Ana Sayfa Litera Mahmud Derviş’te lirizmin sefaleti

Mahmud Derviş’te lirizmin sefaleti

Mahmud Derviş’te lirizmin sefaleti

Kelimeler tesirli yüzlerine herkese göstermezler. Sadece şairler, duyarlı yürekler, gözü ve gönlü açık olanlar görür onları. Ellerini uzatıp sadece onlar alabilirler hayatın dikenli çalılıkları arasından. O yüzden, avuçları, yürekleri kadar çizik çiziktir şairlerin.

Mahmud Derviş’in şiirinde çoğu zaman bir kıyamı sadece bir kelime başlatır.

O vatanını önce dilde inşa etmeye çalışan bir şairdi.

26 yılı sürgün ve hapisle geçen yaşamı boyunca, o hem direnişin hem de duyguların şairi oldu.

Derviş’in çocukluğu, tüm halkının dramıyla ilişkili olarak, kişisel dramımın da başlangıcıydı.

Sürgün, dünyanın kenarına düşmüş ruhun hem karabasanı hem büyüyen rüyasıydı. Sürgün, anayurdu özledikçe, mülkü ve bedeni çoğalıp genişleyenin dikenli yatağıydı.

Sürgün, «Gözlerini asırlık akşamlara diken, bir bekleyiştir, yıkıldı yıkılacak.» diye yazacaktır.

Henüz 6 yaşındayken, yaşadığı topraklar, İsrail işgaline uğramıştı. Bunun üzerine ailesiyle beraber Lübnan’a sığındı.

O yaşlarda zeytinliklere ve dağlara koşar buldu kendini. Çünkü Filistin’in kıraç bozkırında, yalnız dağlar onları bağrına basıyordu. Dağlar, adeta direnişçilerin üzerine yağan kekikti.

Çıngırak seslerinin arasından bazen yalınayak, bazen yere kapaklanarak yürüdüler. Korkuyla ve susuzlukla geçen kanlı bir geceden sonra, Lübnan denen tılsımlı ülkeye sığındılar.

Kekik, göçmen kampı, yurtsuzluk ve sürgünün çağrıştırdığı travma arasında şiirine kıvılcımı çakan tılsımlı kelimeydi.

Bu yüzden zeytin ve kekik şiirlerinde sıkça kullandığı iki laytmotif oldular: “Burada öleceğiz, burada son geçitte, kanımız buraya dikecek zeytinini.”

Anayurt özlemi, zeytinden, kekikten ve Filistin bozkırının tozlarından oluşan sevgilinin bal rengi gözlerindeki tanrısallığa dokunmak anlamına geliyordu. Vatan, bitmeyen bir hasret, yürekte için için yanan bir kordu. Kendi vatanlarında mülteci konumuna düşmüş olanların açık yarasıydı.

Orada asla aynı değildi saatler. “Her dakika bir anıdır nehir kuşlarının yenilediği. Oradaydım. Filistin’in oğluyum ben. Bu isim yeterli benim için” diye yazacaktı.

Derviş’in şiirinde sevgilinin fiziksel yokluğu bile bir yurt hasreti ile özdeşleştirilir, onun düşsel izdüşümü bile yeni iklimlerin oluşması için yeterlidir.

Çünkü her koşulda ontolojik kanıtlar olmadan da varlığını sürdüren nadir hislerden biriydi aşk.

Bunu vatanın sağladığı sonsuz olanaklar dizisi içinde bir düş gezintisi gibi düşünün:

“Şimdi gidersen, bir çığ gibi saplanır hasretlerim, bekleyişlerin yüreğine. Kalırsam, zamanların ötesinde yepyeni bir iklim başlar hepimiz için. Başlarsan huzurla yudumlarım her sabahı. Bitirirsen keskin bir sızı düşer, iyileştiğini sandığım bütün yaralarımın üzerine. Anlarsan anlatırım, sustalı bir yalnızlığa benzeyen gecelerimi. Konuşursan dinlerim; hiç bıkmadan, usanmadan. Verirsen, saklarım kilitli sandıklarda mücevherlerini. Tutuşturursan yanarım, hiç korkmadan. Seversen; küçülürüm, ufalanıp yok olurum sende…”.

“Ey ülkem ne çok seviyorduk seni. Şimdi yüksek suskunluğu bekliyoruz, huş ağacından süpürgeler taşıyıp. Filistin yok. Sırtımız, önümüz yok, yok denizin sırları…”

Filistin Derviş için sıcak küllerin içinde yanan bir güldü. Sürgün ile birlikte gülün son yaprakları da yanmıştı. Kurşun gözünü, geceyi uykusuz geçiren zeytin ağacından bir türlü ayırmamıştı.

Bir Filistin kampı olan “Tel Zaatar” (Arapçada Kekik Dağı), Lübnan iç savaşı sırasında iki ay kuşatma altında kalmış ve Filistin direnişinin sembolü haline gelmişti.

Doğu’nun çamurdan ve kandan yoğrulmuş İris’inin izdüşümleri en çok Tel Zatar’da görülüyor.

Tel Zatar Filistin kampı şehirden uzağa kurulmuş. Oysa hakikat, çok ender toprağa gömülüyor; o, utanma, acı ya da kayıtsızlık perdelerinin arkasına sinmiştir sadece; onu açığa çıkarmanız için, sizin de, bu perdeleri aralamayı tutkuyla istemeniz gerekiyor.

 

Tel Zatar’da sefaletten, sürgünden, yalnızlıktan ve kimsesizlikten oluşan bir Molotof kokteyli bireyin geriye kalan görece özerk alanlarını hâlâ yakmayı sürdürüyor.

Burada gelecek, sürekli belirsizliğin zaman kipine dönüşmüş.

Şehre günün çok az bir kısmında elektrik veriliyordu. Karanlıkta bir mum olabilmenin arzusuyla, “bu gece bir mum yakıyorum kapanmayan yaramdan, bütün çakıl taşları soluyor” diye yazacaktı.

Şair, Lübnanlı faşist protagonistlerin zihinsel çöplüğünü deştikçe oradan işgal, zulüm, kan ve sefalet fışkırdığını görüyordu.

Hayfa’ya geri döndüklerinde mallarına mülklerine el konulduğu haberini almışlardı. Hayfa Derviş için ilk büyük tutku, ilk büyük aşktı: “Taşlarında yuva yapmış tarla kuşunun üstündeki bir damla suydu, bu damla denkti tüm denizlere ve yıkayıp temizleyebilirdi işleyeceği tüm hataları”.

Yazıları ve siyasi görüşleri gerekçesiyle, akşam beşten sabah beşe kadar evinden çıkması yasaklanarak, şehirden çıkışı da engellenmişti.

Kalırsa ev hapsinde tutsak, kaçarsa, hayatını, yüreğini şekillendiren bu kente bir daha dönememek korkunç ikilemi içinde bir süre debelenip durdu. Ardından sürgünü yeğledi.

İsrail Komünist Partisi’ne düşünsel yakınlığı nedeniyle ilk durağı Moskova oldu. Ancak, bu kentteki yabancılığını, “Orada gerçek bir evim olmadı!” cümlesiyle özetleyecekti.

Şehirde geçirdiği bir yıl boyunca Sovyetçi söyleme hapsedilmiş sosyalizm gerçeğiyle yüzleşti.

Moskova’da, insanların derisinin altında uyuklayan Josef K.’larla (F. Kafka) karşılaştı.

Çünkü onun sosyalist bir yurt özlemi, kimsenin el sallamadığı trenlerin kimsenin karşılamadığı yolcularının ve bir istasyonda unutulmuş vagonlarının olmadığı bir coğrafyaya karşılık geliyordu.

Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1982 Eylül’ünde Beyrut’tan çekilmek zorunda kalışının ardından Tunus’a geçti. Bu cebri sürgünün anısını, “Yerküre üzerimize kapanıp bizi son çıkıştan dışarı itiyor ve bizler geçebilmek için kollarımızı ve bacaklarımızı koparıp atıyoruz” cümleleriyle ölümsüzleştirmişti.

Ancak Tunus’taki yaşantıları bir kıstırılmışlık duygusu içinde geçiyordu. Derviş, Amman, Kıbrıs, Paris ve İstanbul duraklarında kaçmayı sürdürdü.

İstanbul aziz bir şehirdi onun için. İstanbul’u sevmesinde Nazım Hikmet ve şiirlerinin büyük etkisi bulunuyor.

Onun toplumcu gerçekçiliği, neredeyse bir John Steinbeck ve Yaşar Kemal tadında izlekler taşır.

John Steinbeck, endüstri öncesi Amerika’sının, yeni çağı haber veren büyük dönüşümlerin, renksiz kişiliklerin büyük kahraman ya da canavarlara dönüştüğü topografyanın ve masalsı figürlerin debdebesinin yazarıydı.

Yaşar Kemal, Çukurova’nın, bereketli ve acı dolu topraklarından kopan efsaneyle yüklü yaşamının, yoksulluk ve acının, hastalık ve güçsüzlüğün, zulmün ve haksızlığın vefonda çıldırmış verimlilikteki bir doğayı karşılayan tutkulu bir dilin yazarıydı.

Derviş de tarihi ve travmalarını fon olarak şiirinde kullandı. Doğu-Batı çatışmasının kanlı izlerini, masalsı bir kurgunun içine yedirdiği şiirinde sürmek mümkündür.

Sürgün, yersiz yurtsuzluk, Ortadoğu’nun acı ve dehşet verici tarihi, aşk ve hasret yapıtlarına sonsuz plastik malzemeler sundular.

Derviş’in Lübnan’da bıraktığı lirik izleri sürmeye devam ediyorum. Tanrı’nın kadim cennetinde faunanın korosu başlamış. Ağustosböcekleri, çekirgeler ve daha adını bilmediğim onlarca böcek çalılıkların içinde şarkı söylüyor. Sarp kayalıklara yuva yapmış bir tarla kuşunun peşindeyim.

Mevsimin sisleri kalın. Şimdi şehrin bu yamacı, hacimli kalabalığı, balkondan balkona renk renk çamaşırları, yeşili, sarısı, kiremit rengiyle sisin içine nakşedilmiş bir Dali tablosunu andırıyor.

Her renk kabından taşmış, kaostan düzene doğru bir tuvalin içine girip, gökkuşağından bir yurt tablosu oluşturuyor.

Delice akan yaşam nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan köprüler adeta yıkılmış. Aynı yazgı içine hapsedilmiş binlerce insan patlama sonrası Beyrut’unda alt alta, üst üste yaşamaktadır.

Şimdi adını anımsamadığım bir yazarın “Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir” özdeyişi düşüyor aklıma.

Bu özdeyiş, sürgünü bilmeyenlere, anlaşılan ve derin bir anlatı çerçevesi muhtemelen sunmuyor.

Ortadoğu insanının «her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenmeyen» tutumları beni çileden çıkarıyor.

İnsanlar duygusal bir anestezinin etkisi altında kaderci bir sosyallikle yan yana duruyorlar. Dayanışma değil sadece yanyanalık bu…

Beyrut agoni içinde, ölümcül bir uykuya yatmış. Bıçak sırtında açlığa yakın bir yaşam sürmenin, hayatla sonsuz bir boğuşma içinde debelenmenin bıkkınlığı, yorgunluğu insanların yüzünden okunuyor.

Çıkmayan bir yalnızlık lekesi fark ediyorum Filistinlilerin yüzlerinde.

Oysa sadece sosyalist hümanizm, ırk ve din yükünden kurtulmaya çalışan ezilmişlere uzun bir sağaltım süreci öneriyordu. Bu gerçeği çok önceden kavramıştı Derviş.

Ona göre bu sağaltım, önce dil ve algılayışta başlamalıydı.

Kiliseler ve camiler şehirde dip dibe. Fakat, tapınaklarda herkes ötekilerinin duasını sustursun diye kendi tanrısına dua ediyor.

Bir kilisedeki atmosfer lime lime ediyor ruhumu.

Mesih, ırkçılığın, milliyetçiliğin, kadın düşmanlığının, putlaştırılmanın ve kudretli hırsızların anakronik tanrılarına bırakıyor yerini.

Beyrut’ta zamanın iki boyutu vardı oysa; uzunluğu güneşe, derinliği, inandığınız tanrı kim olursa olsun, ortak yazgıya bağlı bir zamansallık bu.

Kısacası, dinsel ve etnik alt kimlikler nedeniyle sosyal bütünlüğü paramparça olmuş Lübnan gerçeğine tosluyorum.

Çünkü, “Nereden yaralanırsa insan, orası kimliği haline geliyor.”

Varoluşun şu dünyadaki kısacık serüveni ve ölüm hakkında sofist, hatta varoluşçu düşünceye yakın şeyler savundu. Ölümü, yok olmaya mahkûm olandan, ‘sürdürülebilir’ olana bir geçit olarak gördü.

9 Ağustos 2008 tarihinde Derviş’in kırık kalbi ülkesinden çok uzakta bir yerde durdu. Ölüm, bedenine sığmayan gezgin bir ruhu tamamen özgür bırakmıştı.

Derviş, Filistin halkının kendi içindeki itişmelerin hüznüyle öldü. Ruhu mutlaka, şimdi ve daima Filistin’dedir. Çünkü “memleketin etindeyiz biz, memleket de içimizde!”

Onun için yurt hasreti, sadece yanardağların karşılık verdiği bir çağrıydı, ömrü boyunca delice peşinden koştuğu. “Ulaşıncaya dek kıyısına ekmeğin ve dalgaların, öleceğiz düşü uğruna bir yurdun ve bekleyen yaseminlerin.”

Derviş’in ölümüyle birlikte, eli kanlı para babalarının hükmettiği bu dünyadan tutkulu şiirleriyle anımsanacak hümanist sosyalizmin bir yıldızı daha kaydı.

Son yolculuğun pencerelerinden bize el sallarken, her gece yatağından kalkıp onu uzaklara götüren mavi bir gölge elimden tutar.

Şimdilerde Marcel Khalife’nin bestelerinden dinliyorum Derviş’i, Beyrut üzerinde debelenen kasırganın vaatlerini, ‘Promises Of The Storm’dan (Vu’udumin e’l-âsife), vatansızların ‘kimlik kartı’ özlemlerini ‘Passport’tan (cevâzi’s-sefer) dinliyorum.

“Opus magnum” bütün hayatın aslında bir büyük iş için hazırlık olduğunu hatırlatır ve başyapıt ya da ustalık eseri anlamına gelir.  Beyrut, Derviş için hayat, Filistin ise bir ‘opus magnum’du.

Derviş’i okurken dünyanın sağladığı sonsuz olanaklar dizisi içerisinde bir düş gezintisine çıkıyorum ve sürgünü etinde hisseden biri olarak ufak bir katkı sunmaktan kendimi alamıyorum:

Hayal kırıklıklarım olmadı hiç, hayallerim de. Susuzluklarım olmadı hiç, suya kanışlarım da. Yanmaktan korkmadım hiç, ateşe kanışlarım da. Baharı çiçeklerinden öğrendim. Zamanın çabuk geçtiğini senden. Hayat, öylesine ürkek duruyordu yakamda. Seslerin şaşaasından sıyırdım zamanı. Damlaların izlerini söktüm topraktan. Bir avuç kor aldım, ateşlerin en tutsağından, bir avuç sıcak kül. Bin nefes verdim, ölümüne hasret bir cana. Ağaçlar çiçeğe durdu sonra, dallar meyveye. Senden bana çok yol vardı. Çıkarsam kayboluyordum. Adımı unuttuğunda tıklatıyordum kapını. Açıyorsun. “Varlığım varlığındır” diyorsun. Nerede bıraktıysan orada buluyorsun beni…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl