Ana Sayfa Genel KORONA GÜNLERİNDE DÜŞÜNMEK

KORONA GÜNLERİNDE DÜŞÜNMEK

KORONA GÜNLERİNDE DÜŞÜNMEK

Gündemin insan sağlığını ve küresel ölçekte ekonomi politik alanı belirlediği bir dönemde korona virüsü yalnızca yaşamlarımızı zorunlu bir yalıtma ve kendine dönme halinin içine sokmadığı, bilgi kirliliği, komploculuk ve toplumsal dayanışma yoksunluğu gibi bir dizi kavramın daha fazla tartışılır hale geldiği görülmekte bugünlerde. Dünya, yaşlı nüfusun daha fazla risk altında olduğu ölümcül virüsü yaşar ve konuşurken siyaset-hayat ve iktidar erkinin yarınına dair bir dizi soru entelektüel dünyanın gündeminde olacak gibi kuşkusuz. Evlere kapanmış bir dünya nüfusu bugün bir gerçeklikle yüzleşiyor, yalnızlaşma farklı senaryolara gebe bırakıyor kalabalıkları. Marketlerde stokçuluk yapan insanların bencilliği gibi ekranlarda, sosyal medyada korkuyu yöneten bir topluluk da karşımıza çıkmaya başladı. Tarih yanılgılarıyla yineleniyor adeta. Zaten küresel ölçekte hayatın bir gerçeği haline gelen salgınlar, veba riski, doğayı yendiği yanılgısındaki insanın nihai çaresizliği bir dizi kıyamet senaryoları eşliğinde distopik bir romanın kahramanları olduğumuzu hissettiriyor bize.

Aslında söz konusu distopik romanı uzunca süredir insanlığın kapitalizmim çıkmaz sokaklarında yeniden ve yeniden yazdığı ortadayken aslında kabak tadı vermiş bir romanın kötü kopyalarını okuduğumuzu düşündürüyor bu durum. Bu bağlamda Albert Camus’un Veba’sı, Saramago’nun Körlük’ü ve elbette Decameron Hikayeleri yeniden ve belki bu sefer başka bir gözle okumamız gereken metinler olarak karşımıza çıkıyor. Yazımızın maksadı sayabileceğimiz “salgın günlerinde düşünmek” çerçevesinde bugünün insanlığının entelektüel uğraşı çok daha toplumsal ve kamusal bir dertle gerçekleştirmesi gerekiyor bu noktada. Yeterince birey odaklı yaşamlara indirgenmiş modern hayat öğretisi kendi içinde sorgulanır hale gelmişken ölüm ve salgınla yüzleşen toplulukların İtalya’da olduğu gibi balkonlardan coşkuyla söyledikleri şarkılar tam da yalnızlaşmanın ve bireyciliğin hezeyanlarını yaşayan toplumlar için yeni bir söze ihtiyaç olduğunu gösteriyor adeta. Saramago’nun Körlük’ünde “beyaz körlüğün” bir salgın olarak yayıldığı ülkede karantina gerçeğiyle yüzleşen roman kahramanlarının şiddet ve kötülük eksenli hayatta kalma mücadelesi içine girmesi tam da sözünü ettiğimiz dayanışma yoksunluğunun salgın günlerinde bireyleri daha bencil, şiddet eğilimli kanıtlar gibidir. Yalıtılmışlığın, yoksunluğun yarattığı güçsüzlük ve iradesini yitirme hali daha büyük gücün altında ezilen insanı eşitlerine karşı saldırganlaştırabilmektedir kuşkusuz.

Dünya edebiyatının ilk öykü kitabı olarak ele alınan Decameron Hikayeleri’nde, veba salgınından kaçmak için bir araya gelen yedi genç kadınla üç genç erkek ‘gönüllerince yaşayarak gülüp eğlenmek aklın sınırları dışına taşmayan zevkler tadabilmek ‘ amacıyla, önce Fiesole dolaylarında bir evde, sonra da bir şatoda konaklarlar. Her gün (cumartesi ile pazar dışında) öğleden sonra, her biri bir öykü anlatır. Öykünün konusunu günün yöneticisi (kral ya da kraliçe belirler. Birinci ve dokuzuncu günde ise, herkes istediği öyküyü anlatır. Böylece yüz öykü anlatılmış olur. Mutluluklar, gönül yaraları, kadın erkek ilişkileri, yerinde verilen yanıtlar, çıkar peşinde koşan din adamları, öykülerin başlıca konularını oluşturur. Her günün bitiminde yemek yenir, şarkı söylenir, dans edilir. Hümanizmin insan odaklı metinlere kapı açtığı bu evrede bu metin, daha yakın dönemlerin “veba” senaryoları ve metinlerinde daha iyimser, kamusal alanın daha fazla iç içe olmayı zorunlu kıldığı bir anlatı olarak karşımıza çıkar. Bunun karşıtı bir durum olarak Camus’un Veba’sı distopik bir alanı bizlere işaret eder adeta.Veba’da tutsak olma hali ve duygusu farklı açılardan yansıtılmıştır. Metinde ki tutsaklık durumu ilk olarak bedensel ve fizyolojik tutsaklıkken giderek ruhsal esaretten ve son olarak da kahramanların rutinleşen bir zaman döngüsüne tutsaklık durumları karşımıza çıkmaktadır. Bugünün insanı ne kadar özgürdür? Özgürlük yanılsaması tam da karantina altına alınan ülkeler, şehirler ve kapanan ülke sınırları düşünüldüğünde başka bir büyük tutsaklığın içinde, sağlık riskleriyle evlerine kapanan ve çaresizlik içinde bekleyen milyonların aslında dünyanın siyasal ikliminde ne kadar güçsüz ve öznelikten yoksun olduğunun kanıtı gibidir. Veba’da farelerin yavaş yavaş lağımlardan sokaklara taşınıp burada ölmeye başlamasından sonra yayılan hastalık yüzünden Oran şehrindeki insanlar büyük acılarla ölmeye başlar. Romandaki izlek, Körlük’teki gibi bireylerin yalnızlaşma, yazgıya boyun eğme, saçma’yı yaşarken yaşamla sağlıklı bağ kurmaktan uzaklaşma hali yaşadığını başından sonuna kadar ortaya koyar. Aslında Camus için saçma olan “veba” değil insanın “veba”nın karşısındaki tutumlarıdır. Hatta bu noktada romanın kahramanlarından Rahip Paneloux, vebayı insanların diledikleri günahların bedeli olarak görür. Bu durum tam da din kurumunun bir erk olarak salgın karşısındaki aczine ve korku iklimi inşa etmesine denk düşer.

     Körlük’te bu manzara salgının karşısında devlet aygının baskıcı, özgürlüklerin karşısında otoriter kimliğiyle karşımıza çıkar. Arabasında kör olan adamın yardımına giden hırsız ve bu iki adamı tedavi etmeye çalışan doktor hepsi kör olurlar. İktidar derhal çözümü bulmuştur. Bu insanları eski bir akıl hastanesine kapatır. Foucault’un şu sözleri körler ülkesine dönen dünyamızı resmedercesine romandaki bu tabloyu gözler önüne serer. “Hapishanenin tarihi, gözetim altında tutma ve cezalandırmanın tarihidir.Tutsaklık günleri ertesi sabah duyulan anonsla başlar. Buyruklar kesindir. Kimse dışarıya çıkmaya çalışmayacaktır. Özgürlük istemi iktidarın en ağır olarak gördüğü ölüm cezasıyla sonlandırılacaktır. Günler geçer, körlük ülkede gitgide yayılır. İlk başlarda her şey kontrol altında gibi görünse de sonradan hastalığın iktidarı da kemirmeye başlamasıyla kaos baş gösterir. Aslında durumun kendisi başlı başına bir açmazdır, ancak iktidara özgü sistem her şey kontrol altında demekle başlar, aslında her şeyin eskisi gibi olmayacağını ortadayken yapılır bu. Evlere, tek kişilik yurt odalarına, hastane köşelerine kapatılan ve salgının önlenmesi adına yalıtılan alanda yaşamak zorunda olan topluluklar tam da özgürlük-iktidar-karantina denkleminde çağın saçma’sını yeniden ve yeniden üretir. Bir aşının dünyayı bu kaos ve korkudan kurtulması beklenirken ilaç şirketleri yeni bir cehennemin beklentisiyle virüsün ilacını bulmak adına ölümler sayı olarak ekranlarda akarken laboratuvarlarda bilim insanlarına çalışmalar için muktedirlerin ayırdığı fonlarla araştırmalarını yaptırmaktadır. Paragrafın başında romandan alıntılarla başlayan aktarımımız bugünün gerçekliğiyle birleşince aslında distopyanın kendisini bu dünyanın tüm coğrafyalarında uzun süredir yaşamakta ve üretmekte olduğunu kanıtlar gibidir.

Evet, veba, salgın ve karantina yeni gerçekliğimizdir artık. Ve hatta yeni bir Ortaçağ yaşadığımız gerçeği de… Ancak asıl mesele bugün bu yalıtılmış ve yalnızlaşmış halimizle kendimizin cehenneme çevirdiği dünya hakkında belki de sahici sorular sorup sormayacağımızdır sanırım. Karantina ve Korona günlerinden yeni otoriterlik mi, özgürlük arayışlarının çoğalacağı yeni bir dayanışma iklimi mi doğacak sorusu gelmektedir aklımıza. Akıl ve vücut sağlığımızın daha fazla zarar görmediği bir sabahta uyanmak dileğiyle yüzleşmeye gebe olduğumuz günler yakındır diyebilir miyiz bu noktada? Asıl soru bu olacak belki de düşünme eylemlerimiz ve hayat algılarımızın peşi sıra geleceğin bizi nereye taşıdığını tartıştığımızda.

Yarın yeni bir distopyaya daha mı uyanacağız korona günleri bittiğinde. Küresel köyün küresel esaretinden kurtulmanın dayanışmacı reçetelerini mi uygulayacağız. Önümüzdeki günler bize bunlara gösterecek nihayetinde.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl