(Yazarın BOKBÖCEĞİ, JAGUAR VE FİL adlı yayımlanmamış “novella” üçlemesinin “NUH’UN GEMİSİNDEKİ GENÇLİK” bölümünden alıntıdır.)

HEPİMİZ CAHİLDİK O ZAMAN. Cahil ama duyarlıydık. Nuh’un Gemisi’ne doluşmuş, nerden ve nereye kaçtığımızı bilmeden, konuşan, gülen, şakalaşan, şiire sevdalı bir grup arkadaştık.

En çok okuyanımız B’ydi. Yaptığı espriler on yıllar, yüzyıllar, hatta bin yıllar öncesinden, antik İskenderiye’deki bir tapınağın duvarındaki kabartmadan, ya da Joyce’un Dublin’indeki bir pup’tan çıkar, ya bir albatros olup uçarak, ya bir baltaburun olup yüzerek yanımıza gelirdi. Ama hiçbirimiz bir tekini bile anlamazdık.

Pipi kabuğu toplayan Stephen,” derdi.

Kusmayı çok iyi bilen Homeros,” derdi.

Oğlunu kaybeden Wittgenstein’ın metresi de tıpkı onun gibi sıyırmıştı, sonra da mezarın yerini yanlış tarif etti diye kocasını öldürüp banyoya gömdü,” derdi.

En tembel, en doyumsuz hayvan olan insana yaşam, dişsiz memeliler sınıfındaki karıncayiyenin karıncalara dilinin ucuyla sunduğu cazibeye benzer bir baştan çıkarıcılıkla, avuç avuç sunulmuştur,” derdi.

Poseidon aşkına! Alçı kalıptan yürümeye çıkmış Medusa yahu. Çabuk aynalarınızı çıkarın!” derdi.

Bazen çok daha ciddi olurdu. Bunu gözlerine çöken sisten, şakaklarındaki damarların içinde koşmaya başlayan kaplandan ve yüzünde can çekişen talihsiz geyik yavrusundan anladığımızı düşünürdük. Böyle zamanlarda hiçbirimiz onun sözünü kesmeye cesaret edemezdik. Dinlemek tek seçeneğimizdi.

Tam tersine, iyi usta parça artıran ustadır,” derdi.

Pipo, Neandertal atamızdan kalma bir zarafettir,” derdi.

Sizin böcüğünüz ölmüş,” derdi.

Modern ölümün doğası bu, insan öldüğünü anlayamıyor,” derdi.

Derin düşünce, sanıldığı gibi dilin panzehiri falan değildir, ne ak ne kara, hiçbir büyüden korkmanıza gerek yok; eğer yazıya gereğinden fazla yoğunlaşırsanız bir şey yazamazsınız, ortaya gölgeli bir ağaç çıkar,” derdi.

İnkaların ve Mayaların altını olmasaydı Rönesans olur muydu? Her hafta ortalama bir dil ile otuz beş bin hektar orman yok oluyor, siz ne sanıyorsunuz?” derdi.

Dergiler ve kitaplar yapay bir tertip, doğanın gücüne karşı bir savunmadır, dökülen kan hep dökülecektir,” derdi.

Oysa sanat kurban ister,” derdi.

İmgelem, dilin kusurlarını hep düzeltir,” derdi.

Bir zamanlar fırtına, dalgaların yükselmesiyle azan ve tayfalardan birinin tendonunu parçalayan bir köpekti. Ama insanın içindeki fırtına hep sürgündür,” derdi.

Aşk bize, kırılgan ve uçucu olsa da, sevdiğimizin ilgi ve korumasına emanet edebileceğimiz güvenli tek kimliği sağlar,” derdi.

Ve bunun gibi yüzlerce şey söylerdi. Ama en çok “Canım,” derdi. “Canım benim, üzülme.” Bu onun mottosu gibiydi; ne zaman girmesi gerektiğini hissettiği kilitli bir kapıya rastlasa, bu mottoyu bir maymuncuk gibi kullanırdı B.

Bu nereye gönderme yaptığını bilmediğimiz sözlerin ilkini, otuz beşinci okuma gözlüğünü satın alırken C’ye söylemişti. Gülmekten neredeyse tezgâhı deviriyorduk. Ben biraz altıma kaçırdım. Satıcı hepimizi, hiç düşünmeden oradan kovmuştu.

Dördüncüsünü, geçen sömestr amfideki derste, nereye baktığı belli olmadan, güya yeni asistana söylemişti. Gözlerini açmak istiyor ama açamıyordu. Söyler söylemez kafası yeniden düştü ve dili ağzından sarkmış bir şekilde uyumaya devam etti. Güya belirteciyle, hem amfinin herhangi bir duvarını, hem de tahtanın önündeki ahşap platformda yürüyen dişi yaratığı nitelemek istiyorum.

Gece saatlerce okumuş, saatlerce yazmıştı. Yattığında, güneş doğmak için bulutları pataklamaya yeni başlıyordu. Daha doğrusu, bir güneş olsaydı eğer, o an kesin bulutları pataklıyor olurdu. Sabah uyandırmak için odasına girdiğimde, kapıyı açar açmaz yüzüme, leş gibi kokan bir duman bulutu çarptı. Pencereler kapalı olmasa, kış göğü içeri pislemiş derdim. Evin tüm pencerelerini, kapıları, dış kapıyı, aspiratörü bile açtım. Boğulmadığı için şanslıydı. Dumanın kesif gri rengi biraz açılınca, koluna girip ayağa diktim, zor nefes alıyordu, iki tokat çaktım, bana mısın demedi, son çare, götürüp duşun altına soktum. Yaklaşık on saniye sonra, soğuk suyu hisseder hissetmez, “Hıııhaaaaaa!” diye çıkardığı garip bir sesle birlikte derin bir nefes aldı. Suyu kapattım. Döndü ve yüzüme baktı. Kafasını nihayet sabit tutmayı başarmış, gözlerini açabilmişti. Ayıldığını sanıp sevindim. Ama B, duş kabininin içinde durmuş, ormanda kaybolan bir karınca yavrusu gibi, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Gözleri açık olmasa, hiçbir yaşama belirtisi yok derdim. Telaşlanmaya başlamıştım. Halimi görünce gülümsedi. “Adi herif,” dedi, “haberin yok mu, karakıştayız.” O günkü ilk cümlesini söylemişti. Zaten gün boyu hepi topu iki cümle söyleyecekti. Sonra B’yi soydum, giydirdim, okula götürdüm, derse soktum, sıraya yatırdım.

Ama o gün bir sürpriz yaşandı. Sözde seçmeli olan ama o sömestr mutlaka alıp vermemiz gereken Econ dersine, memelerini sıkıştıran beyaz tişörtünde, “I’m an American red fox” yazan, bir elli beş boylarında genç bir yaratık girdi. Gerçekten de, pas rengi mobilya cilası gözleri, sivri burnu, zarif bedeni ve kabarık kızıl saçlarıyla, kızıl bir tilkiye benziyordu. Sadece kuyruğu eksikti. Çok, hatta fazlasıyla şık giyinmişti. Dudağının kenarında, düşüp kırılmasın diye sıkıştırdığı hafif, cam bir tebessüm taşıyordu. Tavırlarından ilgi odağı olmaya alışkın olduğu belliydi. O sabah amfide olan da maalesef buydu.

Tahtanın önündeki ahşap sahnede, bir uçtan diğerine yürümeye başladı. Amfide duyulan tek ses, adımlarının baştan çıkarıcı tartımlı sesiydi: Tın…tın…tın…tın…tın…tın…tın… Ve bir daha: Tın…tın…tın…tın…tın…tın…tın… Sanki bir kedi bir pianofortenin üstüne çıkmış, kuyruğunu tek bir tuşa düzenli aralıklarla vurup duruyor ve doğal minör gamındaki mi sesini çıkartıyordu. Ertesi gün talihine kahreden B’nin, nergis yürüyüşüne benzettiği bir ses.

Olay dünyanın normal ve uygar bir coğrafyasında, dikey çizgilerle dilimlenmiş zamanın ticari, hukuki, sosyal, kültürel, ahlaksal ve hatta cinsel gerekçelerle mecburen bilimsel olarak yaşandığı ülkelerin birinde gerçekleşmiş olsa, fizik amfisini dolduran her gövdenin o kozmik zaman aralığında eşgüdümlü olarak kahkahaya boğulması gerekirdi. Hatta B kafasını dünyada bir yere, bir kişiye ya da bir şeye doğru kaldırıp o sözleri, yani dördüncü cümleyi söylemeden önce bile, genç asistan kılığına girmiş dişi tilkinin sahne adımlarının sesi B’nin derin horultusuyla birdenbire kesildiği anda, ben dahil bu ağızsız kalabalığın, hayatın ve gençliğin olağan akışı gereği gülmeye başlaması gerekiyordu.

Yani bir Beckett şiirinden çıkıp gelmiş gibi mi yürüyordu?” diye sordu B.

Bilmiyorum der gibi dudağımı büktüm. B devam etti.

sonra çok küçük

birisi için

benzersiz

o yere

birlikte yürür

sarı nergisler”

Tam olarak, tam olarak!” dedim, alkışladım.

Sonra hemen başka bir şiire geçti. Sanırım bununla da kendisini tanımlıyordu.

kafa defalarca

ölü gibi içeride dışarıda

yırtılana dek

sessizliği özle

mümkünse canlan

aç gözünü

tekrar sessizleşmeden önce

kapan yeniden”

Onu nasıl olup da göremediğine şaşıyor, konuşamadığına hayıflanıyor, bir yolunu bulup sarılamadığına ah edip duruyordu. Oysa söylemiştim, B ağzını açıp konuşmuş, o günkü ikinci ve son cümlesini kurup devrilmişti.

Neydi o cümle öyle B?”

Hatırlamıyorum.”

Hayattan, memelilerden, büyük karıncayiyenden ve akkarıncalardan söz eden harika bir cümleydi.”

Hatırlamıyorum dedim ya. Sen asıl tilkiyi anlat. Hep mi yürüdü, hiç konuşmadı mı?”

Konuştu elbet, seni dışarı çıkarttıktan sonra ders anlattı.”

Dışarı mı?”

Üç kişi seni yüklenip amfinin önüne yatırdık.”

Peki ya, bundan sonra o mu girecekmiş derslere?” diye sordu, ümit ederek.

Hayır,” dedim gülerek. “Dün bir istisnaymış B.”

Hay canına yandığım. Şansa bak!”

Beşinci cümlenin muhatabı D idi. O sabah okul kantininde buluştuğumuzda, sanki gözbebekleri yüzüne veda etmişti. Tepeden tırnağa bembeyazdı. Hepimiz çok telaşlanmıştık. Ama elimizden bir şey gelmiyordu. D saatlerce kımıldamadan, konuşmadan, hiçbir şeye tepki vermeden oturdu. Gözlerini dikmiş bahçedeki güdük elma ağacına bakıyordu. Ağaç kapıya çok yakın bir yerdeydi; kantinden bahçeye çıkanlar zaman zaman bu ağaca tosluyor ve kahkahalar eşliğinde ya bir kurt adama ya da bir kurt kadına dönüşüveriyordu. Çünkü ağaç, minik konukları yüzünden, dönem başından beri yapışkan bir bulutun içinde yaşıyordu. Yaprakların üstünde yatan, gövdede sürünen, kendi iplikçiklerinin ucunda dallardan aşağı sarkan ve toprağa düşenlerin kıvrım kıvrım olup birbirine sarıldığı yüzlerce ıslak yeşil kurtçukla iğrenç bir görüntüsü vardı. D, hortlak elma ağacını seyre dalmış haliyle, bulutların üstüne çıkmış ama nereye gideceğini düşünen bir melek kız çocuğuna benziyordu. O sabahın talihlisi bir kurt kadın da dahil, hepimiz D’nin başındaydık. Sadece bekliyorduk. Derken, bir çığlık atıp ağlamaya başladı. Sustuğunda da B’ye bir tokat attı. Annesi ölmüştü.

Üçüncüsünü aynı gün hepimize söyledi. Kış sömestri bitmiş, asistanını bir daha göremesek de, Econ dersinden geçmiştik. Yaz gelmiş, final sınavlarına az kalmıştı. Okulun son günleriydi. Dersleri asıp hep birlikte şehre inmeye karar verdik.

D ağlıyordu, sonra susuyor, tekrar ağlıyordu. Dolmuş şoförü üstüne alınıp radyoyu kıstı. “Yok,” dedik hep bir ağızdan, “ondan değil.” Şımarık çocuklar gibi gördüğü her şeye sahip olmak isteyen, her konu hakkında bilip bilmeden konuşan Cihangir tayfasının, Müslüm babadaki kara cevheri keşfetmesine daha yirmi sene kadar vardı. Şoför bu kez mendil uzattı. Sonra hepimiz dolmuştan inmek zorunda kaldık. D kafasını, C çenesini, mendili almak için uzanan B bileğini tutuyordu. Z ve G koltuktan yere düşmüştü. Bense kendimi ön koltuğun sırtına yapışmış buldum. Şoför alnını ön cama, dolmuş da önündeki Porsche’ye çarpmıştı.

B ile birlikte Porsche’nin ön sol kapısına doğru yaklaştık, sürücü neden arabasından inmiyor diye merak etmiştik. Siyah filmli camlardan içerisi görünmüyordu. Kızlar kaldırıma tünemişti. Bizim şoförse kendi dolmuşuyla ilgileniyor, bir yamulmuş kaputa bakıyor, bir eğilip yerdeki cam parçalarını topluyordu. Normalde diğer arabayla da ilgilenmesi, hiç değilse dönüp bir kere bakması gerekirdi. Ama sanırım, o yıllarda hiç sık rastlanmayan altın rengi lüks spor arabanın olağan bir iticiliği vardı. Ya da belki, yakıcı yaz güneşinin altında normalden üç kat fazla ışıldıyor ve bazı gözleri kör ediyordu.

Bir iki dakika kapının açılmasını ve arabadan birisinin çıkmasını bekledik. Belki sürücü fena halde yaralanmıştır ya da bayılmıştır diyerek, daha fazla geç kalmadan kapıyı açtım. O an gerçekten neye şaşıracağımı bilemedim. Önce kadının haline mi, yoksa kendisine mi şaşırmalıydım? O sabahki halinden eser yoktu. Gerçi hâlâ, zangır zangır titrerken bile, çok alımlıydı. “İşte,” dedim kakavan gibi, B’yi dürttüm: “İdari Bilimlerdeki yeni asistan bu!” B bir an yüzüme baktı, sonra gözleri parladı. “Ya, demek bu dişi tilki o!”

Ellerini kadına doğru uzattı. Ama kadın titrememek için direksiyona yapışmıştı. O halde bile direksiyonu yerinden sökecekmiş gibi sallıyordu. Hem titriyor, hem de anlaşılmaz bir birkaç kelime mırıldanıp duruyordu. Şoka girmişti. Durumu gerçekten korkutucuydu. Neden sonra kafasını bize doğru çevirdi, gözlerini açtı. B’nin kendisine uzanmış ellerini gördü. Bir anda titremesi geçti. Ellerini direksiyondan sıyırdı ve aynı yavaşlıkla B’nin avuçlarının içine bıraktı. Şimdi hareketleri, kendisini makine mühendisine emanet etmiş bir otomatın hareketleri gibi güvenliydi.

Elleri B’nin ellerinde arabadan çıktı. Yüz yüze ve el ele Porsche’nin arkasına doğru minik adımlarla yürüdüler. Hepimiz onları seyrediyorduk. Birkaç adım sonra kadın tekrar titremeye ve mırıldanmaya başladı. Mırıltısı giderek ağlaşmaya dönüştü. Söylediğini artık anlayabiliyorduk. B aniden kadının boynuna sarıldı. “Canım,” dedi. “Canım benim, üzülme.” Kadın da B’ye sarıldı, zaten ne yaptığını bilecek durumda değildi. Sürekli olarak, “Porşum, porşum, porşum,” diyordu. “Porşum gitti!” Sanki çıldırmış gibiydi.

B’nin salaklığa tahammülü yoktur. Bunun tek istisnası D’ydi. Ara sıra da bizlerden biri. “Arkadaşlığın kredisi vardır, ama limiti zorlamayın,” derdi.

Önce asistanı avutuyor sandık; boynuna sarılmış, kulağına “hışş-hışş” diye bir şeyler fısıldıyordu. Ama gerçekten, biraz sonra kadın sakinleşti. Yeniden bir otomata dönüştü. B’nin kadından kurtulmak istediğini anlamıştım. Kollarını tuttu ve usulca boynundan indirdi. “Canım,” dedi tekrar. “Canım benim, üzülme.” Biz bu meditasyonu izlerken, B asistanın elinden tutmuş ve onu dolmuş şoförüne emanet etmişti çoktan. Sonra bize döndü ve “Hadi,” dedi, “otuz saniye vaktimiz var, uzayalım hemen.” Gerçekten de, iki yüz metre kadar yürümüştük ki, bir bağırtı duyduk, sonra bir tokat sesi.

C, B’ye bakıp, “Wittgenstein’ın metresi var mıydı? diye sordu.

D ise, ıslak gözleriyle C’ye bakıp, daha salakça bir soru sordu. “Wittgenstein kim C?”

Benim merak ettiğimse, B’nin asistanın kulağına “hışş-hışş” ne söylediğiydi.

Gece, kızları bıraktıktan sonra eve döndüğümüzde, cesaretimi toplayıp sordum. B gülümsedi, “Git üzerine hafif bir şeyler giy gel,” dedi. Şaka yaptığını bilsem de bir an tedirgin oldum. B kahkahalarla gülüyordu. Ben de gülmeye başladım. Sonra, iki adım yaklaştı ve ellerimi tuttu, usulca kaldırdı ve omuzlarına koydu. Hareketlerim yeterince yumuşak değildi, direniyordum.

Hadisene be oğlum,” dedi B, “otomat ol.”

Ne otomatı?” dedim.

Ebenin otomatı,” dedi.

Anlamamıştım.

Korkma, bir şey yapmayacağım.”

Hâlâ anlamamıştım.

Bak kredini tüketiyorsun,” dedi. “Şu asistan otomatı taklit etsene be oğlum. Kulağına ne fışırdadığımı sormamış mıydın?”

Gülümsedim.

“‘Canım benim, üzülme,’ diyeceksin sandım,” dedim.

Desem ne olur ki?” dedi.

Deme,” dedim.

Kollarımı kaldırdım ve B’nin boynuna doladım. O da aynısını yaptı.

Canım,” dedi. “Canım benim, üzülme.”

Artık ok yaydan çıkmıştı. Başımı B’nin omzuna yasladım, gözlerimi yumdum.

İç gıdıklayıcı boğuk bir sesle, tane tane konuştu.

Büyük İskender’in sağ akciğerinde ne vardı?”

Ok başı,” dedim.

Aferin,” dedi.

Arşe ne, biliyor musun?” dedi.

Keman yayı,” dedim.

Aferin,” dedi.

Uyarıldığımı hissediyordum. Elimde değildi. Asistanı ve belalı dersini düşünerek bu dürtüyü aklımdan uzaklaştırmaya çalıştım. Daha boğuk, daha karıncalı, çok daha iç gıcıklayıcı bir tonda devam etti.

Bak güzelim, iyi dinle şimdi beni,” dedi. “Sana altın rengi arabanın adını öğreteceğim.”

Daha çok uyarıldığımı hissettim. Sesi yetmezmiş gibi, bir de B’nin ıslak ve yapışkan dilini boynumda hissettim. Kulak mememe kadar yürüyen bir sülük gibiydi. Tüm bedenim ürperdi.

Pooo-şeeeeeee, Pooo-şeeeeeee.”

Der demez, kahkahalarla gülmeye başladık.

Arada r harfi olacak,” dedim.

Söyledim ya,” dedi, “duymadın mı?” Gerçekten duymamıştım.

O gece uzun süre gözüme uyku girmedi, yattığım yerde olanları düşünüp durdum. Asistanı ilk gördüğüm sabahı, derste B’nin “gözü kapalı” söylediği cümleyi, ertesi gün konuştuklarımızı, sonra bugünkü kazayı. B nasıl olup da genç asistanı hipnotize edebilmişti? Sadece ellerini uzatmış ve kadın birden itaatkâr bir otomata dönüşmüştü. Alımlı, şımarık, istediği her şeye sahip olabilecek kadar zengin bir tilkiyse, bu nasıl mümkün olabilmişti? Ayrıca tilkiler, bildiğim kadarıyla yalnızlığı seven hayvanlardı. Asıl merak etmem gereken şeyin bu olduğunu anlamıştım. Bir an içimden, gidip B’ye sormak geçti. Hemen vazgeçtim. Zaten uyandıramazdım. Horultusu benim odaya kadar geliyordu. Geceleri çalışan ve genellikle alacakaranlıkta etkinleşen bir hayvan olarak, uykuya hepimizden çok onun ihtiyacı vardı. Acaba daha neler kaçırmıştım; r harfi gibi, duymadığım, görmediğim daha neler vardı?

Kalkıp salona geçtim, bir filtresiz Bafra yakıp koltuğa kuruldum. Hemen kalkıp mutfağa gittim, dünden kalan yarım şişe birayı buzdolabından kaptım, dönerken hem B’nin odasının hem de salonun kapısını kapattım. Tekrar yerime kuruldum. Horultu kesilmişti. Bir yudum içtim, bir nefes çektim. Tekrar kalktım, teybin düğmesine bastım, sesini kıstım, salonun ışığını kapattım ve üçüncü kez yerime oturdum.

Gecenin sessizliği, pencereden odaya dolan ışığın peçeli daveti, teypten gelen müziğin yumuşak tınısı. Biranın tadı dışında her şey kusursuzdu. “Derin düşüncelere dalmak, öğrenciliğin fakirliğini sanata dönüştürmek için ideal bir ortam,” diye mırıldandım. Hemen sonra, “Sanat değil, zanaat,” dedim kendi kendime. Gülümsedim. Ayaklarımı sehpaya uzattım, biramdan bir yudum daha içtim; parmaklarımın arasında Bafra sigaram, gövdemi müziğin okyanusuna bırakırken, aklımı sorularımın sivri çengellerine astım.

Bir kadın var, tüm parıltıların altın olduğundan emin / Bir merdiven satın alıyor cennete çıkmak için.”

Aklımdaki sorular gidip gelip B’nin cümlesinde düğümleniyordu şimdi. Asistanı, hatta hiçbir şeyi görmeden, adeta bir ruh gibi söylediği cümleyi anımsamaya çalıştım. B’ye çaktırmadan o kadar çok tekrar etmiştim ki, anımsamam zor olmadı. Ama sanırım birkaç kelime eksiğiyle. Kulaklarımda şarkının sözleri, B’nin sözlerini mırıldandım: “En tembel hayvan olan insana yaşam, memeliler sınıfındaki karıncayiyenin karıncalara dilinin ucuyla sunduğu cazibeye benzer bir baştan çıkarıcılıkla, avuç avuç sunulmuştur.” Tekrar mırıldandım, tekrar, tekrar.

Ve vardığında oraya, tüm dükkânlar kapalı olsa da / Tek kelimeyle alabilecek istediği şeyi.”

Gözümün önüne asistanı ilk gördüğüm hali geliyordu. Hem de capcanlı bir şekilde. Yürüyüşü, şıklığı, amfinin en dibinden bize tepeden bakan tavrı, kusursuz Amerikan aksanıyla, “Arkadaşınızı götürün, bu şekilde ders anlatamam,” derkenki hırçın hali, dolgun memeleri ve memelerinin öne çıkardığı tişörtü: “Ben bir Amerikan tilkisiyim.”

Ah, ah, bir merdiven satın alıyor cennete çıkmak için.”

Bir an tüm sözleri ve görüntüleri sesli bir fotoğraf karesinde el ele tutuşmuş gülüşürken görüyor, ama hemen sonra, ben aval aval bakıp anlamaya çalışırken, fotoğraf negatifine dönüşüyor, hatta hiç pozlanmamış, hatta hiç çekilmemiş oluyordu. Öyleyse bakmamalı, daha hızlı duyup daha hızlı düşünmeliydim. Gözlerimi yumdum.

B’nin ve asistanın görüntüleri tekrar belirdiğinde şarkının enstrümantal kısmı çalıyordu ve ben içimden, “Tilki nasıl hipnotize edilir ki?” dedim. “Pis hayalkeş kızıl tilki!” dedim. Gülümsedim. Sonra birden, “hayalkeş” sözcüğünün anlık bağlantısıyla bir keşif yapıverdim. Kadın kendini tanımıyordu, tıpkı hepimiz gibi. Aklımı karıştıran, giydiği tişörtteki yazı olmuştu. Memelerini saymıyorum. Heyecanla bir sigara daha yaktım. Aklıma kazadan sonraki hali geldi. Altın rengi lüks arabanın içinde, nasıl da şaşkın, çaresiz, korunmaya muhtaç ve hayattan bihaberdi! “İşte,” diye bağırdım. “Tilki değildi. Tilki olamaz! Sokmuşum tilkisine!” O an canım, hiç istemediğim kadar bira çekti. Zengin olmak, evi kasa kasa ve çeşit çeşit birayla doldurmak çekti. Asistanla karşılıklı içmeyi, onunla hemen o gece sevişmeyi çekti.

Çözüme yaklaştığımı hissediyordum. Tilki değilse neydi, hangi hayvandı? Bulacaktım. Bir Bafra daha yaktım ve kulaklarımla müziği dinlerken, gözlerimle hayvanı aramaya çıktım.

Bir işaret var duvarda, yine de emin olmak istiyor / Çünkü bilirsiniz, çift anlamlıdır kelimeler bazen. / Dere kenarındaki ağaçta bir kuş var, diyor ki şarkısında, / Kuşkuyla dolar düşüncelerimiz bazen.”

Aydınlanıverdim. Ah, Led Zeppelin! Tabii ya, tabii ya! Kuşkuyla dolar düşüncelerimiz bazen. Oysa B söylemiş. “Söylemiş!” diye bağırdım. “Ne salağım, açık açık söylemiş ya! Bir termit, bir akkarınca, ya da sadece, sıradan bir karınca!”

Sevinçten, hiç duymadığım ve bilmediğim Wittgenstein’ın metresi gibi çıldırabilirdim. Hatta gidip Jimmy Page’e, Robert Plant’e, John Bonham’a ve John Paul Jones’a sorabilirdim: “Baylar, hepinize tek tek vermek istiyorum, mümkün mü acaba?”

Kahkahalarla gülmeye başladım. Artık yatabilirdim. Bu gece cennete çıkmak için merdiven satın alan kadınla yatacaktım.

Ah, meraklandırıyor bu kadın beni,” diye bağırdım. “Gerçekten meraklandırıyor!”

Yatmadan önce gidip kapısından baktım. Yorganı bacaklarının arasına almış, kim bilir kiminle aşk yaşıyordu. “Cık!” dedim, “Dâhi olduğu kesin ama, kıllı ve göbekli haliyle Salvador Dalí’ye benzemiyor, kesinlikle büyük bir karıncayiyene benziyor it oğlu it.”

Sabah sersem sepelek uyandım. B’yi mutfakta kahvaltı hazırlarken buldum. Jimi Hendrix dinliyordu. “Voodoo Child.”

Günaydın bile demeden, ondan söz ettim.

Tilki değil oğlum,” dedim, “kesinlikle bir karınca.”

Kim?” dedi.

Şu asistan kız.”

Günaydın,” dedi.

Günaydın,” dedim.

Gülümsedik.

Dün gece onla seviştim, B.”

Güldü.

Nasıldı peki?”

Bir tanesi yetmedi, en az birkaç tane olmalılar,” dedim.

Güldü.

Otur masaya,” dedi, “çay hazır.”

Oturdum. B çaylarımızı getirdi. Kızarmış ekmek, tereyağı, tulum peyniri, süzme çiçek balı, rafadan yumurta, üzerine kekik serpilmiş siyah zeytin, söğüş domates ve salatalık, taze nane ve maydanoz. Çok güzel bir masa donatmıştı. Duvardaki nişte, sedir kokulu bir tütsü yanıyordu.

Dün gece çözdüm,” dedim. “Oysa sen, geçen sömestr görmeden söylemişsin.”

Söyledim tabii,” dedi.

Nasıl yapabildin?” diye sordum.

Belki görmüşümdür, nerden biliyorsun?” dedi.

Oğlum, sikseler duymayacak bir haldeydin,” dedim.

Gülüştük.

Sen bu güne kadar bunu mu düşünüyordun?” diye sordu.

Evet,” dedim.

Leider! Leider!” dedi.

Dün giydiği tişörtü de mi görmedin?”

Yoo?” dedim. “Ne giymişti ki?”

Karıncayiyenini gezdiren Salvador Dalí.”

Hadi ya? Dikkat etmemişim.”

Daha dikkatli bakmalısın,” dedi.

Dudak büktüm.

Sen de benim gibi yoga yapmalısın,” dedi. “Çakralarını keşfetmelisin.”

Belki bir gün,” dedim.

Kalktım çayları tazeledim. Şekersiz içtiğini bildiğim halde sordum. Tuhaf tuhaf baktı.

Keşke dersten kalsaydık,” dedim.

Gülümsedi.

Tek başlarına bir hiçtirler, koloni halinde yaşarlar,” dedi.

Gülümsedim.

O koloniyi mutlaka bulmalıyız B,” dedim.