Ana Sayfa Kritik Lenin: Muzaffer

Lenin: Muzaffer

Lenin: Muzaffer

Türkçeye çevirenin notu.

Daha önce de Mihail Delyagin’in uzunca bir yazısını kendi yorumlarımı ekleyerek YDH için çevirmiştim.[1] Delyagin, SBKP’nin ünlü teorik yayın organı “Kommunist”in yerini alan “Svobodnaya Mısl” (Özgür Düşünce) dergisinin yayın yönetmeni. Herhangi bir siyasi partiye doğrudan angajmanı yok; bununla birlikte özellikle Stalin dönemine dair genel liberal izlekten köklü bir şekilde ayrılan, ve aslında geleneksel marksist izlekle de farklılıklar içeren görüşleri önem taşıyor; Delyagin bu dönemle ilgili bir yönetme kültürü ve yerleşik siyasetin temellerini tespit ediyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılışının hemen ardından, üniversiteyi yeni bitirmiş genç bir iktisatçı olarak Medvedev’in de aralarında olduğu bir grup başka iktisatçıyla birlikte Yeltsin’in uzmanlar grubunda çalıştı. 1994’te, hükümetin ve ülkenin içinde bulunduğu durum ve liberal iktisatçıların önerilerine bakarak solda, daha ziyade Keynesçi bir iktisat anlayışına yöneldi. Ne var ki bugün Delyagin’i keynesçi demek haksızlık olacaktır; daha ziyade, bizde hemen hiç bilinmeyen Rusya’nın sol entellektüel ortamı içinde kendine has bir marksist damarı temsil ediyor.

Aşağıdaki yazı, dün, Lenin’in 150. doğum günü vesilesiyle, yazarın kişisel blogunda yayınlandı. Türkiyeli marksist, yazıdaki kimi görüşlere (özellikle Rus-Japon savaşı ve Alman parası) katılmayacaktır, ne var ki bu ihtilaflar, yazının değerini azaltmıyor diye düşünüyorum.

Bilinmeyen bir entellektüel su yatağını anlama çabası, onunla hemfikir olmaktan çok daha önemlidir.

Yazıdaki dipnotların hepsi bana ait.

Hazal Yalın

* * *

“Takvimlerdeki değil, gerçek”[2] 20. yüzyıl, Lenin figürüyle açıldı, insanlığın şöyle böyle yarısının ona hayranlık işaretiyle geçti ve ona yönelik benzeri görülmemiş bir sitemle sona erdi.

Oluyor böyle şeyler.

Onun davasının bir takipçisinin dediği gibi: “Öldükten sonra mezarıma çöp dağları yığacaklar; ama tarihin rüzgârı onları savuracak.”[3]

Görüyoruz ki şimdiden savuruyor.

“En insani” tanrı maskesinin altında, aşk hikâyeleri, kederleri, yanılgılarıyla adeta bütünüyle sıradan bir insanı ortaya çıkartan insanların hayal kırıklığı ölçüsüzdür — ve anlaşılırdır da.

Boşuna denmemiştir, “kendine put yontma,” diye.

Ben, ona yöneltilen somut suçlamaları tartışmaya hazır değilim kesinlikle — hani, boş zamanlarında her önüne gelen çocukla değil ama üst düzey komünistlerin çocuklarıyla haşarılık ettiğiyle başlayıp güya çocukların öldürülmesi emrini verdiğiyle biten türden suçlamalar.

Nihayetinde muhteva itibariyle bu türden emirleri de gördüm ben; ama 90 sene önce verilmiş olanları değil, daha yakın zamanda, aklı başında, bahtiyar, saygın ve etkili kimseler tarafından verilmiş olanları.

Tarihle içli dışlı çalışmak, kinizmi besliyor.

Bu makale çerçevesinde, —sanırım— okurların çoğundan farklı olarak, bütün suçlamaları kabul etmeye hazırım.

Şundan ötürü ki, ne kadar keder verici olsa da, tarih için önemli olan sonuçtur.

Büyük pragmatist

Lenin figüründe göze ilk çarpan, taktik dehadır.

Durumu hızla, neredeyse anında kavrama, öncelikleri belirleme, bütün ve her türden engelleri ezerek demirden bir iradeyle bu öncelikleri takip etme — ama sonra, durumun değiştiğini görünce sertçe ve, ağırdan alanlara ve anlamayanlara karşı merhametsizce, isterse yüz seksen derece olsun dönüverme, kararlılıkla yeni istikamette harekete geçme yetisi.

“Kararlılıkla”, Lenin’in tarzında, demirden bir devamlılıkla, hedeften şaşmamayla, çok daha kudretli rakiplerini taktik esneklik hasebinde geride bırakmaya ve adeta aşılmaz görülen engellerin etrafından dolanmaya imkân veren yaratıcılıkla anlam bulur.

Tam da bu merhametsiz ve bütün her şeyi kapsayan, her ne türden olursa olsun ister iç ister dış engellerin önünde duraklamayan devamlılık yüzünden, ona “tefekkür eden giyotin” demişlerdi.

Rojdestvenskiy şöyle demişti bu tarz hakkında: “Her türden, ani, ürperti gibi dönüşler vardı. En güçlüler bile sarsılıyordu, zayıflar ise devriliveriyordu.”[4]

Ancak zayıflar bile, nadir istisnalar dışında, terk etmiyorlardı onu ve onun tarafından terk edilmiyorlardı da, düzelme ve hizaya dönme imkânı buluyorlardı — ve neticede, leninist örgütü nitelik olarak güçlendiriyorlardı. Bunun sebebi, Lenin’in karakterinde, okuma kitaplarına has “yoldaşına insani bir şefkatle yaklaşırdı” cümlesinde, silah arkadaşlarına gösterdiği dikkat ve ilgideydi.

Lenin hiç de her zaman desteklenmemişti onlar tarafından, sık sık azınlıktaydı, sık sık da alay konusu oluyordu — bugün okuma kitaplarına girecek kadar bilinen, “Nisan tezleri”ne parti yönetiminin tepkisini hatırlamak kâfi gelecektir. Ancak onun gösterdiği, o zamanlarda ve o ortamlarda pek görülmeyen bir insanilik, onun siyasi becerisini nitelik olarak güçlendiriyor, dahası fazladan olarak ne dostları ne düşmanları tarafından görülmeyen bir “dayanıklılık tedariki” yaratıyordu.

Ve devasa kişisel bir enerji kaynağı yardım ediyordu “geri adım atmamaya, teslim olmamaya”, her türlü engelin üzerinden ve her tür yoldan o ışıyan kutup yıldızına doğru, onu hiç gözden kaybetmeden yürümeye.

1917 olaylarının tanıklarından biri, Lenin’in de katıldığı, bir sirkte yapılan mitinge gittiğini hatırlar. Hatıratın yazarı, yukarı sıralardan birinde oturuyormuş; aşağıda, arenada ise, neredeyse daireler çizerek koşa koşa bir şeyler bağırıyormuş kısa boylu, kumral, kel bir adam. Mikrofon yokmuş, akustik kötüymüş, sadece Lenin’in kelimelerini değil söylediklerinin genel anlamını ayırt etmek bile mümkün değilmiş. Ama adam onun konuşmasını bütün ömrünce hatırlamış, konuşan Lenin olduğu için değil — zira o zamanlar Lenin’e yaklaşım “Ekim’de Lenin” filminde olduğundan çok daha yalındı ve sıradan insanların bolşevik önderlerinin oturduğu sırada onu ayırt edemedikleri de çok oluyordu. Lenin’i hatırlamış, çünkü bu ufak tefek adamdan kelimenin tam anlamıyla yayılan o devasa pozitif enerjiyle sarsılmış adam — dinleyicilerin büyük bölümü kelimelerini işitmediği halde, koca sirki doldurduğu ve canlandırdığı enerjiyle.

Lenin’in sert ve çoğu zaman da taktik dönüşleri, ona düşmanca yaklaşan yazarların ders kitaplarını şöyle çaprazlama okuduğunuzda sanacağınız düzensiz, dağınık gelgitler değildi hiç de. Bunlar, tıpkı yelkenli bir geminin rüzgâr karşıdan estiğinde zigzaglar çizerek yoluna devam etmesi gibi, Lenin’in bilinçli ömrü boyunca berrak ve açıkça kavradığı stratejik hedefe tabiydi.

Lenin’in özgünlüğü, bir taktisyen ve bir stratejistin bileşiminde yatar. Bu meyanda o, Rönesans devrine has, uzmanlaşmış 20. yüzyıl için ise son derece nadir görülen bir evrenselciydi.

Bütün ömrü boyunca stratejik hedefi gözden kaybetmemeyi başardıysa, bu sadece, siyasetçi olmaktan başka, ilgi alanı iktisat istatistiklerinden felsefeye kadar uzanan çok yönlü bir bilim adamı, siyasi iktisatçı olduğundandır.

Bilim, onun değerler sisteminde kesinlikle ikinci dereceden bir mevki işgal ediyordu ve hayatındaki başka her şeyde olduğu gibi yeni, daha adil bir toplumun inşasına tabiydi. Tam da bu, onca incelemelerinin ateşli tek yanlılığını tayin ediyordu — ama hiçbir pratik ilgi, ondaki bilim adamını öldürmüyor, onu hakikati arayış ve bulmaktan alıkoymuyordu.

Çağın rüzgârı dolduruyordu yelkenlerini: bilimsel hakikat, onun önünde, geleceğin yolunu açıyordu.

Lenin’in düşünce tarzı, o zamanların ve bugünlerin siyaset alanındaki profesyonel isteriklerinin düşünce tarzından farklı olarak bilinçli ve diyalektikti; o, niceliğin niteliğe dönüşümüne varıncaya kadar durmaksızın ve mücadele halindeki karşıtların birliğini kabul etmekten çekinmeksizin, anlamlı görüngüleri inceleyerek (burada mevzubahis olan elbette “son dakika” haberleri değildir) düşüncesini inkârın inkârıyla sınıyordu.

“Diyalektiğin yolu”nu bilinçli bir şekilde takip ve onunla birlikte tetkik konusu görüngüyü mümkün olduğunca tam ve çok yönlü olarak incelemeyi amaç edinmesi, Lenin’in düşüncesindeki o ünlü, onun eserlerini özetleyen öğrencileri çaresiz bir ümitsizliğe sürükleyen spiral hareketi de koşulluyordu.

Bu sarsıcı düşünce disiplinidir ki Lenin’i ve onun takipçilerini rakipleri karşısında, onların bile kabul etmek zorunda kaldıkları “ürkütücü bir entellektüel üstünlükle” donattı.

Ve, kişisel bir trajedi değil kesinlikle, ama toplumunun bilimsel incelemesidir ki, Lenin’e, çarlığın reforme edilemeyeceğini, onu içeriden “iyileştirmenin” mümkün olmadığını gösterdi — dolayısıyla, ona yardım edilemeyeceğini de; o, ancak alt edilebilir, yenilebilirdi.

Çarlığın, onun etkinliğini yükseltmeye muktedir, Plev ve Stolıpin gibi en sadık ve yakın olanlar da dahil bütün profesyonellerden kaçınılmaz, kimi zaman da zalimane bir şekilde kurtulduğunu görürken, bu kavrayış içinde güçleniyordu.

Ve bu —devasa bir enerjinin kelimenin tam anlamıyla kaynayan kitlelerle birleşimi içinde— onda yer etmiş bulunan devrimin kaçınılmazlığı inancını pekiştiriyordu.

Elbette kolları düşüveriyordu yanına, ümitsizlik gırtlağına sarılıyordu, hayattayken Rusya’da devrim olmayacağı doğuyordu içine.

Elden ne gelir? Bütün büyük insanlar gibi o da gelecek için çalışıyordu, bugün geç vakit için değil.

Kendi için değil, bütün ülke için, dahası nihayetinde bütün dünya için bir hedef güdüyordu — ve ancak bu, oraya yürümesi için güç veriyordu ona.

Kabul edersiniz ki günümüzde Rusya’nın zinde kuvvetleri ürkütücü biçimde benzer bir durumda bulunuyorlar.

Rusya siyaseti — arabaya koşulu iki tavşan

Rusya, küresel eğilimlere fantastik açıklığıyla birlikte öngörülemez tarihe de sahip olan bir ülke. Hiçbir “demir perde”, hiçbir izolasyonizm, hiçbir gurur, batıya karşı kazanılmış hiçbir zafer, Rusya’nın (ve şimdi küresel gelişmenin) bu genel eğilimlerinin sosyal hayatımızda ortaya çıkmasına engel olamıyor — üstelik, geri kalan dünyadan da çoğu kez daha erken ve daha parlak olarak.

Bu açıklığın sonucunda Rusya’nın gelişmesini uzun vadede eşit ağırlıklı iki faktör tayin ediyor: dış etkiler ve kendi iç gelişme süreçleri.

Neticede, bir ideolojileştirme —tarihçilerin çoğunluğunun bu mesleki hastalığı— onların sosyal gelişmenin sadece bir yarısını görmelerine yol açıyor. “Memleketçiler” için, lanet olası çürümüş batının Rusya’ya derinden ve ciddi olarak etki ettiğini kabul etmek küçültücü geliyor; “batıcılar” ise aynı şekilde, “köleler” ve “düşükler”in kaderlerini tayin etmeye muhteşem ve muhterem beyler ve aydınlanmış masonlardan hiç de daha az muktedir olmadıklarını kabul edemiyorlar.[5]

Lenin, Rusya’nın gelişmesindeki iki faktörü de bir virtüöz ustalığıyla kullandı, bu yüzden boyuna suçlayıp dururlar onu, ve ahlaki açıdan bakarsak, haklı olarak suçlarlar.

Dönemin gerçeklerini unutmayalım ama. Rus-Japon savaşı sırasında Japon ordusu, kimi haberlere göre, devrin en iyi otomatik tüfeklerini —“üç çizgili Mosina”— satın alıyordu; bunlar hazineye ait fabrikalarda değil, çar ailesinin mülkiyetinde bulunan fabrikalarda üretilirlerdi. Evet, satış elbette üçüncü kişiler üzerinden yapılıyordu, ama ilgilenen kimseler için Polichinelle sırrı[6] idi bu — ve bu öyle bir canavarlıktı ki, bolşevikler bile iktidara geçtikten sonra bile (efsanevi küstahlıklarına rağmen hem de) bu tür olayları kamuya açıklamaktan imtina ettiler. Japonlardan bu suretle para alan devrimciler belki de sadece çar ailesinin örneğini takip ediyorlardı.

Diğer taraftan, bolşeviklerin partisinin çarın Ohrana’sından bir tür himaye gördüğüne dair yargılar da, Ohrana’nın genel tutumuyla açıklanamaz. Onun amacı basitti: bolşevikler (bu meyanda sırf zayıflıklarından ötürü), “eser”lerden[7] farklı olarak devlete karşı kitlesel terör yürütmüyorlardı — ve bu yüzden de görece yapıcı, dizgin vurulamayan teröristlere kıyasla bütünüyle alternatif kabul edilebilecek bir grup olarak muamele ediliyorlardı.

Bugün devrimci terörün sertliğini tahayyül edemiyoruz. Bu terörün kurbanlarının toplam sayısı 1901 — 1911 yıllarında 17 bin kişiyi bulur. 1905 şubatından 1906 mayısına kadar, resmi verilere göre, 8 general ve vali, 5 vali yardımcısı ve vilayet idaresi danışmanı, 4 ordu generali ve 7 subay, 8 jandarma subayı, 21 emniyet müdürü, kaza idarecisi ve muhtar, 57 astsubay, 79 polis amiri ve yardımcısı, 125 polis, 346 bekçi, 18 Ohrana casusu, 85 devlet memuru, 12 papaz, 52 köy idaresi temsilcisi, 51 toprak sahibi, 54 fabrikatör ve fabrika yöneticisi, 29 bankacı ve büyük tacir öldürüldü. 1907’de, silahlı ayaklanma girişimlerinin iflasından sonra bile, günde ortalama neredeyse 18 kişi öldürülüyordu.

Bu kanlı fırtınanın içinde kalan iktidar sebat ve pek çok şeyde de fedakârlık etti — ama temsilcileri dehşet içindeydiler; daha ziyade soygun şeklinde suçlara başvuran bolşevikler ise, “sosyal açıdan yakın” değil idiyseler bile, her halükârda daha kabul edilebilirdiler.

Ayrıca bu işbirliğinin sonucunu da unutmamalıyız: Alman genelkurmayının parasıyla neredeyse Almanya’ya taşınan devrim ve, I. Dünya Savaşı sırasında ısrarla bolşevik tehlikesi üzerinde durduğu için emekliye sevk edilen, sonra göçmenlikten dönen ve 1930’larda kimi hassas meselelerde Stalin’e danışmanlık yapmayı da beceren üst düzey bir jandarma subayı.

Biçimsel demokrasi mi, hayat mı? Bir tercihin trajedisi

Her siyasetçinin hayatının kilit anı, iktidara gelişidir.

Lenin için bu, 1917 idi: Şubat Devrimi ile Kurucu Meclis’in dağıtılması arasında.

Şubat Devrimi, bu kelimenin tam anlamıyla, demokratik bir devrimdi. Burjuvazinin, entelijensiyanın ve ordunun batı yardımıyla esinlenmiş birleşik liderleri (batının temsilcileri açısından imparatorlukların yıkılması, satış pazarlarının genişlemesi için şarttı; bu süreç, neredeyse Britanya İmparatorluğu’nun dağılmasıyla sona erdi) otokrasiyi sarstılar, zayıf iradeli çarı tahttan feragat ederek küçük kardeşine bırakmaya zorladılar, o ise hiç istemiyordu hükümdarlık etmeyi ve iktidarı onlara bıraktı, ve…

Ve sosyal hayatın bütün alanlarında rezilce yalpaladılar.

Tek becerdikleri, orduyu, devleti ve, kendiliğinden ve fırtınayı andıran mitinglerle bezeli olduğu kadar başlamakta olan çöküntüyü de yaşayan gündelik hayatı darmadağın etmek oldu.

90’ların başındaki demokratik iktidarı yaşayan ve şimdi, 2010’ların başında liberal enformasyon taarruzunu gören dostlar, bu hiçbir şey hatırlatmıyor mu size?

Gayet akıllı, sebatkâr ve kabiliyetli insanlardan oluşan geçici hükümetin kollektif bir hiçlik olduğu ortaya çıktı.

Çok basit bir sebepten ötürü: hiçbir anlamlı, pozitif programa sahip değildi.

Hükümetin üyeleri siyasi hürriyetler istiyorlardı ve aldılar onları, ve halka verdiler — ve halkın konuşma hürriyetini istediği kadar ekmek, iş ve barış da istediği gibi basit bir olgu karşısında, bütünüyle afalladılar.

Bütün bunları temin edemezdi geçici hükümet, zira o zamanki durumda, her krizde olduğu gibi, derin problemlerin çözümü için bu hürriyetleri sınırlamak, en önemlisi de gelişmeyi temin etmek gerekiyordu.

“Modernleşme”, “inovasyon”, “terörizmle mücadele” ve “zafere kadar savaş” üzerine gevezelik seviyesinde değil, stratejik modernleşme programlarının gerçekleştirilmesi için somut problemlerin çözümü seviyesinde.

Yani, “totaliter” bolşeviklerin daha sonra yaptıkları ve bütün suçu da demokrasiyi iktidarsızlıkla karıştırmamaktan ibaret olan her şey.

Kaldı ki zaten Lenin’di baş demokrat — azami derecede geniş bir insan yığınına idarede azami derecede katılım temin eden kişi oydu. Ve hatta proletarya diktatörlüğü bile, olanca sertliği ve zalimliği içinde, insanların çoğunluğunun çıkar ve görüşlerinin iktidar tarafından hesaba katılması açısından, çarlık Rusya’sının ve o zamanların pek çok başka ülkesinin yapısıyla karşılaştırıldığında demokrasiydi. Öte yandan, sadece her tür toplumsal piramidin tepesini teşkil edenleri insandan sayanlar, anlaşılır sebeplerden ötürü, bunu anlayamazlar elbette.

Komünizm, dünyanın yarısını kavradıysa ve bütün insanlığa yayıldıysa, bu rüşvet, yalan ve gizli operasyonlar yüzünden değildir (bunları öncelikle onun düşmanları kullanırlar), ama evvela, bu dönemde onun insanın kurtuluş ve özgürleşme ideolojisi, gerçek (“egemen” değil) demokrasinin ideolojisi olması yüzündendir. Çürüyen bir bürokrasi tarafından çiğnenen Sovyetler Birliği artık insanın özgürleşmesinin bir unsuru olmaktan çıkmışken, hürriyet ve demokrasi laflarını dilinden düşürmeyen ABD’nin dış siyasetinde tutarlı bir şekilde diktatörleri desteklemesi ve bizatihi başkan Carter’e varıncaya kadar demokratları “ezmesi” tesadüfi değildir.

Ama ülkemiz, Lenin devrinde, bolşevikler devrinde sadece en sert ve en çok acı çeken ülkelerden biri değildi dünyada, aynı zamanda en demokratik olanlardan da biriydi — elbette, demokrasi derken biçimsel kuralları değil de iktidar tarafından halkın çıkar ve görüşlerinin gerçekten dikkate alınmasını anlıyorsak. Bunun klasik sureti NEP oldu: evet, mühimmatın ve gazın yetmediği köylü savaşı için bütünüyle zaruriydi bu, ama kendi yolunda, demokratikti.

Ne çok rejim devrildi demokratik olmayışı yüzünden, kendi dünkülerine karşı halkın safında ayağa kalkmayı beceremeyişi yüzünden?

İktidarın bolşevikler tarafından alınmasının ikinci zirve anı (eğer o dolaysız “Ekim darbesi”ni saymazsak elbette) bu süreci tamamlayan Kurucu Meclis’in dağıtılmasıdır.

Onun demokratik şekilde seçildiğini iyi hatırlıyoruz — aşağı yukarı, ülkemizi parçalayan, SSCB ve RSFSC’nin son Yüksek Sovyetleri gibi. İktidarı fiilen ellerinde tutan bolşeviklerin orada azınlıkta olduklarını da iyi hatırlıyoruz (bu yüzden dağıttılar zaten). Ancak vekillerin Kurucu Meclis’in yolunu tuttukları mazbatalar hakkında aslında hiçbir şey bilmiyoruz.

Bu mazbatalar korkunçtu.

Ülke, I. Dünya Savaşı’nın ve demokratik iktidar-yokluğunun ümitsizliği içinde çökmüştü, kanla yıkanıyordu, gücünü kaybediyordu ve ümitsizliğe düşüyordu.

Merkezi iktidara güven, bugünkü federal iktidara güvenden hiç de daha az değildi; ve sadece (Ukrayna da dahil) bütün “ulusal çevreler” değil, Sibirya’nın büyük bölgeleri bile Rusya bünyesinden çıkmak için birbirinin aynı mazbatalar vermişti.

Ve şerefli demokratlar olarak Rusya’yı yok edip başarırlardı da bunu, tıpkı üç çeyrek yüzyıl sonra Sovyetler Birliği’ni yok ettikleri gibi — hem de iç savaşsız yoldan.

Evet, bolşevikler Kurucu Meclis’i hiç de bu yüzden dağıtmış değildiler — ancak onların taktik bencilliği ve bu anda ölmekte olan hukuk normlarına horgörüleri, bir hukukçu için nice elim olursa olsun, Rusya’nın ulusal menfaatleri açısından tamamen haklıydı.

* * *

Lenin’in hedefi, bir asrı aşan geçmişin şartlarında, bugünkünden daha özgür, daha adil, daha hümanist bir toplumun inşasıydı.

Ve devrimci faaliyetin ve iç savaşın bütün dehşetine, kirine pasına ve kanına rağmen, yaratıcı çalışmanın temel kısmının onun ölümünden sonra ve pek çok açıdan onun dolaysız tasarımlarını geçerek gerçekleşmiş olmasına rağmen — bu, onun insanları, onun kendi elleriyle toplayıp işlediği örgütü tarafından gerçekleştirildi.

İşte bu yüzden, dünya tarihinin akışında bir muzafferdir o.

Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor.


[1]Delyagin M. “Liberalizm, Rusya’yı Yok Etme Teorisi” (2012), 19 Şubat 2019 YDH. URL: http://www.ydh.com.tr/HD15884_liberalizm–rusyayi-yok-etme-teorisi.html.

[2]Anna Ahmatova’nın 1913 tarihli ünlü şiiri “Kahramansız Şiir”den. (H. Yalın)

[3]Sovyetler Birliği hava kuvvetleri mareşali A. Y. Golovanov (1904 — 1975), anılarında, bu sözleri Stalin’in söylediğini yazar. Tam ifade şöyledir: “Biliyorum: ben artık olmadığımda varil varil çöp dökecekler mezarıma. Ama tarihin rüzgârının bütün hepsini savuracağından eminim…” Golovanov A. Y. Данляя бомбардировочная… Moskova: Дельта НГ, 2004. (H. Yalın)

[4]Robert Rojdestvenskiy’in (1932 — 1994) 1963 tarihli “Otuzuncu Yüzyıla Mektup” adlı ünlü şiirinden. (H. Yalın)

[5]Slavcılık veya memleketçilik (почвенничество) ile batıcılık (западничество), 19. yüzyıl ortalarından itibaren Rusya’nın kültürel hayatını biçimlendirmişti. Burada “köleler” ve “düşükler” diye çevirdiğim “холопы” (aslında köle hukukundan bir tık yukarıydı) ve “быдла” ise Rusya’nın feodal tarihinde şehirde yaşayan bağımlı katmanlardı. (H. Yalın)

[6]Polichinelle (veya İtalyanca Pulcinella) devrim öncesi Fransız halk tiyatrosunda geveze, palavracı bir karakter. (H. Yalın)

[7]Eser, narodniklerin devamı “sosyalist devrimci”lerin baş harflerinden. (H. Yalın)

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl