Ana Sayfa Manşet Mehmet ALTUN: DİL DEDİĞİMİZ ŞEY ANAVATANIMIZDIR

Mehmet ALTUN: DİL DEDİĞİMİZ ŞEY ANAVATANIMIZDIR

Mehmet ALTUN: DİL DEDİĞİMİZ ŞEY ANAVATANIMIZDIR

Mehmet Altun’un şair kimliği çok öne çıksa da daha yayımlanmamış bir romanı ve “çok sayıda bilimsel makale, kitap eleştirileri, gezi yazıları ve kültür-sanat dosyaları ile yüksek lisans ve doktora tezleri, ortak kitaplar, çeviri eserler” gibi farklı türlerde eserleri olan çalışkan bir dimağ. Şair Mehmet Altun’la yazma serüvenini, şiir poetikasını, uzun yıllar emek verdiği yayınevi (editörlük) sürecini, çok dilli olma halini, günümüz edebiyat camiasını, coğrafyanın (toplumun) sanata, yazar ve şairlere bakış açısını; “sanat eğitimi” hakkındaki fikirlerini, korona döneminde yaşadıklarını ve en çok da Misk-i Amber (İthaki Yayınları, 2022) isimli yeni çıkan şiir kitabı üzerinden şiiri(ni) konuştuk.

-Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Kimdir Mehmet Altun?

“Mehmet Altun: 1977 doğumlu şair, İstanbul’da yaşamaktadır. Akademisyen, editör ve gazeteci olarak hayatını sürdürmekte olan Altun, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Uzun yıllar boyunca Babil Yayınları’nda editörlük ve genel yayın yönetmenliği yapan Altun’un yayımlanmış çok sayıda kitabı, tez çalışmaları ve çeviri eserleri mevcuttur. Üç Nokta Edebiyat ve Sanat Dergisi’ni kurmuş, bir süre yayın yönetmenliğini üstlenmiştir. Altun’un birçok dergi ve gazetede edebiyat ve kitap eleştirileri, deneme ve makaleleri ile gezi yazıları yayımlanmıştır. Berlin, Sofya, Torino, Tel Aviv, Roma, Tiflis, İstanbul gibi Dünya’nın birçok kentinde onlarca edebiyat festivali, çeviri atölyesi ve workshop’a katılmış olup; eserleri birçok uluslararası antolojide yer almıştır. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilen Altun’un eserleri birçok ulusal ve uluslararası edebiyat ödülüne değer görülmüştür.” Böyle yazıyor Misk-i Amber’in ilk sayfalarından birinde. Zararı yok ama çok mekanik bence. Bu cümleler sanki ruhu yok bir eşyanın tarifiymiş gibi geliyor bana. Hâlbuki ben sıradan bir insanım ve elimde olsaydı bir zeytin ağacı olmak isterdim. Oysabiliyorum ki, faniyim ve benden bir baba, bir eş, dünyayı seven bir arkadaş, sıradan hikâyesi olan yalın bir insan olarak bahsetmek ziyadesiyle muteberdir. İnsan olmak yüce bir sıfata sahip olmak sayılır bence. İnsan olmak bana yeter. Ben insanım ve sıradan bir hikâyem var yani.

-Şiir serüvenin nasıl başladı? Sanat hayatına yön veren; seni etkileyen kişiler ve gelişmeler nelerdi?

Sanatla iç içelik hususunda sanırım şanslı bir ailede doğmuşum. Oldum olası rol modelim olan bireylerin yakınında, onların avantaja dönüştürdüğü bir ortamda bulundum. Bunların en önemlileri abilerim ve ablalarımdır. Kitaplarla tanışıklığım, hatta tutkuyla okuma alışkanlığı edinebilmemde büyük katkıları vardır. Sonra annemin eğitime verdiği önemin nimetlerinden yararlanmanın tartışmasız kazanımlarından kısmetlendiğimi belirtmem gerekir. Öte taraftan politik bilinci yüksek, duyarlılıkları geleneksel olarak gelişkin bir aile ortamının avantajlarıyla birçok yazarı çok küçükken tanıma, eserlerini okuma fırsatım olmuştur. Bunların en kıymetlileri Yaşar Kemal, Homeros, Firdevsi, Gorki, Kemal Tahir, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif gibi isimlerdir. Sonra Jack London, Dostoyevski, Michael Zevaco gibi yazarlar gençlik yıllarımın en kıymetli kaynakları olmuştur. Bunun yanında şiire bulaşmışlığım edebiyat öğretmenim Halis Lomlu’nun yazdığım bir kompozisyon nedeniyle, okul gazetesi için istediği sipariş bir şiirle başlamıştır.:) Aynı yıl; yani 1990 yılında Ankara’da çıkan bir gençlik dergisinde yayımlanan ilk şiirim ise bana göre layıkıyla yayımlanmış ilk şiirimdir. Konusu Malkara olan o şiir bir kömür madeni ziyareti sırasında bende kalan imgenin dile getirilişi şeklinde olmuştur. Daha sonra 1992’den itibaren art arda ve irili ufaklı çok sayıda dergide şiir yayımlamaya başladım. 1996’dan itibaren de Bülent Aydınel ve Mustafa Köz’le tanışmamın ardından ulusal anlamda görünür halde şiirler yayımlamaya başladım. İşte böyle başladı benim şiirle ilişkim.

-Yazdığın eserlerden bahseder misin?

Çok sayıda başlıkta yazdım aslında. Hem şiirler hem de edebiyatın diğer bütün türlerinde -roman hariç- kurmaca metinler ürettim. (-ki henüz yayımlanmamış bir romanım da var; o ayrı. Baskıya hazır halde sırasını bekliyor.) Öte taraftan çok sayıda bilimsel makale, kitap eleştirileri, gezi yazıları ve kültür-sanat dosyaları ile yüksek lisans ve doktora tezleri, ortak kitaplar, çeviri eserler derken, hemen her alanda üretimin içinde olmuş bulundum. Buna rağmen nedense en çok şiirle ilişkim görünür olmuştur. Bundan da rahatsız değilim doğrusu; hatta ziyadesiyle memnun olduğumu bile söyleyebilirim.

 -Mehmet Altun şiirinin poetikasını ne oluşturuyor?

Kartacalı Büyük Şair Terentius’un “Homo sum, humaninihil a me alienumputo!” diye bir sözü vardır.  “Ben insanım, insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” anlamına gelir. Bu söyleyişi bir de Can Yücel’in “insanlığa dair ne varsa kabulüm” şeklindeki ifadesiyle özetlersek bu sorunun da şahane cevabını bulmuş oluruz diye düşünüyorum. Öte taraftan tarihsiz ve tabiatsız hiçbir şeye rıza gösteremem. İşte benim şiirimin poetikası budur…

-Nasıl bir atmosferde vücuda geliyor şiirlerin? Sen mi şiire gidiyorsun yoksa şiir mi sana geliyor?

Dürüst olmam gerekirse, her ikisi de birbirine karşı mesafeli. Hâlbuki ben şiiri olgunlaşana kadar aklında dolaştıranlardanım. Onunla yüzleşmek istediğimde ise koşullar ne olursa olsun ertelemem. Bunun yanında amacı halkla ilişkiler faaliyetine denk gelecek kelamlar etmek de istemem. Yine de aklımda olgunlaşmış her şiir büyük ölçüde bireysel olmayan metaforlardan beslenir. Nedense kendini toplumun arkasında tutan, tabiat varken kendi canıyla pek de hemhal olmayan bir tarafım var. Bu yüzden de kalabalık ve yaygın kederli zamanlarda yazılan birey merkezli şiire karşı zaman zaman öfke duyduğumu itiraf etmeliyim. Çünkü ben bir dağın koynundan sökülüp gelen bir nehrin sularına betondan tüpler takarak kocaman vadileri kurutan bir dünyada bedenime sığan bir kederin şiirini yazmanın bencillik olacağına inanıyorum. Sokağın koynunda yatan annelerimizi ve üç kuruş asgari ücretli maaşı daha hesabına yatmadan vergisi kesilen yoksulun sömürülen emeğini bilen biri olarak kendi bireysel derdini öne çıkarabilecek biri olamam ben. O yüzden pek de birbirimizi beklemiyoruz yani. Ne şiir beni bekliyor ne de ben onu. Zamanı geldiğinde ise birbirimizi dürtüyor, birbirimizin huzurunu kaçırıyoruz. Böyle böyle çıkıyor ortaya kelam. Yani içimizdeki rüzgârı fırtına etmeden topluyoruz. İpek kaftanlarımızı da alıp, oturuyoruz imgenin masalına. Birbirimize teşne oluyoruz vesselam.

-Misk-i Amber (İthaki Yayınları, 2022) bir önceki şiir kitabın olan lapis lazuli’den 12 yıl sonra yayımlandı… Bu uzun aranın nedenlerini ve kitaptaki şiirlerin yazımından yayımlanma sürecine kadarki serüveni anlatır mısın? İlk tepkiler nasıl?

Uzun bir ara oldu sahiden de. Bunun nedeni ise yaşamdaki öncelikler sırasının değişmesi oldu sanırım. Yaşamsal kaygılar daha gerçekçi olduğundan belki de… Zira bu ara dönemde akademik hikâyemin benden aldığı zamanın kabahati çok. O arada yüksek lisans, doktora, makaleler, çeviriler, saha çalışmaları, iş koşulları derken şiire dair derli toplu bir yoğunlaşma olamadı. Öte taraftan hayatta yazabileceğim en muhteşem şiirim; İda Zelal’im dünyaya açtı gözlerini. Biraz da onun gözlerine bakmaktan başka hiçbir şiire zamanım kalmadı sanki. Bunun yanında elbette şiir de hep oldu ve birikerek kendi zamanına hazırlandı. Sanırım doğru zaman buymuş. Böyle oldu serüvenin sancıları. Diğer taraftan, kitaba ilişkin çok güzel tepkiler, kıymetli ve gurur verici dönüşler alıyorum. Meğer ne çok dostumuz bekliyormuş yeni şiirleri. Mahcup olacak kadar kıymet veren yorumlar var, duydukça sorumluluğumun katlanarak arttığını fark ediyorum. Yani işim biraz daha zor artık…

-Babil Yayınevi’nde uzun yıllar editörlük yaptın… Yayıncılık ve editörlük işinin şair kimliğine etkilerini anlatır mısın?

Editörlük çölde su kuyusu aramak gibidir. Bir süre sonra suyun hangi derinlikte olduğunu daha kuma bakar bakmaz anlarsınız. Zor olan o suyu bulduktan sonra heba etmemektir. Sabır ve kararlılık işler editörlük. Tahammül ve cüretkârlık. Katılık ve tevazu. Hepsini bir arada işler editörlük. En az yazan kadar sorumluluk, en az kendi eseri kadar aidiyetlik ve sahiplenme duygusu aşılar. Zordur vesselam. İşte ben bu çöl imgesinden kuyu değil de göl bulmaya benzetirim edebiyatta iyi şiire ulaşma çabasını. Doğrusunu sorarsanız, bu bilinçle inşa etmeye çalışırım kendi şiirimi de. Umarım okur da aynı cevheri keşfetmenin keyfine ulaşır. O özenin tanığı olur. Meramım yüksek nitelikli bir şiir yaratmanın yanında, yaratılan şiirin sonsuz bir evrene ulaşmak isteyen amacına yol olmaktır. Meramım çağımın ve tanığı olduğum dünya halinin amel defterine doğru kayıt düşmektir. İşte böyle bir şeydir yayıncılığın ve editörlüğün benim şiirime etkisi.

Türkçe-Kürtçe yayımlanan ‘Lapis Lazuli’ adlı kitabın (Kasım 2010) okurlarla buluşmuştu… Çok dilli bir şair olmanın edebiyatına (şiirine) nasıl bir yansıması oldu?

Herkesin bir gördüğünü sen iki görüyorsun. Kendini yukarıda sanan hadsizleri hüzünle izliyorsun. Hem anneni hem sevdiğini çok iyi anlıyorsun. Komik ama en çok da kendini üst dilin sahibi sananlara acıyorsun ya; bunun keyfine doyamıyorsun. İşte öyle bir şey oluyor bende.:) Gül ve kül bir arada. Kum ve çöl. Derrida’nın kirpi metaforu ya da harese paradoksu gibi. Şaka bir tarafa; çok dillilik çok evreni olmak, bir düşü iki ayrı göğün altında görmek gibi bir şey. Sadece aynı evde yaşayıp da birinin ötekini hiç anlamak istememesinden kaynaklanan snopluğun çaresizliğine tanık olmak hali yorucu. Zira dil dediğimiz şey anavatanımızdır. Onu bilmeyen tabiatın ne dediğini de bilemiyor işte. Ben bunun zenginliğini yaşamanın bahtiyarıyım. Öte taraftan kendim için avantaj olarak gördüğüm bu durumu, “keşke bu lanetli topraklarda herkes birbirini aynı sadelikte anlayabilseydi” diyerek kurguluyorum. Kendimi bu yalanla ve dilekle avutuyorum; ama biliyorum ki güç zehirdir ve en çok onu elinde bulunduranları zehirliyor.

-Günümüz edebiyat dünyasını ve özel olarak şiirin asıl okuyorsun?

Mutsuz. Tekil. Bencil. Ziyadesiyle takiyeci hatta hayli konformist, tembel ve riyakâr. Tam da memleket gibi. Tam da zamlara ablak ablak bakan sendikacılar gibi. Tam da muhalefetlerin iktidarlardan çalmaya çalıştığı milliyetçilik vebası gibi!

-İçine doğduğun coğrafyanın yazdığın şiirle nasıl bir ilişkisi oldu? Coğrafya mı yoksa şiir mi kader(in) oldu?

Coğrafyamızın yüzümüze açtığı çukurlar var. Çok iyi bilirsiniz siz de bunu. Şiirimiz de bu çukurlardan kendi payına düşeni alıyor kuşkusuz ki. Gel gör ki öyle acılar, öyle katmer katmer kederler içinde közlenmiş ki rüyalarımız ne kadere inanıyorum ne de şirin coğrafyasına… Öte taraftan bizi biz eden belanın aslında kederimiz değil de cevherimiz olduğunu keşfedeli beri çok fazla şey anlamsız oldu. Hâlbuki garip bir paradoksun öznesi olarak bildim bileli şiirimi coğrafyama adamışımdır. Ben adamasam da bu göle maya çalmak isteyen her fani getirmiş, koymuş coğrafyamı şiirimin de önüne, künyemin de en çok da onun insanının, onun imanının, onun irfanının… Bir de şu belalı ırmaklarımız, şu elmas göğümüz, şu yüce dağlarımız, şu sonsuz ovalarımız için gülle ve dikenle imtihanımız var ya; işte o alıyor bende açan bütün yaraların ahını…

-Aydın insanlardan çok siyasetçi devşiren bir coğrafyada yaşıyor olmanın nasıl bir getirisi/götürüsü oldu? Toplumun sanata (şair ve yazarlara) yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun?

Edip Cansever’in İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe / Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine” dizeleri geldi aklıma. Bizim bu topluma çok borcumuz var; ama bir o kadar da alacağımız. Zira siyasetçileri bilcümle cüheladan oluşan zeyil, sahtekâr, ahlaksız ve hırslı; çoğunluğu konuştuğu dili bile tam bilmeyen zavallı erkeklerden oluşan koskoca bir talihsizliğin galasından çıkmışlar gibi. Örneğin akademisyenini 65’inde emekliye sevk eden; ama ölene kadar ülkeyi yönetmek isteyen cahiller konçertosu gibi bir memleket bizimkisi. Üstelik yasayla düzenlenmiş yetkilere sarınmış, her şey normalmiş gibi yetkin insanlara hayatı dar eden kararlar almakla böbürlenebiliyorlar. Dahası bu bir gelenek ve taa başından beri işletilmekte. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Haliyle insanın idraki cehennemi olmaya başlıyor. Dolayısıyla böylesi bir toplumda sanata, kültüre, şaire, yazara, ressama, sinemacıya, oyuncuya, gazeteciye veya müzisyene hiçbir değer verilemiyor. Çünkü estetize olmuş beğeni diye tariflenen sanat ve onun icracısı olan sanatçısı değil de; şiarı köşeyi dönmek olan ve bulduğu her şeyi satabileceğini kurgulayan tacir tipi daha muteber oluyor. Çünkü ancak o zaman cahilin iktidarı sonsuz olabiliyor. Zira cahilin sığınağı zorbanın yanıdır ve sanatçıdan zorba üretmenin imkânsız olduğunu çok iyi biliyorlar. İşte bu nedenle işi zor olan bir hikâyesi var bizim toplumumuzun. Çünkü zorbası da cahildir. Üstelik bu durum binlerce yıldır böyle. Talihsizler toprağıyız anlayacağınız. Kederimiz kaderimizden eskidir vesselam.

-Şairliğin yanında akademisyen bir kimliğin var… Öğrencilere yönelik nasıl bir “sanat eğitimi” olmalıdır?

Zor sorular sıralamasında birinciliği bu soruya vermenin muhteşem çaresizliği. 🙂 Bizim öğrencilerimizin boyu, ebadı, ahkâmı pek de çocuk değil. Kocaman adamlar ve kocaman kadınlar benim öğrencilerim. Nihayetinde üniversite çağında elinize hiçbir şeysiz gelen bireylere sanat anlatmak o kadar da kolay olmuyor. Keşke ilkokuldan itibaren anlatılabilse sanatın öyküsü. İnsanın, tabiatın, inanmanın tarihini çocuklarımıza en erken zamanlardan itibaren anlatmamız gerektiğine inanıyorum. Belki o zaman daha estetize olmuş zevkleri olan bireylerin yaşadığı bir toplum olabilir; belki o zaman inceltilmiş insanlık bilincini daha işleyen bir organizma olarak bireylerin kalbine nakşedebiliriz. Zira sanatı sevmek doğayı da sevmektir. İnsanın insana ettiği şiddete son verecek en iyi merhemdir sanat. Sanat hayattır, nezakettir, idraktir. Keşke birbirimize ve çocuklarımıza en baştan sunabilsek sanatın sonsuz nimetlerine ilişkin farkındalığın servetini. O zaman belki her evin bahçesinde birkaç ağaç gölgesi olabilir… Belki o zaman insanın dünya malından daha fazlasına ihtiyacı olduğunu kavrayabiliriz.

-Dünyayı başımıza dar eden korona illetinden bir şair olarak nasıl etkilendin?

İnanılmaz zamanlardan geçmenin tarifsiz sıkışmışlığı içinde ve gerçekten de nasıl sabah, nasıl akşam olduğunu pek de anlayamayarak geçirdiğimizi söyleyebilirim. İnsan en çok göğün altında kurulu esaretten korkmalıymış; onu öğrendim. Bir de tarifsiz bir yalnızlaşma serüveni, en sevdiklerine dokunamamak kadar dramatik başka ne olabilir ki şu yalan dünyada… Öyle zayıf, öyle çaresizlik görülmemiştir… Bu vesileyle bilumum haysiyetli ve onurlu tutsaklara, mahpuslara, mahkumlara selam olsun. Veba vadisine dönüşmüş bir dünyayı kim tasavvur edebilirdi ki! Axx Newala Çorê! diye tarih öncesinden figan eden bir ses çınlıyor kulaklarımda… Yeniden düşünmek bile istemiyorum; ama biliyorum ki aymazlık had safhada ve veba hâlâ aramızda… Nefesimizin içinde, sokağımızda, meyvenin tadında yaşamaya devam ediyor…

-Gelecekle ilgili planların nelerdir?

Şiir hayatımızın parçası olarak kuşkusuz ki en kıymetli köşede, en zahmetli zamanlarımızın dili olarak yerini koruyacaktır. Bununla birlikte hayatı daha gerçekçi bir yaklaşımla yorumlamak ve ürettiğini başkalarının sorumluluklarını da taşıdığına olan bilinçle yönetmek durumunda olduğumuzdan; çalışmak, çalışmak, çalışmak…

-Son olarak neler söylemek istersin? Teşekkürler Mehmet Altun.

küçük İskender bir söyleşinin sonunda tam da bu soruya benzeyen bir soruya, “Üç tarafı denizlerle kaplı bir ülkede dördüncü taraf hiç deniz görmüyorsa ben kahrımdan ölüyorum!” diye cevap vermişti. Aynı yerde, aynı duygunun içindeyim. Doğu cephesinde hâlâ yeni bir şey yok maalesef! Bence bu acı kâfi. Bitsin artık dördüncü tarafın denize hasreti…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl