaygınlaşır. Bunu aşmak, yaşama yönelik bir kültürel mücadele başlatmakla olur. Oysa insanlar en ufak bir sosyal faaliyeti yani içki içmeyi, şehrin en kuytu köşelerinde veya kimseye göstermeden yapıyor. İçkili yerler, eğlence alanları şehrin merkezinin dışına atılmıştır. Diyebiliriz ki ülkemizin hiçbir mahallesinde doğru dürüst spor alanı bulunmaz. Gençlerin kendi başlarına oynadığı ne basketbol ne voleybol ne futbol sahası vardır. Okullardaki spor merkezinde ise bir denetleme, oyuna karışan ve sürekli oyunu durduran bir eğitmen vardır. Gençlerin bir başına sosyalleşmesi için bırakılmadığı böyle bir toplumda insanın bilgisayar ekranına kapatılmasından doğal ne olabilir?

“Erkekler her zaman açtır, bunu unutma Ayışığı.” Ferize bunu diyor, bunun bir yanı erkekleri sürekli doyurma güdüsü kadınlarda içselleşmiştir. Diğer yanı ise kadınların erkeklere sürekli yemek hazırlaması, erkeklerde kadınlara dair bu ritüelin sürekli devamını sağlayacak bir iktidar güdüsü olmasını sağlar. Doyma ve doyurma diyalektiğinde, kadın hep erkeği doyurmak zorundadır ve erkek de hep kadının kendisini doyurmasını bekler. Aslında yüzyıllardır içselleşmiş ve üretim ilişkilerinin biçimlenişi üzerinde bir iktidar, kanıksanmış bir zorbalık hikayesidir bu. Yüzyıllardır ezilen kadın da “Erkekler her zaman açtır, bunu unutma Ayışığı.” der.

Romanda sürekli bir espri yapmak ve gülme hali var. Önce bunu yazarın dikkatsizliği olarak görüyorsunuz, sonra bu yöntemin romanın geneline yayılan baskılandırılmış dokunun bu yöntemle aşıldığını ve roman içinde hava delikleri açtığını anlıyorsunuz. Cıvan ile Ayışığı’nın sürekli esprilere gülme hali aynı zamanda romandaki katharsis duygusunun içine girmemizi engelleyen bir doku da oluşturuyor. Böylece okuyanın romanla arasına mesafe koymasını sağlıyor. Ölümler ve gülme, ölümlerin yarattığı gerilim, bir korku atmosferi yaratarak katharsis yaratma durumu böylece aşılıyor. Son aşamada, “bu roman” diyoruz ve romana mesafe koyuyor; bir sorgulama yapma girişiminde bulunuyoruz. Roman üzerine düşünmeyi birincil amaç ediniyoruz.

Son olarak; okunacak güzel bir polisiye roman, Nuray Karadağ’ın Sarmal Kitabevinden çıkan Cesetlerden Hallice romanı.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl