Ana Sayfa Litera Palyaçonun Taklası

Palyaçonun Taklası

Palyaçonun Taklası

 

Heinrich Böll’ün Palyaço’su 1960’ların Almanya’sında geçiyor. Nazi rejimi ve 2. Dünya savaşının yarattığı travmayla insanların nasıl ikiyüzlü bir biçimde yüzleştiğini eser gözler önüne seriyor. Pantomimci palyaço Hans Schneider’in sevgilisi Marie’den ayrılmasının ana nedeni Marie’nın çocuğunu Katolik geleneklerine göre yetiştirmek için Schneider’la sözleşme yapmak istemesi. Schneider ise çocuğunu Katolik terbiyesiyle yetiştirmek adına böyle bir sözleşme yapmayı anlamsız ve gülünç buluyor. Schneider varlıklı bir ailesi olmasına rağmen babasının servetini reddetmiş. Böylelikle oldukça cimri olan ailesinin takıntılı geleneklerini ve burjuva ahlakına da sırt çevirmiş. Schneider palyaçoluk mesleğini yaparken, bir sanatçı olduğunun ipuçlarını veriyor bizlere. Sanatçı olmak toplumsal normların, tutucu geleneklerin ve sahte erdemli davranışların reddedilmesini gerektiriyor. Katolik değerlerin sürekli ruhtan söz ettiğini fakat esasen yalnızca bedenle ilgilenen bir çarpıklık yarattığının bilincine varması palyaçoyu derin bir melankoli içine sokuyor. Savaştan sonra geriye kalan Nazi destekçilerinin vicdanlarını temizlemek için şekilden şekile girdiklerini ve bunların tek nedeninin belki de zamanla ilgili olduğunu farkına varması onu zorunlu olarak makyajlı, toplumsallığa karşı gelebilen ama ne yapacağını pek de bilmeyen bir sanat yolculuğuna çıkarıyor. Schneider çevresine karşı hoşgörülü olmasına rağmen ağzından çıkanları durduramıyor. Tıpkı Heınrıch Böll’ün o tarihte yazdıklarının tepki doğuracağını tahmin etmesine rağmen kendisini engelleyemeyerek bu kitabı yazabilmesinde olduğu gibi. Palyaço bir gösterisinde bacağından sakatlandığı ve yerel bir gazetenin onu sanatını acımasızca eleştirmesinden dolayı uzun bir süre işsiz olduğunun farkına varıyor.

Eskiden olsa onu Marie toparlayabilecekti. Fakat ilk defa hem sanatı hem de ailesinin çürümüş değerlerini terkedebilecek kadar sevdiği Marie yanında değil. Kitap Bonn şehrinde bir otel odasında geçiyor. Palyaço Schneıder tek tek ailesini ve bütün tanıdıklarını arıyor. Aradığı kişilerin ona para yollamasını umut ediyor. Fakat aslına ihtiyacı olan şeyin anlaşılmak olduğunu, ruhunun yaralandığını ve dogmatik inançların baskısıyla Marie’nin de onu anlayamayanlar kafilesine katıldığını ironik telefon konuşmalarında haykırıyor. Makyajının arkasındaki melankoliyi, mizahının, ironi kabiliyetinin ve çevresindeki kimselerde olmayan özgün yaratıcılığının yardımıyla gizlyebiliyor. Başına gelen trajedilerle dalga geçebilen, dürüst ve kendisiyle barışık ancak kayıtsızlığın değerini bilen palyaço, edebiyat tarihinin çok boyutlu, esrarengiz karakterlerinden birisine dönüşüyor.

Dinsel hoşgörüsüzlüğün bütün toplumlarda belirli seviyelerde olduğunu fakat modern toplumlardaki kadar ikiyüzlü ve araçsallaştırılmış bir halde olmadığı gözlemi belirli bir geçerliliğe sahiptir. Bunun yanında Nazi Almanyası sonrası bireylerin üzerindeki suçluluk psikolojisinden arınabilmek için yeni olana adapte olma gayreti de 60’lı yılların Katolikliğinin bir parçası haline gelmiş gibi gözüküyor. Faşizmin insanlık dışı uygulamaları sonrası, insanların hayatlarıyla ilgili bir şeyleri arzulamayı sürdürebilmeleri için yeni bir pırıltıya ihtiyacı vardır. Ahlak kisvesine bürünmüş genel etiği savunarak ötekilerin gözünde kendilerini aklayabilecekleri bir tür yeni cemaat anlayışı. Başkalarının gözündeki beyhude anlamı tercih etmeyenler ise yine sanatçılar olmuştur. Dünyanın her yerinde küçük nüanslara göre değişen ama özünde genel geçerli değerlerin saçmalığını farkında olan ve sevgiyi ön plana taşıma gayreti içinde dünyayı şiirsel ve büyülü hale getirmek için elinden geleni yapan bir gurup palyaço türemiştir. Palyaçodan bir an önce kurtulmak isteyen linyit madeni hissedarı babası onu sistemin çarklarına karşı savunmasız bırakmıştır. Schneider ise bütün bu olanlara ve yalnızlığına karşın topluma karşı kayıtsız kalmaya seçmez. Bunun yerine kendi kusurlarının yanında onların itiraf edemediği sorunlarını da ortaya döker. Kendisinin çok da matah bir insan olmadığını farkındadır Schneider. Ancak diğerlerinden farkı tam da buradadır. O cemaatlerdekiler gibi ya da burjuva hiyerarşisini tercih edenler gibi toplumun kendisiyle yüzleşmekten korkan parçasının tam karşısında durmaktadır. İronik diliyle, yabancılaşan diğer karakterlere karşı kayıtsız kalır sadece. Diğer insanlarıysa kitap boyunca iğneler ve otoriteyle eğlenir. Melankolik bir çaresizlik yazarın ironik diline eşilk eder. Babasının televizyon programlarında çarpıttığı rakamların iyi bir oyunculuk örneği teşkil ettiğini söylemesi Böll’üm anormallik tanımını kabul etmediğinin göstergesidir. Palyaço yalnızca yalnız olmak, sıcak bir duş almak, ötekilerin keskin inançlarına üzülürken gülebilmeye devam etmekten keyif alır. Palyaço ağzına geleni söylerken umudunu kaybetmemiş olduğunu bizlere hissettirir. O topluma yabancılaşmış ama onları anlamaktan vazgeçmeyen birisidir.

1907’de Köln’de doğan Heinrich Böll, İkinci Dünya Savaşı’na katılmış esir düşmüş bir yazardır. Savaş sonrası hem abisinin yanında marangozluk yapan hem de üniversite okuyan Böll’ün ilk öyküleri 1947 yılında dergilerden yayınlandı. Ölümüne değin Köln ve çevresinde bağımsız yazar olarak yaşadı. 1972 yılında Nobel edebiyat ödülünü kazana Böll aynı zamanda uluslararası Pen Derneği’nin başkanlığını yaptı. Böll öykülerinde keskin, ironik ve toplumsal maskeleri düşüren sembolik bir dil yapısı inşa etti. Üslubu ise son derece kendine özgün, yer yer kinayeli yer yer serbest akan bir bilincin doğallığının ürünüydü. Hemen her insanın bilinç akışı farklı olduğundan dolayı, tam bir serbestlik içinde düşünebilen yazarlardan aşina olduğumuz ,özerk bir anlatım tarzıydı onun anlatımı.

Aşkın ancak koşulsuz olduğunda gerçek olabileceğini düşünebilecek kadar romantik olan Palyaço makyajının arkasında faydasız kuralların cildinde oluşturduğu çatlakları gizledi. Her türlü dogmanın bedeni kısıtlama gayesiyle yola çıkarken aslında insanın ruhunu kilitli bir kafese tıkıştırdığını fark etmediğini dile getiriyor. Ağzımızı burnumuzu gerçek zannedilenin gerçek olmadığını göstererek dağıtıyor.

Mezhep değiştiren kardeşi Leo’nun Küçükken Chopin’in Mazurka’sını çalışını asla unutamadığı ve bunun imkansız olmasını bildiği halde bu müziği geçmişten beri tanıdığı Monica’ya tekrar ettirme isteğiyse, kitabın en dokunaklı sahnelerinden birisini oluşturuyor. Schneider, mükemmel ve berbat anlardan ibaret olduğunu bilen ama bu anların hepsiyle yüzleşme cesareti gösterebilen bir karakter olarak, Acımasızca kendisiyle dalga geçiyor. Yeniden aynı şarkıyı dinleyip aynı sahneyi canlandırmak için elinden geleni yapsa da nafile. Anların sonsuzluğa karıştığıyla ilgili olan bu an her anın kendi şiirselliği olduğunu anımsatıyor. Unuttuğumuzu bilmediğimiz, bir çok şeyi yakalayamadığımız tuhaf zamanların sesleri Chopin’in şarkısından palyaçonun kulaklarına akıyor. Hiçbir zaman aynı efsunlu anı yaşamayacağını anlıyor palyaço. Ve kafası uçuyor.

Basıldığı tarihte çok tartışılmış bir roman olan “Palyaço”nun satışları engellenmiştir. 1985 yılında yazdığı önsözde, Heinreich Böll bu konuyla ilgili şöyle yazıyor;

Savaştan sonra -benim için 1950’li yılların sonunda, 1960 yılların başında doğmuş olan genç Almanlar, daha doğrusu günümüzde 25 ve 27 yaşında olanlar- böylesine zararsız bir kitabın, çıktığı yıllarda niçin bu kadar çok gürültü koparmış olduğunu anlamakta zorluk çekeceklerdir”

Protestan olmasına rağmen Katolik okulunda okutulan Schneıder, hayatının hiçbir döneminde toplumsal dogmaların baskısından kaçamıyor. Marie’nin, Schneıder’ın sanatçı ve romantik kişiliği yerine hayatını Züpnfer adlı karakterle sürdürmek istemesinin nedeni şüphesiz ki Züpnfer’in katolik olması. Yani Marie çevresini, romantik ilişkisinden daha çok önemsiyor.

Marie’nin onu terk etmesi hayat karşı umudunu kaybetmesine neden olabilecekken yardımına hayal gücü yetişiyor. Tek başına da olsa eski arkadaşlarını, annesini , eşini ve babasını arayarak onlarla dalga geçiyor. Tek başına eğleniyor.

Bizim talebimiz öldürmekle ilgilidir daha azı değil. Ruhunu çıkartıp, ince ince doğrayıp, mevsim salatasının içine atmaktır. Konuşmalarını kırmızı burnunu çıkaramadan yapan bir palyaçoya inanmamak en prestijli görüntümüzü yaratır. Bizden sonrakiler zorbalığa karşı meydan okuyacaklar. Yargıçların cüppelerini iplemeyeceklerdir. Omuzlarınıza çöken suçluluktan kurtarabilirseniz hayatta kalacaksınız. Kahvenin acı tadı bacağımı yaktığından beri kayboldu. Kelimelerin aşılamamasının daha sahici olduğunu hangi gerzek söylediyse onu kulaklarından kafasına asacağız. Saray soytarıları bile benden daha onurluydu. Zorbalıktan tiksiniyorum. Kendi doğrularımı kim aşındırdı? Kısaca söylemek gerekirse yaşayamıyorum.

Palyaço sahneye çıkarken elinde melankolik suratlı, kıvrımlı dudaklı, kırmızı burunlu bir maske tutuyordu. Ters takla atması adına koşulların hemen hepsi hazırlanmıştı. Ayağa kayarsa kendisine acıyacak ve yeni bir oyuna başlayacaktı. Kimsenin yapamadığını yapmak için ayaklarını ileri geri seri şekilde birbirinin yerine koyuyordu. Kimsenin yapamadığını yapıyor, kahvesini içerken kör rolü yapabiliyordu. İnsanlarda gördüğü kusurları seviyor böylelikle ölümcül hatalarına gülüp geçebiliyordu. O bir pandomim ustasıydı ne de olsa. Ağlamaktan hiç haz etmezdi.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl