Ana Sayfa Genel Sevda Karaca ile Kadın Hareketi, Patriyarka ve Sınıf Üzerine

Sevda Karaca ile Kadın Hareketi, Patriyarka ve Sınıf Üzerine

Sevda Karaca ile Kadın Hareketi, Patriyarka ve Sınıf Üzerine

Neoliberalizmi muhafazakârlıkla kutsayan tek adam rejimi, toplumsal yaşamın bütün alanlarını sermayenin kar ve birikim ihtiyaçlarına uygun olarak düzenliyor. Günbegün artan toplumsal eşitsizlikler sınıflar arasındaki uçurumu genişletirken, uygulanan neoliberal programın yarattığı yıkım; diktatörlüğün zor araçları, dini ideoloji ve pratiklerin yaygınlaştırılması, ailenin toplumsal ilişkilerin merkezine yerleştirilmesiyle baskı altına alınıyor. Sosyal hakların bütçe içerisinde payını azaltılması, kamusal mal ve hizmetlerin özelleştirilip piyasalaştırılarak ortaya çıkan boşluğun aileye, aile içinde de kadına devredilmesinin siyasal çıktısı İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması oldu. Bu ekonomik-politik çerçeveyle kopmaz diğer bir tartışma da toplumsal muhalefetin farklı kesimlerinin çeşitli mecralarda yürüttükleri tartışmalar oluşturuyor. İdeolojik uzantıları “Feminizm burjuva ideolojisi mi?” sorusunun oluşturduğu çağrışım; devamında yaşanan mutat tartışmalar… “Sosyalist feministim” diyen kadınlar ya da sadece “sosyalistim” diyen kadınlar… Patriyarka, üretim ilişkilerinin içsel bir unsuru mu yoksa ayrı bir üretim ilişkisi mi? Sosyalistlerin, feminizme dair getirdiği eleştiriler… Feminizmle, sosyalist hareket arasındaki muharebe konularını, Ekmek ve Gül’ün yazı işleri sorumlusu, Evrensel Gazetesi yazarı ve 3 ayda bir yayımlanan Teori ve Eylem Dergisi’nde Marksizm ve kadın mücadelesi üzerine yazılar kaleme alan Sevda Karaca ile konuştuk.

 

 

Sadece son aylarda yaşanan gelişmeleri kısaca özetlersek; HDP Kocaeli milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun dokunulmazlığı kaldırıldı, HDP’ye kapatma davası açıldı, İBB mülkiyetindeki Gezi Parkı, olmayan bir vakfa verildi. 4,5 ay önce Merkez Bankası başkanı değiştirildi. Döviz kurları fırladı. Ve son olarak İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan ilk ülke olan Türkiye, sözleşmeden çekildi. Tüm bu olanları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiçbiri birbirinden bağımsız değil, bir hamleyle düğmeyi dikip diğeriyle iliği açıyor iktidar.

Nasıl?

Önce büyük bir şaşaayla İnsan Hakları Eylem Planı açıklayıp hemen ardından HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürmek, en az 6 milyon insanın siyasi iradesini temsil eden HDP’ye kapatma davası açmak, yüzlerce insanın siyaset yapma hakkını engellemek için listeler yapmak, sembolik yanı güçlü Gezi Parkı’nın mülkiyetini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden alıp Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devretmek, İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmek, Ekonomi Eylem Planı açıklayıp 4.5 aylık Merkez Bankası Başkanını görevden alındığı için şükran sundurmak, fırlayan döviz kurlarının nedenini “dış güçlerin ekonomik darbe girişiminde” aramak, Resmi Gazete’de yine bir gece yarısı kararıyla “yap-işlet-devret” ihalelerini alan müteahhitlerin yurt dışından bulacakları kredilere devlet garantisi sağlamak, İzmir’de yatırım yapacak bir İtalyan firmaya, 30 milyon TL’lik “nitelikli personel” desteği sunmak, HES inşaatları ve taş ocakları açılması için kimi köylerin arazilerinin acil kamulaştırılması ile yine kararnamelere sığınmak…

Halka karşı süreklileşmiş bir eylem planı mı devrede?

Görünen o ki iktidar, halkın geniş kesimlerinin birliğini, asgari taleplerini ortaklaştırma eğilimini sembolize eden hiçbir şeye tahammül edemediği bir noktada. Tek Adam yönetimi kendisi dışında herkesi yetkisizleştirmek, değersizleştirmek, yok etmek için gemileri yaktı. Rıza üretemediği geniş kitlelerin, özellikle pandemi döneminde sermayeye peşkeş çektiği teşviklerle, sildiği vergi borçlarıyla, halkı açlığa terk eden kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin, Kod-29 gibi uygulamalarla huzursuzluğun arttığını, bu huzursuzluğu başka bir aksa geçirmek adına harcadığı tek atımlık sembolik kurşunların (Ayasofya’nın camiye çevrilmesi gibi örneğin) halk nezdinde karşılığının umduğu gibi olmadığını da görüyor. Eriyen halk desteği iktidarını koruma zorunluluğu ile iç içe geçince, tek adam egemenliğinin daha da güçlendirilmesi ve giderek faşist bir rejimin örgütlenmesi için tüm kurumsal ve fikirsel alt yapısını tamamlamak üzere adım üstüne adım atıyor.

İktidar, halkın geniş kesimlerinin birliğini, asgari taleplerini ortaklaştırma eğilimini sembolize eden “mevzi”lere yaklaşımındaki tahammülsüzlük, geçiş dönemini kısaltma arzusuna mı işaret ediyor?

Kadına yönelik şiddet, kadınların “insan” olmaktan çıkarılarak aileye kul, sermayeye köle haline getirilmesi süreci, bu sürecin ayrılmaz bir parçası. Son dönemde kadınların eğitim hakkından, şiddete karşı korunma hakkına, medeni kanundaki maddelerden, başka uluslararası sözleşmelere kadar tüm hakların toplam bir paket halinde saldırı altında olması, bu tek adam rejiminin üzerinde yükseleceği toplumsallığın nasıl bir toplumsallık olduğunun da işareti, göstergesi. Tek adam tek parti iktidarını tümüyle garanti altına alma arzusu ve elbette faşist rejim inşasının gidişatında -eşyanın doğası gibi- bu tahammülsüzlük daha çok.

 

MESELE YALNIZCA BİR “YAŞAM TARZI MÜDAHALESİ” DEĞİL AYNI ZAMANDA “MODERN” BİR POLİTİK-EKONOMİK YÖNETME BİÇİMİ.NEOLİBERAL DÖNEMDE, SERMAYENİN VE ONUN SİYASAL TEMSİLCİLERİNİN YASLANACAĞI TEMEL KAYNAK ATAERKİL AİLE, DİN VE MUHAFAZAKÂRLIK…İKTİDARIN UZUN SÜREDİR “AİLEYİ” POLİTİKALARININ MERKEZİNE OTURTMASINDAKİ HİKMET DE BURADA SAKLI.

 

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul Sözleşmesi için yaptığı açıklamada “Ailenin temeline dinamit koyan hiçbir düzenleme meşru değildir” diyerek eleştirdi.  Erdoğan, toplumsal cinsiyet eşitliğini, kadının erkekle eşit haklara sahip olmasını ‘ailenin temeline dinamit koymakla’ eşdeğer gördüğü malum; bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bu söylem İstanbul Sözleşmesi için şahikasına varsa da, aslında çok uzun zamandır kadınların hak mücadelesine ilişkin her girişimin benzer bir söylemle kriminalize edilmeye, değersizleştirilmeye çalışıldığını biliyoruz. “Aile” söylemi, AKP iktidarının arzu ettiği toplumsal yapının kilit noktası. Pek çok muhafazakâr, otoriter rejimde olduğu gibi… Genellikle “aile” üzerine yapılan bu vurgu iktidarın dinci, gerici söylemi üzerinden tartışılıp analiz ediliyor. Bu bir yönü ama tümü değil bence.

Tümü sizce nedir?

AKP iktidarı döneminde her vesileyle muhafazakâr-neoliberal bir toplum ve aile tahayyülünün mutlaklaştırıldığını ve dışında kalanların öcüleştirildiğini, “toplum düşmanı” haline getirildiğini gördük. Boşanmış kadınlar, LGBTİ’ler, tek ebeveynli haneler, hatta kimi zaman şiddet gördüğü için devlete başvuran kadınlar… Ancak mesele yalnızca bir ‘yaşam tarzı müdahalesi’ değil. Aile kurmaya ve her ne olursa olsun aile birliğini sürdürmeye dayalı bu söylemler ve politikalar, “gerici, muhafazakârlığın baskıcı uygulamaları” olarak ele alınıp tartışılsa da, bunun aynı zamanda “modern” bir politik-ekonomik yönetme biçimi olduğu gözden kaçmamalı. Koparılan bu vaveyla birincil bir kaygıdan, nüfusu güvence altına alma, işgücünü yeniden üretme, eşitsiz toplumsal ilişkileri yeniden üretme ve sürdürme, kısacası ekonomik olarak yararlı siyasal olarak muhafazakâr bir cinsel rejim kurma amacından bağımsız düşünülemez. Evet, kapitalizm öncesi döneme, ortaçağın ilkel gerici değerlerine göndermeler yapılır, hatta geleneksel aile normları ve İslami söylem belirgindir; ama “kutsal aile”nin yeniden göreve çağrılması bugünün dizayn edilmesine dair bir olgu ve asla tek başına “gericilikle” ilgili değildir.

Güvencesizliğin hayatın idamesini garanti etmediği ve çoğu kez asgari standartlar düzeyinde bile geçimi sağlamaya yetmediği, öte yandan, devletin hane refahını kamu mal ve hizmetleriyle sübvanse etmekten vazgeçtiği neoliberal dönemde, sermayenin ve onun siyasal temsilcilerinin yaslanacağı temel kaynak ataerkil aile, din ve muhafazakârlık. İktidar uzun süredir “aileyi” politikalarının merkezine oturtmasındaki hikmet de burada saklı.

Neden olarak sıraladığınız başlıkları biraz daha açar mısınız?

Çünkü bu “merkeze oturtma” görünümünün ardında tüm kamusal “hizmetlerin” özelleşmiş bir biçimde aileye devredilmesi söz konusu. Nasıl ki evin idaresi, yoklukla baş etme, işsizliğe pansuman olma, bu koşullar altında imkânsız hale gelen yaşlı, çocuk, engelliye bakma yükleri “özel alana dair bir şefkat ve sevgi meselesi” haline getirilerek aileye, aile içinde de kadına bindiriliyorsa, yine şiddet gibi toplumsal ve kamusal bir sorunu “özel alana dair bir sorun” olarak paketleyerek kadınların eşitsiz ilişkilerin ezileni olma konumunu garanti altına almaya çalışıyor. Dini, gündelik hayatın en temel belirleyeni haline getirerek, örneğin Diyaneti ve tarikatları toplumla devletin kurduğu ilişkilerin en önemli aracı haline getirerek, kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde etkin ataerkil denetimi meşrulaştırır ve çeşitlendirirken, bir yandan da en yoksul ve en korunmasız hanelerde refah ve hak talebinin önüne geçmek için yardımın, sabır ve itikadın, güzelliklerden alınacak payın öte dünyaya havalesini de garanti altına alıyor.

Sizce AKP, İstanbul Sözleşmesini neden doğrudan hedefine koydu?

AKP’nin İstanbul Sözleşmesine bu kadar yekten saldırmasının temelinde de, sözleşmenin “aile içi eşitsizliğe, şiddete, boyunduruğa dayalı ilişkileri kamusal bir müdahalenin, dönüştürücü bir iradenin değiştirmekle yükümlü olduğu kamusal bir mesele” haline getirmesi, kadınların talepkâr hale gelmesinin önüne geçmek olduğunu düşünüyorum. Asıl saldırı, büyük oranda kâğıt üzerinde kalsa bile eşitlik hakkına, eşitliğin “özel” değil, kamusal, politik bir mesele olmasına…

 

KADINLARDAN BEKLENEN YALNIZCA SERMAYENİN GÖZ DİKTİĞİ SOSYAL HAKLARA BİR TAMPON GÖREVİ GÖRMELERİ DEĞİL, AYNI ZAMANDA SERMAYENİN VE İKTİDARIN KENDİSİNİ GÜVENLE YASLAYACAĞI TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN İNŞACISI VE PARÇASI OLMALARI.

 

Saray Rejimi’nin “aileyi” politikalarının merkezine oturtmasının politik anlamı ve sonuçları nelerdir?

Bugün kadınlar, şiddetin bizatihi kendisi haline gelen yaşam ve çalışma koşullarına mahkûm edilmiş durumda.  Yalnızca ev içinde değil, kamusal alanda da şiddet niceliksel olarak arttığı gibi vahşet düzeyi bakımından da nitelik ve içerik değiştirdi. Şiddet, artık “özel alanın” sınırlarını aşarak tüm kamusal yaşamı düzenleyen iktidar aygıtları eliyle meşrulaşan ve adeta bir “seyredene ve potansiyel yeni şiddet mağdurlarına da mesaj” kaygısıyla alenileştiriliyor. İsyan etmeye meyilli olana gözdağı vermek için sürekli bir “şiddet hoşgörüsü” ile de karşı karşıyayız.

Tüm şiddet ve yoksunluk dolu haline rağmen “özel alanın” kadınların “dışarıda” karşı karşıya kalacağı daha büyük ve korkunç saldırılardan sakınma alanı olarak sunulduğu bu düzen; “evi” ve “aileyi” de yeniden kuruyor. Bu “ev” giderek imkânsızlaşan bir ayakta kalma mücadelesinde, altında her ne yaşanırsa yaşansın kadınların sığıntı olacağı bir “çatı”ya dönüştürülürken, bir yandan da erkeğin “dışarıda örselenmiş özgüvenini” tazelemesi istenen tahakküm alanı haline geldi. Kadınlar ve kadınlık yeniden dizayn edilirken, erkekler ve erkeklik de kullanışlı araçlar ve silahlar haline getirilmek üzere elden geçiriliyor. Kadınların, bedenleri ve hayatlarıyla somut olarak hedefe konulurken, erkekler de kadınlara yönelik sistematik şiddetin “hoş görülen ve desteklenen tetikçileri” haline getiriliyorlar.

 

Neoliberal dönemde, sermayenin ve onun siyasal temsilcilerinin yaslanacağı temel kaynağı ataerkil aile, din ve muhafazakârlık olarak tarif ettiniz; öte yandan rıza ve zor öğesi arasındaki makas da kapanıyor?

 

Sosyal refaha minimum pay ayırarak işçi ve emekçi sınıfların sırtından maksimum kâr elde etmenin hesabını yapan sermaye, ihtiyaçları doğrultusunda şiddetin olağanlaştığı bir toplumsallığa “kültürel ve politik iktidarının sağlamlığı” için de ihtiyaç duyuyor.  Kadınlardan beklenen yalnızca sermayenin göz diktiği sosyal haklara bir tampon görevi görmeleri değil, aynı zamanda sermayenin ve iktidarın kendisini güvenle yaslayacağı toplumsal ilişkilerin inşacısı ve parçası olmaları… Rızayla olmuyorsa, zorla! Kadınların insani koşullarda yaşama talepleri tek adam inşası sürecinde giderek daha fazla oranda şiddetle ve tehditle bastırılmaya çalışılıyor.

 

Mesela, Türkiye’de bir yandan “kadın” kelimesini devletin her alanından silmeye çalışan iktidar, dizginsiz sömürü koşullarını sürdürebilmek için yükün tümünü emekçilere ama özellikle de aile içinde kadına yıkacağını ilan etmişti. Neoliberal politikaların muhafazakârlıkla harmanlanmasıyla pazarlanan kutsal ailenin sıvaları çatlayıp dökülürken, çatladığı yerden sıva yapma işi de bu “çatı bakanlığın” görevleri arasına dâhil edildi. Elbette Diyaneti, medyası, eğitimi ve her türden “toplumsal dizayn aracı” eşliğinde… Etkisi pandemi döneminde artan ekonomik daralmanın da öngörüsüyle işçi sınıfının henüz dokunulmamış haklarını da genel maliyet hesabında büyüyen bir fazlalık olarak imliyorlar. Emekçiler bir bütün olarak geleceksizleştirilerek bedel ödemeye zorlanıyor. Bu kitlenin önemli bir kısmını; yedek iş gücü ordusu saflarına itilerek sosyal desteğe, devlet yardımına ve aile çatısı altında kollanmaya muhtaç hale getirilen kadınlar oluşturuyor. Eğer bu gidişat değiştirilmezse, kadınları daha uzun çalışma saatleri, daha kötü çalışma koşulları, daha korunmasız ve güvencesiz çalışma biçimleri, daha fazla ayrımcılık ve cinsiyetçi uygulamalarla karşı karşıya kalacakları bir gelecek bekliyor. En temel haklarına dönük bu saldırılar, kadınların tepkisiyle karşılık buluyor elbette… Çünkü iktidarın “aile” söylemiyle, yaşamın gerçekleri arasındaki makas giderek açılıyor…

 

İktidar, neoliberalizmin esnek istihdam politikalarıyla kadınları, esnek, kuralsız, güvencesiz kayıt dışılaştırılmış çalışma yaşamının içine çekerken öte yandan da aynı iktidar ataerkil aileyi ve dinciliği güçlendiriyor. Buradan kapitalizmin neoliberal evresinde patriyarkayı çözmek bir yana güçlendirdiği sonucunu çıkarabilir miyiz?

Önce ataerkiyi, ataerki ve kapitalizm ilişkisini ele almak gerekir bu soruya yanıt vermek için. Ataerki, erkek egemenliğiyle belirlenmiş cinsiyet hiyerarşisi üreten ve yeniden üreten bir toplumsal süreç. Yalnızca eril tahakkümü değil, sistemik bir baskıyı ifade eder. Diyalektik bir bakış, bu türden bir sürecin çelişki ve çatışkılarla, bağımlı ve çatışmalı toplumsal ilişkilerle şekilleneceğini öngörür.

Marksizm, “şeyleri” bir süreç olarak soyutlarken o şeyin gerçek tarihini onun ne olduğunun bir parçası olarak ele alır. Olguları bir ilişki olarak soyutlarken de onun ortaya çıkışına ve işleyişine katkıda bulunan diğer bütün şeylerle olan gerçek bağlarını onun temel unsurları olarak inceler.

 

TARİHİN BELİRLİ DÖNEMLERİNDE ÜRETİM BİÇİMLERİYLE ATAERKİ ARASINDAKİ İLİŞKİLERİN DEĞİŞEN VE YENİDEN ÜRETİLEN YANLARINI ORTAYA KOYMAK ANCAK DİYALEKTİK MATERYALİZM İLE MÜMKÜN. NİHAYETİNDE, ATAERKİL İLİŞKİLERE RENGİNİ VEREN EGEMEN ÜRETİM İLİŞKİLERİDİR.

Bir Marksist olarak ataerki ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi ne şekilde ele alırsınız?

Bir Marksist olarak ataerki ve kapitalizm ilişkisini bu diyalektik materyalist yöntemle ele almak gerektiğini düşünüyorum. Ataerkiyi süreç içinde değişim gösteren bir ilişki olarak ele alıyorum ve ilişki halinde olduğu, parçası olduğu üretim ilişkilerinin ortaya çıkışına, işleyişine dâhil olan ayrılmaz bir unsur olduğunu söylüyorum.

Sermaye tarafından tüm emekçilerin sömürüsü için gerekli koşulların yaratılması sürecinde kadınlar üzerindeki tahakkümün özel bir yeri var ve bu her özgün dönemde özgün biçimlerde karşımıza çıkar. Tarihin belirli dönemlerinde üretim biçimleriyle ataerki arasındaki ilişkilerin değişen ve yeniden üretilen yanlarını ortaya koymak ancak diyalektik materyalizmle mümkün. Nihayetinde ataerkil ilişkilere rengini veren egemen üretim ilişkileridir. Yani aslında mesele, özgün toplumsal formasyonlar ve tarihsel süreçlerde ataerkinin farklı üretim biçimleriyle iç içe geçiş biçimlerinin ve sınıfsal sonuçlarının görülmesine, kadınların ezilmişliğinin farklı görünüm ve sonuçlarının kaynaklarına ilişkin bir tartışmadır. Marksizmin, tarihsel özgünlükleri, değişkenlikleri kavramaya olanak sağlayan diyalektik tarihsel yaklaşımı çelişki gibi görünen şeylerin özüne dair bir kavrayış da sunuyor. Diyalektik materyalizmin içsel ilişkiler felsefesi, ataerkinin ilişkisel olduğunu, farklı tarihsel dönemlerde, değişen toplumsal, siyasal, ekonomik, ulus aşırı konjonktürlerde sürekli olarak yeniden tanımlandığını ve elbette çeşitli direniş biçimleriyle de değişikliğe uğradığını, yani mekanik olarak yeniden üretilmediğini gösteriyor.

Özgün dönemlerde kadınlar üzerindeki tahakküm ve denetim özgün biçimler alabiliyor, her üretim ilişkisi de bu tahakkümü biçimlendirip spesifik baskı biçimleri yaratabiliyor. Günümüzde de kadınların ezilmesi sorununda ancak ve ancak kapitalizmle ataerkinin ayrılmaz bir bütünü olarak ele alarak ve kavramsallaştırarak açıklayıcı sonuçlara ulaşabiliriz.

Neoliberalizmin esnek istihdam politikalarıyla kadınları, esnek, kuralsız, güvencesiz kayıt dışılaştırılmış çalışma yaşamının içine çekerken beri yandan da ataerkil aileyi ve dinciliği güçlendirdiğine, kapitalizmin neoliberal evresinde patriyarkayı çözmek bir yana güçlendirdiğine ilişkin vurgunuz, kapitalizmin neoliberal evresindeki üretim ilişkileri içinde yoğrulan cinsiyet ilişkilerinin analiziyle değerlendirilebilir.

Kapitalist gelişimin farklı dönemlerinde farklı özsel unsurların farklı düzeylerde kendini göstermesi, onun gelişiminin dışsal bir etken yüzünden aksaması ya da gericileşmesinden ziyade onun doğasından kaynaklı aslında. Dolayısıyla neoliberal dönemde ataerkinin tüm baskıcı yüzünün saf bir biçimde karşımıza çıkması bir tesadüf ya da geri tepmeden ziyade, kapitalizmin doğasından kaynaklanıyor.

Muhafazakârlık ile neoliberalizmin mutlu evliliği “kutsal aileyi” bir zorunluluk olarak ortaya çıkarır mı?

Evet, hak kayıpları, giderek kötüleşen çalışma koşullarının yarattığı zorluklar ve “sosyal devlet”in yıkımının yarattığı boşluğu doldurma görevinin bindirdiği yük, emekçi kadınların hayatını cehenneme çevirirken, bir yandan da, kamusal alanın kadınları eve-kocaya-cemaate mahkûm edecek şekilde muhafazakâr retorikle yeniden şekillendirilmesi, kadınların emeğini ve bedenini tahakküm altına alıyor. Neoliberalizmle muhafazakârlığın mutlu evliliği, kadınların daha kötü koşullarda, daha esnek, daha güvencesiz, daha kuralsız biçimlerde çalışmalarının yolunu açarken, diğer yandan da, bedenlerinin ve emeklerinin her türlü sömürüsü üzerine kurulu bu sisteme “fıtratları gereği” ses çıkarmamaları sağlanmaya çalışılıyor. Giderek daha vahşileşen biçimlerle emekçilerin yaşamları üzerine kurduğu dünyada, kadınları ikincil hale getiren, emeklerini ve yarattıkları değerleri hiçleştiren, şiddete-sömürüye-ezilmeye mahkûm kılan koşullar, sermayenin kendi ihtiyaçlarına meşruiyet kazandırması ve devamlılığının sağlanması için güvence sağlıyor. Muhafazakârlıkla beslenen bu güvence ilişkisi, kadınları, bağımlılık ilişkilerine her geçen gün daha fazla mahkûm ediyor ve bu bağımlılık ilişkisini kıracak mücadele alanlarından giderek daha da uzaklaşmalarını getiriyor. Bu durum, kadınların “düşüncesinin, burnunun ucunun ötesine yani ailesinden öteye” geçmemesine, “tüm göklere çıkarılan erdemleri, feragatliliği ve fedakârlığı, ince düşünceliliğinin sadece dar aile çevresi için ve sadece kendi sevdikleri için” fayda sağlamasına, “aile sevgisi geliştikçe toplumsal dayanışmanın da o kadar az gelişmesine” neden oluyor. Yani nesilden nesile rıza duygusunu aktarması zorunluluk haline geliyor, babaya-kocaya bağımlılığın devamı ve en temel birimi “kutsal aile” olan “kutsal devlet”in boyunduruğu altında her türlü “kutsal görev”in yerine getirilmesi için kadınlar, her şeye katlanmak zorunda bırakılıyor.

Ailenin kutsallığına, kadınların “fıtratları” gereği her türlü eşitsiz ilişkiyi kabullenmesi gerekliliğine yapılan vurgu, “annelik, karılık, hizmetçilik, hasta bakıcılık” görevlerinin kadınların varoluşlarını belirleyen “en doğal ve vazgeçilemez” nitelikler olarak görülmesi, muhafazakârlığın temel söylemleri. Neoliberalizmin esnek, güvencesiz, kuralsız çalışma biçimlerine daha fazla ihtiyaç duyduğu bugünlerde ise, bu nitelikler, “olmazsa olmaz”lardan.

Neoliberal politikaların sonucu olarak devletin artık yerine getirmediği bütün hizmetleri yüklenmesi beklenen kadınlar, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, bakım gibi özelleştirilerek piyasanın emrine sunulan her şeyi bir “görev” olarak üstleniyor, duygusal emekleriyle bu boşluğu dolduruyorlar. Ev içinde üstlenmek zorunda kaldıkları işler kaçınılmaz olarak artıyor. Diğer yandan ucuz, itaatkâr, örgütsüz, çaresiz bir işgücü potansiyeli olarak kadınların istihdama çekilmesi, maksimum kâr için emeğin maliyetini minimuma çekmek isteyen sermaye açısından yararlı. Artık yeni moda; “boş boş oturan” kadın yerine evdeki görevlerini aksatmadan, evin geçimine “yardımcı” olan kadın! Bu durumda, hem ev içi emekleriyle toplumsal yeniden üretimde görünmeyen bir sırtlanıcı olarak kullanılabilirler, hem de tam da bu nedenle kadınların (ve de erkeklerin) daha kötü koşullar altında, daha az ücretle çalışmalarının garantisi haline gelebilirler patronlar için… Esnek çalışma da, zaten ancak ve ancak kadınların toplumdaki ikincil statüsüne ve karşılıksız ev emeğine dayanarak başarılı bir biçimde uygulanabilir. Bir yandan kadınların ücretli emeği esnekleştirilirken, bir yandan da, kadınların karşılıksız ev içi emeğinin varlığı sayesinde, erkeklerin emeğinin de esnekleştirilmesinin imkânları yaratılıyor. Bugün, kadınların çoğu hayatlarını sadece çocuk doğurmaya ve büyütmeye vakfetmemiş olsa da aile hala sistem için devasa ekonomik ve ideolojik faydalar sunuyor.

Kapitalizmin neoliberal evresinde kadınların sunduğu ekonomik ve ideolojik yararlardan çıkarı olan toplumsal sınıflar, devlet ve kurumlar, aileyi ve milleti sürekli yücelttiklerini görüyoruz; hatta “aile olmasaydı Türkiye Arjantin’e dönerdi” söylemleri popülerliğini hiç kaybetmedi…

Ekonomik fayda sunuyor çünkü tek tek aileler yeni neslin büyütülmesinin tüm maliyetini üstlenmiş durumda. İdeolojik yarar sağlıyor çünkü aileler kendilerini atomize olmuş, kendi-kendine yeten birimler olarak görme konusunda teşvik ediliyor. Bu da yoksul ya da işsizsen, toplumdaki ırkçılığı, ekonomik krizi ya da eğitim kesintilerini değil kendini suçlamana neden oluyor.

Aile aynı zamanda korkunç yaşam koşulları, köleliğe denk çalışma koşulları, “güvensiz kamusal ve politik alan” ve tümüyle belirsizleştirilmiş bir gelecek(sizlik) içinde işçi sınıfı için acımasız dünyadan kaçılabilecek bir sığınak olarak görülüyor. Bu acımasız dünya her birimize kişiliksiz bir sistemin basit bir dişlisi muamelesi yapıyor. Aile koşulsuz sevgi ve desteği bekleyip alabileceğimiz tek yer. Aile hayatı popüler kültürde sürekli övülüyor ve “devletin milletin temeli” söylemi tüm partilerin genel seçim kampanyalarında tekrar edilen bir nakarat.

Evlilik hala kadınların temel arzusu olarak gösteriliyor. Nesillerdir kadınlar işgücünün bir parçası olmalarına rağmen ev hala bir “kadın alanı.” İşi, alışverişi, ev işini ve çocuk bakımını toplumun (ve sıkça bizzat kendi) beklentilerini karşılamak için jonglör gibi aynı anda yürütmesi gereken kadın. Bu beklentiler kadının “doğal” olduğu düşünülen rolünden kaynaklanıyor. Bu bakış açısı kadınların çocuklarının okul saatleri ve tatillerine uysun diye düşük ücretli ya da yarı-zamanlı işleri kabul etmelerine yol açıyor. Yaşam ve çalışma biçimimizdeki büyük değişimler aileyi ortadan kaldıramıyor. Aile hala statükoyu sürdürme ve aklama gibi önemli bir amaca hizmet ediyor.

Toplumda hâkim olan kadınlarla ilgili fikirlerin maddi zemini işte burada yatıyor.

Neoliberalizm, esnek istihdamdan düşük ücretlere, sosyal hakların tasfiyesinden emeğin yeniden üretiminin “ağır işçiliğe” dönüştürülmesine bir dizi politikayla kadını yeniden keşfetmiş durumda. Bu dönemin aynı zamanda kadın hareketinin tüm dünyada ezilen sınıflardan ve kesimlerden kadınların daha etkin katılımıyla kitleselleşme eğilimleri göstermesi de “feminist bilincin” değil, esasen bu maddi gerçekliğin göstergesi. Arap ayaklanmalarındaki kadın damgasından, kapitalist merkezlerdeki büyük kadın hareketlenmelerine, grev ve işçi direnişlerinde kadınların sakınmasızlığının giderek daha çok ön plana çıkmasından, Latin Amerika’da kadınların şiddet karşıtı eylemleri ve kürtaj hakkı mücadelesinin büyük direnişlere dönüşmesine, yine sağlık ve bakım emekçilerinin ağırlıklı kısmını oluşturan kadın emekçilerin Hindistan’dan Fransa’ya uzanan iş bırakma eylemlerine, Türkiye’de olanca baskı ortamına rağmen bitmeyen sokak eylemleri ısrarına bakarak bu hareketliliğin maddi zeminin de bu olduğunu söylemek gerek.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİ “BATI EMPERYALİZMİNİN BİO-İKTİDARINI KURMA, EŞCİNSELLİĞİ NORMALLEŞTİRME GİRİŞİMLERİ” OLARAK İLAN ETMEK, EASASEN BUGÜN EN GERİ DEĞERLERİ HORTLATIP, BU DEĞERLERİN HÂKİMİYETİNDE BİR TOPLUMSALLIĞI YENİDEN İNŞA EDEREK DÜZENİ AYAKTA TUTMAYA ÇALIŞAN NEOLİBERAL KAPİTALİZMİN TEMSİLCİLERİYLE AYNI SAFTA OLDUĞUNU İLAN ETMEK DEMEKTİR.

Saadet Partisi, Konya milletvekili Abdülkadir Karaduman, İstanbul Sözleşmesini “Küresel emperyalizmin bio-iktidarını her geçen gün daha da tesis etme gayretidir” diyerek karşı çıktı. Doğu Perinçek ise “Neoliberalizmin eşcinselliği yerleştirme, normalleştirme girişimi” olarak doğrudan karşı çıktı. Dinsel ve şovenizm temelli bu eleştiriler için ne dersiniz?

Antiemperyalizm kavramının bu çevreler elinde içinin böylesine boşaltılmasından en çok nemalananın emperyalizmin bölgedeki en imtinasız temsilcilerinden biri olan Erdoğan ve temsil ettiği parti olması şöyle bir kenarda dursun. Bu çevrelerin “vatan savunusu” adı altında Erdoğancılığı desteklemek, körkütük bir Kürt düşmanlığı ve ABD emperyalizmine karşı Rusya, Çin, Almanya gibi diğer emperyalist güçlerin gölgesine sığınmaktan başka bir şey yapmadığı, sahte ve içi boş “emperyalizm karşıtlığı” ile esasen gerçek bir antiemperyalizmin de altını oydukları malum.

Aynı zeminle, İstanbul Sözleşmesini de “batı emperyalizminin bio-iktidarını kurma, eşcinselliği normalleştirme girişimleri” olarak ilan etmek de, esasen bugün en geri değerleri hortlatıp, bu değerlerin hâkimiyetinde bir toplumsallığı yeniden inşa ederek düzeni ayakta tutmaya çalışan neoliberal kapitalizmin temsilcileriyle aynı safta olduğunu da ilan etmek demek. Nitekim bugün dünya üzerinde pek çok farklı ülkede, toplumsal kazanımlar haline gelmesi için büyük mücadele verilen en temel haklara aynı argümanlarla karşı çıkanlarla, sermaye düzeninin yarattığı toplumsal sorunları en gerici değerlere sarılarak -homofobi, mizojini, ırkçılık, nefret söylemleri, dincilik…- sarmaya çalışan kesimler aynı kesimler. Evrensel hakları gayrimeşrulaştırma çabaları için bu kesimlerin kullandığı kavram seti ve fikri temeller, her ne kadar “yerlilik ve millilik” ya da “antiemperyalizm” üzerinden kurulsa da esasen “Batılı kadın düşmanlarının” sözlüğünden apartılmış kavramlarla oluşturuluyor. Buralı “yerli ve milli kadın düşmanları”, “ulusalcılar” o çok eleştirdikleri “Hıristiyan Batı zihniyetinin” birebir kopyası olan saldırı yöntemleriyle çalışıyorlar. Perinçekgillerin “emperyalist bio-politika” diyerek temel varoluş haklarına yönelik sürdürdüğü saldırı; kadınların çalışma hakkının, bağımsız bir hayat sürme, kendi hayatları ve bedenleri üzerinde karar verme hakkının giderek daha fazla geriye götürüldüğü dünya konjonktürünün, yani gerçek emperyalist bio-politikanın kadınların bedenleri ve hayatları üzerinde sürdürdüğü savaşın bir izdüşümü.

Bu savaşta, Avrupa’da yükselen kadın düşmanı, homofobik, ırkçı ve sermaye dostu hareket için “aileyi ve çocukları homoseksüelliğe karşı savunmak” iddiası, birleştirici ve geniş kesimleri etkisi altına alan bir siyasi etki yaratıyor. Asıl olarak “korku” üzerine yükselen bu etki, kapitalizmin geldiği aşamada ekonomik, siyasal, toplumsal krizlerin ağırlaşan etkisi altında giderek daha fazla ne olacağını bilemez, kaygılı hale gelen halk kesimlerini aşırı sağcı ve gerici güçlere yedekliyor. Tam da bu nedenle korkuları derinleştirerek gerçekte yaşamsal haklarımızı daha da kötüye götürecek olan politikalar üretilmesine rıza yaratma çabası var.

Aynı Türkiye’deki gibi pek çok ülkede “Aile değerleri yıkılıyor, homoseksüelliğin teşviki yapılıyor, gayriahlaki durumlar meşrulaştırılıyor” denilerek adına sağ ya da sol denilenlerce yürütülen kampanyalar, eşitlik konusunda kimi güvenceler yaratan yasalar ve uluslararası sözleşmeleri hedefe koyuyor. Tüm bu retorikte önceki dönemlerde sıkça söylenen “Aşırı haklar verildiği için kadınların çok şımarmış olması” iddiasının şimdilerde daha az, “Ailenin, çocukların ve dinin, örfün, geleneğin, kutsalların korunması gereğinin” daha çok vurgulanması da öğrenilmiş bir taktik aynı zamanda. Hilal Kaplan’la Doğu Perinçek’i, Akit ile Aydınlık’ı birleştiren bu hatta bir araya gelenlerin “Aile hayatının önemi, aileye yönelik saldırılar, dini/milli değerlerin zayıflamasıyla ortaya çıkan tehlikeler” konu başlıklarını içeren argümanlarla karşımıza çıkması tesadüf değil. Eşyanın tabiatı…Kadınların kürtaj hakkının, çalışma hakkının, kendi hayatları ve bedenleri üzerinde karar verme hakkının giderek daha geriye götürüldüğü; LGBTİ haklarının “Aile ve toplumu yıkan unsurlar” olarak lanse edildiği ve adeta bir cadı avının başlatıldığı bu dönemde “aile, din, gelenek, millilik, bayrak, ezan” söylemleri bir “ihtiyacın” ürünü. Antiemperyalist de milli falan da değil! Aynı şeyi batıda Hıristiyan muhafazakârlar da aynı biçimde yürütüyor. Diyanet İşleri ne iş görüyorsa kilise de benzer bir role soyunuyor.

Perinçekgillerin kendilerini yedekledikleri siyaset böyle bir zemine oturuyor.

 

TABİİ Kİ CİNSİYETE ÖZGÜ EZİLME, BASKI VE AYRIMCILIK YALNIZCA SINIFSAL KONUMLARA İNDİRGENMEZ. TÜM SINIFLARDAN KADINLAR, SADECE KADIN OLDUKLARI İÇİN AYRIMCILIĞIN VE EŞİTSİZLİĞİN TÜRLÜ BİÇİMLERİNİ YAŞIYOR. ANCAK ARZU SABANCI İLE İZMİT’TEKİ METAL İŞÇİSİ ARZU, KADIN OLMAYI AYNI BİÇİMDE DENEYİMLEMİYOR. KADIN OLMAKTAN KAYNAKLI SORUNLARI DA AYNI DÜZEYDE, ŞİDDETTE VE BİÇİMDE YAŞAMIYORLAR.ARZU’LARIN YAŞADIĞI EZİLMİŞLİKLER ARASINDAKİ FARKI ŞEKİLLLENDİREN TEMEL: SINIF FARKI.

 

“Aile” söylemiyle, yaşamın gerçekleri arasındaki makas giderek açılırken farklı sınıflardan kadınların bu süreci alımlamasının eşitsiz karakteri kendi kendisini mücadele araçlarındaki farklılıklar üzerinden gösteriyor. Özellikle sizin Evrensel Gazetesi’ndeki yazınız “İfşa: Yöntem, muhteva, olanaklar ve sınırlar” kimilerince “uvriyerist”bulunmakla ya da “güncel olanakları yeterince değerlendirmemekle”, “bütüne kaçmakla”,“olayların dolayımını ihmal etmekle” eleştirildi. Bununla ilgili düşünceleriniz neler?

 

Cinsiyeti sınıftan ayırarak anlama/anlamlandırma çabası, farkında olarak ya da olmayarak toplumu bütünlüğü içinde anlamayı olanaksızlaştırıyor. Gerçeklerin üzerini örten ya da sakatlayan “şey”leşmiş, birbirinden bağımsız düşünce nesneleri yaratıyor. Üstelik sınıfsal ya da sınıf içi farklılıkları da görünmezleştirip, egemen olanın sözünü, eylemini, fikrini, tahayyülünü, gerçekliğini “bütünün” gerçekliği gibi yansıtarak, aslında sınıfsal ayrımları da süreklileştirip, derinleştiriyor. Genel olarak sınıfsız, yekpare, bütüncül bir “kadınlık” durumu yok. Cinsiyet ilişkileri de sınıfsal bir ilişki. Toplumsal cinsiyet; toplumdaki maddi eşitsizlikler, bununla ilgili işbölümü, bu işbölümünün gerektirdiği asimetrik güç ilişkileri, tahakküm ve baskı ile ilgilidir, yani “sınıfsaldır.” Tam da bu nedenle, yani sınıfsal olması nedeniyle kadınlar “homojen bir ezilen cins” değiller. Toplumsal cinsiyet çatışmaları sınıfsal çelişkiler içinde yoğrulur. Meşhur bir örnekle, Arzu Sabancı ile İzmit’teki metal işçisi Arzu kadın olmayı aynı biçimde deneyimlemiyor, kadın olmaktan kaynaklı sorunları da aynı düzeyde, şiddette ve biçimde yaşamıyor. Pandemide evde olmaya ilişkin Arzu Sabancı’nın boğazdaki yalısından attığı mesajı işten ve eve dönerken serviste okuyan Arzu, bu gerçeğin tümüyle farkında, sınıf bilinciyle olmasa dahi, sınıfsal öfkesiyle.

Bütün sınıflardan kadınlar, kadın oldukları için ayrımcılığı ve baskıyı çeşitli düzeylerde toplumsal hayat içerisinde yaşamıyorlar mı?

Tabii ki, cinsiyete özgü ezilme, baskı ve ayrımcılık yalnızca sınıfsal konumlara indirgenemez. Tüm sınıflardan kadınlar, sadece kadın oldukları için ayrımcılığın ve eşitsizliğin türlü biçimlerini yaşıyor. Ancak Arzu’ların yaşadığı ezilmişlikler arasındaki farkı şekillendiren temel; sınıf farkı. Ve ayrıca kadınlara yönelik şiddet ve baskı aynı zamanda sınıfsal baskının da önemli bir unsuru. Hangi sınıftan olursa olsun bütün kadınlar cinsel şiddete maruz kalıyor. Ancak cinsel şiddetle genel toplumsal şiddet ve tahakküm arasında karşılıklı bir ilişki var. Kadın bedeninin denetlenmesi sadece kadınlar üzerinde bir baskı yaratmakla kalmıyor, bu baskı aynı zamanda sömürüye dayalı toplumsal sistemin kendisini üretme koşullarıyla belirlendiği oranda, toplumun bütün ezilenlerini de denetliyor. Kadınlar üzerindeki baskı ve şiddete dayalı sistem bir tarafta ezen konumunda olanların diğer tarafta ezilmesini pekiştiren mekanizmaları da yaratıyor. Ek olarak, Arzu’ların şiddet karşısındaki konumunu, şiddetten korunma, kurtulma, hesap sorma gücü, “hakkı” ve bütün bunların kapitalist toplumsal sistemin sınıflar-haklar piramidiyle olan köklü eşitsizlik ilişkisinin de altı çizilmeli.

Feminist teori dünyasının “kadın”ı kategorikleştirip, toplumsal ve tarihsel bağlamından uzaklaştırarak ele alışı, kendiliğinden belirli bir kesim kadının politik önceliklerinin sürekli olarak gündem olmasına, kadınlar içindeki farklılıkların yarattığı egemenlik ilişkisinin gizlenmesine neden oluyor.

Sınıfsal farklılıklara, bunların tezahürlerine ve deneyimlerine ilişkin her vurgu, çatışma yaratan konulara ilişkin her parantez de “uvriyerizm”le, “indirgemecilikle” suçlanıyor. Ya da dediğiniz gibi “dolayımları görmemekle…” Eğer olayların ve olguların dolayımlarını ihmal eden bir perspektif söz konusuysa o, bütün olan biteni homojen bir kadınlık ile açıklayan, sınıfsallığı “ihmal edilebilir küçük deneyim farklılıklarına” indirgeyen bakış açısıdır.

Ben bir Marksist olarak, herhangi bir konuyla ilgili bir değerlendirme, bir analiz, bir eylem perspektifi ifade ettiğimde maddi sınıfsal gerçeklerin, durum ve olanakların tahlillerine bakmak zorundayım. Zaten bir sınıflı toplumda bilimsel olarak başka türlüsü mümkün değildir. Üstelik de bütün bir örgütlenme ve politika yapma eksenini işçi sınıfı içinde, sınıfın maddi gerçekleri ve durumu üzerinden tanımlayan bir politik hareketin parçası olarak, işçi ve emekçi kadınların yaşamsal gerçekleri, tartışmaları ve fikirlerine en yakından, bizzat sınıfın içinden dâhil oluyorum.

İfşa tartışmasında işçi kadınların, genel bir “kadınlık” söylemi içinde dile getirilen politik mücadele araçlarına ne düzeyde, nasıl sahip olabildiklerine ilişkin maddi gerçekliklerden ve deneyimlerden hareket ederek yapılan itirazlar uvriyerizm değil, sınıf bakış açısının gerektirdiği politik bir sorumluluktur.

Uvriyerizm eleştirisinin, sınıf perspektifini “kaba” bulan, çünkü sınıfın asli bir analiz zemini olmayabileceğine ilişkin örtük bir fikri zeminden kaynaklandığını düşünüyorum. Marksizmin cinsiyete ilişkin yaklaşımını kaba determinist bir biçimde güncel meselelere uyarlayan bir damarı yok saymıyorum ve eleştiriyorum elbette. Ancak, bahsi geçen ifşa yazısında böyle bir determinizmin olmadığı çok açık.

Bu türden eleştirilere ek olarak, bir de bu yazıdan yola çıkarak sınıf siyasetini tarihsel olarak “ataerkil ve kadın düşmanı” addeden değerlendirmeler de oldu?

Bu türden değerlendirmelerin, anlatılmaya çalışana bakmadan, asıl olarak güncel tartışmaları sınıf perspektifinden ele alan Marksistlere yönelik adil olmayan, çarpıtılmış, önyargılı etiketlerin tekraren dile getirilişi olduğunu, tartışmalarımızı da ilerletmediğini düşünüyorum.  Bu türden eleştiriler kendisini Marksist feminist, materyalist feminist gibi tabirlerle tanımlasalar da, analizleri radikal feminizmin ikili sistem teorilerinden bir adım uzaklaşmıyor. Şunun altını tekrar çizmek isterim; Marksizmin kadınlara dair sorunu koyuşu hiçbir zaman feministlerin iddia ettiği gibi salt kol emekçilerine ya da fabrika işçisi kadınlara ilişkin değildir. Marksizm daha en başta sorunu “kadınların kurtuluşu” olarak koyar. Elbette ne cinsiyet ne ırk ne sınıf içinde eriyip gitmiyor, ama aynı zamanda ayrı sistemler de oluşturmuyor. Marksistler sınıfsal dinamiği cinsiyet ve ırklar arası güç ilişkilerini de içerecek şekilde tanımlar. Sınıfın cinsiyet, cinsiyetin sınıf temelinde parçalanmış olması ve bugün kapitalizm içinde erkek egemenliğiyle sınıf sömürüsünün birbirini geliştirmesi veya birbiriyle çelişmesi hep bir üretim tarzının kendi içinde barındırdığı çelişkilerin dinamiğiyle kavranmalı. Bu sınıf, cinsiyet veya ırkı birini diğerine hâkim gören, ya da bunları “kesiştirerek” işin içinden çıkmaya çalışan teorilerin neden anlamsız olduğunu da gösterir. Hem cinsiyet hem sınıf hem de ırk; artık-emek üretimini, buna el konulmasının ve bunun yeniden dağıtımının mekanizmalarını yaratır. Üretim ilişkileri bakımından bunlar biri diğerinden ayrı kimlik kategorileri olmaktan öte anlamlar taşır.

Kaldı ki; muğlaklaştırılmış kimlik kategorileriyle değil, sınıfı nirengi noktası olarak alarak bir tartışma yaptığımızda “Evet o da önemli ama o kadar da önemli değil” sonucuna varan değerlendirmeler, en büyük eleştiriyi, boşa çıkarmayı zaten işçi kadınların işyerlerinden mahallelere, evlerden aile ilişkilerine değin her yerde yüz yüze kaldığı sınıfsal ve cinsiyetli gündelik hayat pratiğinden alıyor.

Ancak bu eleştirilerin de ne bugüne özel, ne de dile getirenin kişisel fikrinin yansıması olduğunu düşünmemek gerek. Bu, sınıf siyasetiyle feminist siyaset arasındaki iki yüz yıllık kadim tartışmaların bugüne yansıması. Yani bu tartışma da tarihsel.

Kuram ve politikaya gelirsek, Marksizm, feminizmin çeşitli akım ve hareketlerine (Liberal feminizm, sosyalist feminizm, radikal feminizm)tarih ve politika açısından nasıl yaklaştı? Vulgarize edildiği haliyle Marksistler açısından “feminizm burjuva ideolojisi miydi?”

 

“Feminizm bir burjuva ideolojisidir” sözü genellikle “Feminizm burjuvalar tarafından üretilen/kullanılan/yaygınlaştırılan bir ideolojidir” gibi algılanıyor. Oysa burjuva ideolojisi kavramı nesneldir ve “burjuvaların ideolojisi” anlamına gelmez.  Burjuva ideolojisi, burjuva toplumunun bilinci, olumlu ya da olumsuz değil, “nesnel” bir unsur. Feminizm kapitalist üretim ilişkilerine ait burjuva bir bilinç biçimidir. Bu özelliği nesneldir, yani bu bir hakaret değil, objektivitedir. Feminizmin bir burjuva ideolojisi olduğunu söylerken temel nokta “burjuva ideolojisinin” anlamında saklı. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin ideolojik ve kültürel sınırlarının dışına çıkmama-çıkamamasıyla ilgili. Marksist anlamda burjuva ideolojisinin en temel özellikleri; yalıtılmış insan, yani doğal ve toplumsal koşullardan ayrı tutulan insanın insanlığını ele alırken kapsam soyutlaması olması, üstüne bir de toplumu incelerken seçtiği bir konumlanma noktasıolmasıdır. Toplumsal ilişkiler nasıl görünüyorsa toplumun da öyle olduğu düşünülmesi… Bu perspektife göre bir birey kendi inancına göre kendisini nasıl görüyorsa gerçekten öyledir ve toplumun kendisi de güçlü toplumsal baskıların veya önemli maddi sınırlamaların yokluğunda teker teker hareket eden bireylerin oluşturduğu bir şeydir. Bu yalıtılmışlık, bütüncül bir analiz yapılmaya çalışıldığında bile var olan bütünlüğü parçalamak ve bu bütünlüğü görünmez kılmaya yönelir. Bu da her türden sistemli anlama pratiğini zorlaştırır. Feminist epistemoloji, kuramsal düzlemde bütünlükleri seçemez, seçilemez kılar. Burjuva ideolojisinin en temel özelliklerinden biri de budur.

 

Burjuva ideolojisi, temel direği klasik tarih dışı “insan” soyutlaması olan, önündeki sorunları bu soyutlamaya göre metafizik şekilde saptayan, sınıflı toplumun genel akıl yürütmesidir.

 

Kadınlar üzerindeki baskının kökeni, nedenleri ve tarihi taraflar açısından nasıl tartışıldı?

 

Cinsiyet rollerinin tarihsel olarak sınıftan daha erken oluşmuş olması ve erkek egemenliğinin bu denli belirleyici ve sürekli bir tarihsel güç olması, pek çok feministin cinsiyet sisteminin herhangi bir sistemde baskı ve ezilmişliğin sürekliliğini, evrenselliğini ve yeniden üretimini açıklamak için en uygun araç olduğunu iddia etmesine yol açtı. Bu sınıflar arası ilişkilerin analizini tamamen yadsıyan ve toplumsal dinamiği bu kez de cinsiyetler arası ilişkiye indirgeyen bir yaklaşıma kadar vardı. Bugünkü baskının yaygınlığı ne kadar gerçekse olsa da bunu bütün zamanlara ve toplumlara evrensel bir genelleme olarak yaygınlaştırmak tarihsel olmayan bir yaklaşım. Ve ne yazık ki feminizmin her türünün bu tarihdışılıkla malul olduğunu düşünüyorum.

Feministler, ataerki ile sermaye arasındaki içsel ilişkiyi görmeden, yani ataerkiyi sermayenin ne olduğunu dışsal bir şey gibi ele alarak onu tarih-dışı bir değişken olarak değerlendirme yanlışına düşerler. Bu durumda, ataerki her zaman var olmuş ve var olmaya devam edecek bir şey haline gelmiş olur. Yani feminist açıklamalara göre ataerki hem kadın üzerindeki maddi tahakkümün aracı, hem bu tahakkümü sürdüren ideoloji, hem de bu tahakkümün ilk nedeni. Böyle bir açıklama aslında tarihüstücü, metafizik bir açıklamadır. Ataerkinin bu metafizik tanımlamasına göre patriyarka, toplumsal cinsiyet sistemini ikili bir gerçeklik olarak kurduğu için mücadelenin konusu nesnel olarak erkeklerin kadınlar üzerinde uyguladığı baskıdır ve sömürü de esasen erkeklerin özne/fail olduğu bir ilişkidir. Herhangi bir alanda diyalektiği benimsememiş olanlar, sürekli olarak bir “dış kışkırtanın” izini sürer. Feminizmin her türü kadın üzerindeki baskıyı, içinde oluştuğu toplumsal sistem bağlamında maddeci bir açıyla açıklamak yerine, sürekli reddetse de esasen tekrar tekrar biyolojik, psikolojik ve tinsel nedenlere bağlar, erkeklerle kadınlar arasında bir ikilik kurar. Bu, kadınların ezilmişliği sorununa diyalektik materyalist bir perspektifle yaklaşmamanın da yarattığı bir sorundur. Ataerki ile sermaye ilişkisini içsel bir ilişki olarak görmek; aynı zamanda ataerkiyi tarihsel bir olgu olarak görmek ve insan yaşamındaki bazı özgül koşulların sonucunda ortaya çıkmış ve bu koşullar ortadan kalktığında kendisinin de mevcudiyetinin sona ereceği bir şey olarak anlamaktır. Dolayısıyla sorunun kaynağını nasıl ele aldığınız mücadele programını, bütünlüklü bir kurtuluş imkânını da belirliyor.

 

Feminizmin bir programı, iktidar ve devrim stratejisi var mı?

 

“Feminizm bir burjuva ideolojisidir” sözü feminizmin kurtuluş programına, daha doğrusu programsızlığına ilişkin de bir eleştiri taşıyor bu açıdan. Feminizmin “eleştiri” ve “teşhir”den çok da uzaklaşmayan politikasının kadınların kurtuluşu bakımından programı nedir? Özel alanın ve ev emeğinin köklü dönüşümüne ilişkin kendi başına bütüncül bir perspektifi, yol haritası var mıdır? Örneğin kadınlar üzerindeki baskının ve sömürünün temel nedeni erkeklerin insanlığın ilk ortaya çıktığı tarihten bu yana kadınların bedenlerine, emeklerine el koyması ise, bu nasıl değişecektir? Feminizmin farklı türleri kadınların bu baskı ve sömürüden tam kurtuluşu için amacına denk düşen herhangi bir bütünlüklü, toplumsalı değiştiren siyasi strateji önerebiliyor mu? Cevapların hayır oluşu, sınıf ve cinsiyeti birbirinin yerine koyarak inceleme pratiğinin bir sonucu. Kimi feminist yayınlarda ifade edildiği üzere “Feminist hareketin önceden belirlenmiş bir telosa kendini uyduran, birbirini takip edecek tutarlı duraklardan oluşan ve sonunda başarıya ulaşacak toplumsal bir kurtuluş projesi yok…” Ana mesele olan “erkek egemenliğini yok etme” hedefi için hangi maddi dönüşümle, nasıl bir programla, hangi güçleri kullanarak ulaşmayı düşündüklerini feminizmin herhangi bir türünün bütünlüklü bir yanıt vermesi mümkün değil. Feminizmin farklı türlerinin hep bir ön sıfat taşıması da bundan.

 

Feminizmin tüm materyalistleştirme çabalarına rağmen idealist olduğunu söylüyorsunuz.

 

Evet, Feminizm aynı zamanda tüm materyalistleştirme çabalarına rağmen idealisttir.

 

Neden?

 

İdealizme içkin metafizik yaklaşım, değişen görünümlerin altında yatan değişmez bir öz bulmak ister. Feminizm için bu erkeğin kadını sömürmesi, kadınların tarihüstü bir biçimde sömürülmesi. Kadınlara ve erkeklere içsel bir öz, bir doğa atfeden bu yaklaşım, kadınlarla erkekler arasındaki ilişkilerin değişimlerine, bu değişimlerin nedenlerine ve sonuçlarına ilişkin de bütünlüklü bir maddi anlatı kuramaz.

 

 “FEMİNİZM BİR BURJUVA İDEOLOJİSİDİR” BELİRLEMESİ, KENDİSİNİ FEMİNİST OLARAK TANIMLAYAN KADINLARIN “BURJUVA” OLDUĞUNU SÖYLEMEKTEN ZİYADE, FEMİNİST KURAMIN ÖZÜNE İLİŞKİN BİR ELEŞTİRİ.

 

Marksizmin maddi anlatısı meseleyi nasıl kurar?

 

Marksizm, insan doğasını, içindeki gizli bir öz ile değil, çevresiyle kurduğu ilişkilerin niteliğiyle açıklıyor. Marx’ın 1859’da yazdığı Politik İktisadın Eleştirisine Katkı kitabının önsözünde, genelde fazlaca basite indirgenerek “iktisadi altyapı, politik üstyapıyı belirler” biçiminde bir iktisadi determinizmle özdeşleştirilip, çarpıtılan maddeci tarih anlayışının en net ifadesini bulabiliriz.

 

“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”

 

Yani görüyoruz ki insan doğası, onun tarihselliği, toplumsallığı, kültürelliği ile örülür. İnsan doğası, toplumsal ilişkiler bütünüdür. Toplumsal ilişkiler de toplumsal, tarihsel, sınıfsal ilişkiler içinde anlam bulabilir. Marx’a göre insan “doğası itibariyle tarihsel” yani toplumsal, kültürel bir varlıktır. İnsan verili, sabit, değişmez, biyolojisiyle belirlenen bir doğaya sahip değilse, tarihsellik, toplumsallık insan doğasının içkin bir parçasıysa bu durumda “biyoloji” ne erkek ne de kadın için bir yazgı olabilir. Marx’a göre “insan doğasının tarihsel olarak özgül biçimleri vardır, yani feodaliteye, kapitalizme, sosyalizme vb. özgü insan doğası vardır. Kadın, tıpkı erkek gibi tarihsel toplumsal bir varlıktır ve tarihsel toplumsal koşullara göre değişir.”

 

Günümüz neoliberal düşünce biçiminde toplumsal cinsiyete ilişkin tartışmalarda “ideolojiye, kültüre vs.” büyük pay veriliyor. Örneğin “cinsiyetçi dil ve söylem”le mücadele, yasal düzenlemeler başat konu. Elbette cinsiyetçi dil ve söyleme karşı ya da yasal düzenlemeler için mücadele vazgeçilmez mücadele zeminleridir ama bunlar kurtuluşun esası değildir. Feminizmin farklı versiyonlarında görüyoruz ki kadınlara verilen roller ve kadınların ezilmişliği ufak tefek farklılıklar gösterse de hep aynı. Peki, bir yandan hep varolan ataerki ya da erkek sömürüsü analizi yapılıyorken, diğer yandan da özünde kurtuluş projesi olarak esasen kültür ve ideolojik değişimlere vurgu yapılması ne gösterir? Feminizmin tüm materyalistleştirme çabalarına rağmen idealist olduğunu…Demem o ki “feminizm bir burjuva ideolojisidir” belirlemesi, kendisini feminist olarak tanımlayan kadınların “burjuva” olduğunu söylemekten ziyade, feminist kuramın özüne ilişkin bir eleştiri.

 

Bahsettiğiniz özellikleri nedeniyle feminizmin bir “burjuva ideolojisi” olduğu söylendiğinde kendisini feminist olarak tanımlayan kadınlardan  “E ben de ücretli çalışıyorum, işçiyim, emek gücümü satarak hayatta kalıyorum, ben de mi burjuvayım…”gibi savunmalar geliyor.

 

Bu savunmacılığın, elbette sınıfsal konumu olarak burjuvalığa işaret etmese de dünya görüşü ve bilinç olarak egemen burjuva düşüncelerin etkisinde olduğu açık. Bir kere sınıf, ekonomik bir kategori, kimin ne kadar ücret aldığı ile sınırlı bir şey değil. Hem toplumsal ilişkileri hem de bilinç biçimlerini kapsayan toplumsal bir kavram. Ayrıca, sadece savunusu yapılacak ya da içinde yer alınması seçimimize bağlı olacak bir şey de değil. Bunlar çok yaygın burjuva kanaatler.  Feministlerin iddia ettiğinin aksine Marksist teori işçi sınıfını “ücretli emek ilişkisi içerisinde olanlar”dan ibaret görmez. Bu, burjuva ekonomi politiğinin işçi kavramsallaştırmasıdır.

 

Sosyalist ya da Marksist politikanın feminist düşünce karşısında politikası ve tutumu ne olmalı?

Bu soruya daha ağırlıklı olarak kadın hareketi içindeki tartışmalarımız üzerinden yanıt vereyim. Kadın hareketi dediğimizde farklı sınıflardan, farklı ulus ve topluluklardan kadınların, ortaklaşabildiği ölçüde ortak taleplerinden oluşan asgari bir programa sahip olan, farklı sınıf ve tabakalardan en geniş kadın kesimlerini birleştiren bir platforma sahip olması gereken bir hareketten bahsediyoruz. Dolayısıyla ideolojik, politik, kültürel, ulusal farklılıklar hareketin doğasında var. Kadınların tüm yaşamsal haklarını korumak ve ilerletmek üzere birleştirici, mücadelenin bileşenlerini, öznelerini genişleten, geniş kadın kesimlerine seslenen ve onlarla güçlenen bir kadın hareketi bütün bu farklılara rağmen kitleselleşmeyi en temel taleplerde ortaklaşarak sağlayabilir. Biz Türkiye’de kadın hareketi içinde hep bunu savunduk. Farklı sınıfsal, ideolojik ve politik farklılıklarımıza rağmen bu ortak talepler etrafındaki mücadelenin hem parçası, hem güçlendiricisi olma iddiasıyla kadın hareketinin birlikte hareket ettiği örgütlenmelerin içinde yer aldık. Almaya da devam ediyoruz. Tartışmalarımızı açık yürütüyoruz, eleştirilerimizde açık sözlü davranıyoruz ve ortaklaşma gayretimiz ve emeğimizin de görünür olduğunu düşünüyoruz. Ama sonuçta çok açık ki, kadın hareketi içinde farklı ideolojik tutumlara sahip örgütlü kadınlarla ilişkimiz eleştirel bir birlik, eleştirel bir ilişki. Bu eleştirel ilişki içinde elbette kuramsal tartışmaların da, hareketin bir sıcak gündeme ilişkin söyleyeceği sözün en geniş kadın kesimlerinin “bu benim de sözüm” demesini sağlamak için nasıl kurulacağı üzerine tartışılması da, bir eylem yönteminin kimin için ne ifade edeceğine dair pratik tartışmaların da yeri var. Hep olacak. Eleştirel birlik, her türden tartışmanın açık yapılmasını ve elbette kimi zaman ortaklaşmak için önce ayrışmayı da gerektirir.

Marksizm’in farklı ideolojik tutumlar ve muhalif hareketlerle sürekli olarak ideolojik bir mücadelenin içinde olması tarihi bir özelliği ve aynı zamanda bir zorunluluk. İdeolojik mücadeleyi ve tartışmaları “düşmanlık” hukuku parantezine alıp kabalaştırmak ise doğru değil. Marksistlerin feminizmin şu ya da bu biçimine eleştirileri “kadın düşmanı” etiketiyle yaftalayıp gerici görüşlerle aynı kefeye koymak ise açık bir çarpıtma. Üstelik bu tutum, tartışmadan kaçmak ve hep aynı sakızı çiğnemek gibi de geliyor bana.

Cinsiyetçiliği ve ezilme sorununu sınıf sömürüsü bağlamı içine yerleştiren, homofobik, ırkçı, cinsiyetçi baskıları “öznel deneyimler” olarak ele almayan, her türden ezilme biçimini ve buna karşı mücadeleyi tekelci kapitalizmle işçi sınıfı arasındaki açık mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendiren Marksist birikim, kadın hareketinin farklı bileşenlerini sınıf mücadelesinin ittifak gücü olarak görür. Yani kadın hareketi sınıf mücadelesinin doğal ittifak gücüdür. Kadın hareketinin farklı bileşenlerinin de kadınların mücadelesinin en önemli kazanımlarını işçi hareketinin, burjuvazi karşısında en örgütlü ve güçlü olduğu dönemlerde kaydetmiş olduğunu görmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. İşçi hareketinin ağır yenilgi aldığı ve geri çekildiği dönemlerde kadınların kazanımlarına yönelik saldırıların yoğunlaşması bir rastlantı değil. Her toplumsal patlama kadınların mücadelesinin özgün unsurlarıyla besleniyor ve görüyoruz ki burjuva toplumunu “onarmak” için de önce kadınlardan başlanıyor. Kadınların mücadelesinin dinamiklerini ve sınıfsal muhtevasını sınıfsal bilinçten arındırma yönündeki her girişim, ister Marksizm’in terminolojisi kullanılarak yapılsın, ister başka türlü, burjuva ideolojisinin tarihsel işlevini yerine getiren bir aparat halini almaya mahkûm. Dikkatimiz ve uyarımız bundan.

 

MARKSİST KURAM, TARİHSEL ÖZGÜNLÜKLERİ, DEĞİŞİMİN VE ÇELİŞKİ GİBİ GÖRÜNENİN MADDİ TEMELLERİNİ KAVRAMAYA OLANAK SAĞLAYAN BİR YAKLAŞIM. MARX’IN NE SÖYLEMEDİĞİNE, NİYE SÖYLEMEDİĞİNE OLAN İLGİYİ ESASEN MARX’IN YÖNTEMİNE, METODOLOJİSİNE YÖNLENDİRMEK DAHA ÖNEMLİ.

 

Marx’ın, yeniden üretim ve ev emeği bahsinde tarihsel maddeci olmadığı söylenebilir mi? Gülnur Acar Savran’ın “Marksistlerin kendilerinin de tarihsel maddeci olmadığı tek yer, kadın emeği” derken, Karl Marx’ta bulunduğunu iddia ettiği “cinsiyet körlüğü”nün altını çiziyor? Sizce Marx, “cinsiyet körü müydü?”

Kapitalist sistemi anlamak için onun özgül parçalarını karşılıklı bağlantıları içinde incelemek zorundayız. Kadın sorununa diyalektik materyalist bakış, yalnızca kadınların durumunu değil, kapitalizmin kendisini anlamanın da anahtarı. Yani kapitalizmi anlamak da ancak kadın sorununu diyalektik materyalist yöntemle çözümlemek ve anlamakla mümkün. Bunun anahtarı da Marksizm’de. Marksist kuram, tarihsel özgünlükleri, değişimin ve çelişki gibi görünenin maddi temellerini kavramaya olanak sağlayan bir yaklaşım. Marx’ın ne söylemediğine, niye söylemediğine olan ilgiyi esasen Marx’ın yöntemine, metodolojisine yönlendirmek daha önemli. Aslında mesele, özgün toplumsal formasyonlar ve tarihsel süreçlerde, ataerkinin farklı üretim biçimleriyle iç içe geçiş biçimlerinin ve sınıfsal çatışma ve çelişkilerle olan ilişkilerinin bütünlüklü görülüp görülmediği meselesi…

 

Kadınların eşitsizliği, kapitalizmin bir ürünü değil, bir girdisidir. Kapitalizm, kendisini önceleyen sistemlerden devraldığı eşitsizlikleri kendiişlerliği doğrultusunda dönüştürerek içselleştirir, işlevlileştirir. Kapitalizm bizzat eşitsizlik üzerinden, ilk başta özel mülkiyet biçimini alarak doğmuştur ve ayrıca kapitalizm eski ve yeni ataerki biçimlerini, ırkçılığı ve şiddetle boyunduruk altına alma yöntemlerini kullanarak meydana gelmiş bir tarihsel formasyondur. Kapitalizm kadınları ve yeniden üretimi “özel” alanda konumlandırarak ve emeği ücretli emek olarak tanımlayarak gündelik hayatta ideolojinin içselleştirmesine olanak sunar, bunu ortak duyu haline getirir.

 

Feminizmin çeşitli akımları Marksizm’i yeniden üretimi önemsizleştirmekle eleştiriyor?

 

Genellikle Marksizm’in kadın sorununa yaklaşımını “indirgemeci”, “belirlenimci”, “anti materyalist” olarak eleştiren feminist yaklaşımlar, esasen Marksizm’deki içsel ilişkiler felsefesini görmezden gelir. Marksist yaklaşımın kapitalizm ile ataerkiyi ilişkisel olarak ortaya koymasını eleştirirken de, aslında ataerki ile kapitalizm arasında kendileri bir bağımsızlık atfederler. Üstüne de Marksizmi “kapitalizme mutlak öncelik vermekle, kadınların ezilmişliği sorununu görmezden gelecek biçimde ikincilleştirmekle, yeniden üretimin özgün doğasını görmezden gelmekle” suçlarlar. Oysa Marksizm yeniden üretimi önemsizleştirmek bir yana, onu üretimle ayrılmaz bir biçimde “tarihi oluşturan bağlam” olarak tanımlar.

Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde “Materyalist anlayışa göre, tarihte son tahlilde belirleyici etken, dolaysız yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Bu ise yine ikili bir karaktere sahiptir. Bir yandan yaşam araçlarının, gıda, giyim, barınak ve bunlar için gerekli aletlerin üretimi; diğer yandan, bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belli bir tarihsel dönem ve belli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan çalışmanın, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir… ” der Engels.

Alman İdeolojisi’nde “Yaşamın üretimi, hem kişinin emek yoluyla kendi hayatını üretmesi, hem de üreme yoluyla başka yaşamlar üretmesi bakımından şimdiden ikili bir ilişki- bir yandan doğal, öte yandan toplumsal bir ilişki- olarak görünür. Bu birçok bireyin el birliğini ifade etmesi bakımından toplumsal bir ilişkidir ve bu elbirliğinin hangi koşullar altında, nasıl ve ne amaçla yapıldığının bir önemi yoktur. Buradan, belirli bir üretim tarzı ya da belirli bir sanayi aşamasının, daima belirli bir el birliği biçimiyle ya da belirli bir toplumsal aşamayla bir arada bulunduğu sonucu çıkmaktadır. Bu elbirliği biçiminin kendisi de bir ‘üretici güç’tür. Yine, insanların ulaşabildiği mevcut üretici güçler toplamının, toplumsal durumu belirlediği; dolayısıyla da ‘insanlık tarihi’nin daima sanayi ve mübadele tarihiyle bağlantılı olarak ele alınıp incelenmesi gerektiği sonucu çıkmaktadır… O halde daha en başında, insanlar arasında, ihtiyaçların ve üretim tarzının belirlediği, insanlıkla yaşıt, maddi bir bağlam ortaya çıkmaktadır. Sürekli yeni biçimler alan… Ve bir ‘tarih’ ortaya koyan bağlamdır bu.” der Marx ve Engels.

Yani üretim ve yeniden-üretim karşıt ya da ayrı değildir. Aksine, çocuk yetiştirmek de dâhil olmak üzere, kapitalist üretimin ve yeniden üretimin tüm unsurları, bütünün diyalektik parçalarıdır. Üretim ve yeniden üretim, kamusal ve özel hayat, dışarıdaki iş ve evdeki iş, fabrika ve mutfak gibi somutlanabilecek iki apayrı alanda gerçekleşmez. Tersine birbirini etkiler. Üretimi ve yeniden üretimi birbirinden ayrı düşünen ikili sistem teorilerinin aksine, Marksizm maddi yaşamın üretim ve yeniden üretimini aynı sürecin sarmal olarak ve ilerleyen bir çizgide birbiri ardına sürekli gerçekleşmesi olarak ifade eder.  Dolayısıyla üretimin koşulları aynı zamanda yeniden üretiminde koşullarıdır ve üretimin biçimi kapitalistse, yeniden üretimin biçimi de kapitalist olur. Emek gücü hâlihazırda “varolan” bir şey değil; kapitalist özel alan-kamusal alan ayrımı içinde, emek sermaye ilişkisi içinde, özel alanda şekillenmiş cinsiyetli ve cinsel sosyal ilişkiler ekseninde üretilerek sermayenin hizmetine sunulur. Yeniden üretim bir üretim tarzının pasif bir yansıması değil. Haneyi ya da kadın-erkek ilişkilerini kendi başlarına ya da üretim biçiminden ayrıksılaştırılarak analiz etmek -ki bu, birçok feminist analizin düştüğü en önemli hatadır- yeterli bir analiz değildir. Yeniden üretimin üretimle ilişkisi, sermayenin yeniden üretimle ilişkisidir esas olan. Kadınların kapitalist toplumdaki ezilmişliğini kapitalist üretim tarzının merkezi ilişkilerinin içine yerleştiren olgu tam da budur.

Marksist teorinin, kadınların ezilmelerine, uğradıkları baskı ve eşitsizliklere getirdiği açıklama nedir?

Marksist yaklaşıma göre kadınların ezilmişliğinin toplumsal-maddi temeli kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinden bağımsız, örneğin ataerkil bir üretim biçimi ya da kapitalizmden bağımsız salt ataerkil cinsiyet ilişkileri içinde bulunmaz. Bu temel, daha ziyade ev içi emeğin sermaye açısından taşıdığı toplumsal öneme, emek gücünün üretimi ve yeniden üretiminin kapitalist sistemin temel dinamiğini destekleyen, kapitalizmin kendisini yeniden üretmesini mümkün kılan zorunlu bir koşul olması olgusuna dayanır. Yani kadınlar erkeklerin kadınları sömürdüğü tarih üstü bir ataerkil üretim biçimi tarafından sömürülmez ya da ezilmezler. Kadınların kapitalizm koşulları altında ezilmişliğinin toplumsal-maddi temeli hanenin sermayenin yeniden üretimi ile olan içsel ilişkisiyle alakalıdır. Sermaye ve devlet kadınların gelecekteki emekçi kuşakları üretme kapasitelerini düzenleyebilmeye ihtiyaç duyar, sömürülmeye uygun emek-gücü böyle elde edilir.

Bu bahiste Marx’ı “cinsiyet körü” ya da “antimateryalist” olarak tanımlarken sol feministler tarafından getirilen eleştirilerden biri de ev içi emeğin özgül niteliği oldu..

 

Marksizm ile feminizm arasındaki temel ayrışma, kadınların evde ve ailede emek gücünü yeniden üretmek için sarf ettikleri zihinsel, fiziksel ve duygusal emeği ve bu emeği sınıf sömürüsü ve kadınların ezilmişliği ile nasıl ilişkilendirdiği… Hem Engels için hem Marx için ‘üretim ve yeniden üretim’ birbirinden ayrı düşünmenin imkânsız olduğu süreçlerdir. Marx, bu diyalektik bütünlüğü Kapital’de şöyle ifade eder:“Üretim sürecinin toplumsal biçimi ne olursa olsun, bu sürecin sürekli olması ya da periyodik olarak sürekli aynı aşamalardan yeniden geçmesi zorunludur. Bir toplum tüketmekten nasıl vazgeçemezse, üretmekten de aynı şekilde vazgeçemez. Bu nedenle, bir bütün oluşu ve bir akış hâlinde durmadan yenilenişi açısından bakıldığında, her toplumsal üretim süreci aynı zamanda bir yeniden üretim sürecidir. Üretimin koşulları aynı zamanda yeniden üretimin koşullarıdır.” Marx, kamusal alanda üretime ve aynı zamanda özel alanın üretimle doğrudan ilişkili olan yönlerine odaklanır. Marx bunu yapmakla, özel alanı tamamen görmezden mi gelmiştir? Hayır; “Üretim ancak insanın yeniden üretimine içkin özel ilişkiler anlaşıldığında gerçek anlamda kavranabilir.”

Kapitalizm koşullarında yalnızca sermaye ile değişime giren emek üretici emektir ve değer üretir. Eğer eşya satılmazsa değeri gerçekleştirilemez ya da değerinin var olduğu bile söylenemez. Eşyaların üretilmesindeki toplumsal emek satılmamış metanın içerisinde tutsak kalır. Aynı zamanda insanlığın en temel işleri örneğin bakım ve pek çok “aile içi” etkinlik, kapitalizm koşullarında hiçbir değer üretmez ve bu nedenle marjinalize edilir ve aşağılanır. Marksizm’in üretim ilişkilerine odaklandığı ve hane içerisindeki emeği görmediği için cinsiyetçi olduğu eleştirisi Marksizm’in esasına kör olmakla ilgili. Marx’ı kapitalizm koşullarında ev içi emeğin üretken olmayan emek olduğunu söylemesine neden olan şey, cinsiyetçiliği değil. Aynı şeyi hükümet için çalışan marangoz için de söylüyor. Genel manada her ikisi de açık bir biçimde üretken olmasına rağmen, Marx kapitalistin bakış açısından, sermaye bakımından neyin üretken olduğunu belirleme arayışındaydı ki bu yalnızca artı değer üreten emekti. Emek gücünün ücretli istihdamı da artı-değerin üretimi için yeterli değil. Üretken emek, genel olarak ücret karşılığında istihdam edilmeyi ifade etmez. Aynı işi yapan emekçi, istihdamının kapitalist üretim içerisindeki yerine göre üretken olabileceği gibi üretken olmayabilir de. Üretken ve üretken olmayan emek ayrımı, sınıf ayrımı açısından esas değil tabi. İşçi sınıfını tanımlayan temel olgu emek gücünü satmak zorunda olması. Üretken ya da değil, işçi sınıfının her iki bölüğü de üretim araçlarından yoksun ve emek gücünü bir proleter olarak satmak durumunda. Üretken emek ayrımı; artı-değerin kaynağı, üretimi ve paylaşımının analizinde işlevli. Marx’ın sınıfsal oluşumla ilgili nesnel ölçütü, üretim sistemi içerisindeki yerleri, üretim araçları karşısındaki konumları, üretim ve bölüşüm ilişkileri içerisindeki durumlarıdır…İşçi sınıfını belli bir iş grubuyla (imalatta çalışan üretken emek, fabrika işçisi ile) sınırlamaz; tam tersine üretken olmayan tüm emek türlerini de işçi sınıfının bir parçası olarak değerlendirir.

Kadınların ev içi emeğinin üretken emek olmadığını söylemek bu emeğin “değersiz” olduğunu söylemek değildir. Marx kapitalizmde emeğe değer biçilmesini teorileştirirken aynı zamanda ortaya çıkan teorinin kapitalizmin toplumsal ilişkilerinin bir eleştirisi olduğunu da ortaya koyar. Ayrıca kadın emeğini açıklamak için “ev içi emek değer üretir, o da bir biçimde pazar ilişkilerinin parçasıdır” diyerek, piyasaya sunulan emeğe analoji geliştirme çabası hem yanlış hem de gereksiz. Kadının ev içi emeğinin kapitalist ekonominin mantığı açısından “değer” üretmiyor olması ne kadınların yaptığı işin ne de üzerlerindeki baskı ve şiddetin önemini azaltır. Ev içi emeğin üretken emek olarak adlandırılması ya da artı değer ürettiğini kanıtlamaya dönük girişimlerde; maddenin adlandırılışının, maddenin kendisini dönüştüreceğine dair semantik bir beklenti var ki bu da aslında feminizmin metafizik özünden kaynaklı.

Bir sadeleştirmeye gidersek kadının ev içindeki emeğine kim “el koyuyor” erkek mi, kapitalizm mi? Mücadelenin tarafları kim, kadınlar ve partriyarka mı, işçiler ve kapitalistler mi?

Kadınların ev içi emeğini sermaye bakımından hayati rolünden soyutlayarak yalnızca aile içindeki erkeklerin el koyduğu bir emek haline getirmek kusurlu bir yaklaşım; çünkü bu “hane”yi, “erkeği” toplumsallıktan soyundurulmuş “kadın-erkek ilişkilerini” yeniden kadınların ezilmişliğinin ve sömürünün maddi zemini ve başat öznesi haline getiriyor. Kadınları homojen bir “sınıf” haline getiriyor. Kadınlara ve erkeklere tarih üstü bir “doğa” atfediyor. Bu yanlış. İnsan özü tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değil, gerçekliği içinde toplumsal ilişkilerin bir bütünü. Ayrıca sömürü, üretim ilişkileri düzeyinde ortaya çıkan ilişkilere dayanır, sınıflar da basit bir biçimde insan özneleri arasındaki ilişkilerin ampirik olarak gözlemlenmesinden türetilmez. Bu nedenle bütün kadınları “özel bir sınıf” bütün erkekleri de “baş düşman” ilan eden bu “el koyma” tartışması metafizik bir tartışma.

 

Neden?

Kadınların ev içi emeğine kim el koyuyor sorusunda mesele sadece “ev işi ve ev içi” değil, kadınların hanedeki ve hane ilişkileri içindeki özgül konumunun toplumun bütünü açısından taşıdığı anlamı merkeze almak durumundayız. Kadınların tabiiyetini ev içi emeğinden faydalananın hane içindeki bireylere indirgeyerek tartışamayız. Kadınların, ikincil hale getirilmesi toplumsal formasyonun çeşitli düzeylerinde dolayımlanır, basit bir özneler arası el koyma tartışmasına indirgenemez. Kapitalist düzen kadınların ev içindeki konumları ile ev dışındaki varoluşları arasında dolaysız bir bağlantı kuruyor. Kadınların yeniden üretimdeki rollerini sürekli pekiştiriyor. Ev içi tabiiyetle kapitalist emek piyasasındaki güçsüz konum arasındaki açık ilişkiyi anlamaya çalışırken, bu tabiiyet ilişkisinin aynı zamanda hangi sınıfı tabi kıldığı, hangi sınıfı güçlendirdiğini ve bir bütün olarak hangi sınıfları sömürünün nesnesi haline getirdiği önemli bir nokta.

Kadın ve erkeğe dayatılan bugünkü cinsiyet rolleri kapitalizmde emeğin yeniden üretimi için yapılan iş bölümünün bir sonucu. Kadının aleyhine olan bu işbölümü kapitalist sömürünün devam etmesini sağlar. Ailede ve toplumsal yaşantıda kadın üzerinde kurulan baskı, sömürünün nedeni değil sonucudur. Bu denklemi tersinden kurmak, sorunun odağına yerleştirilecek ve değiştirilmesi için mücadele edilecek düşmanın ve taraflarının yanlış tariflenmesine neden oluyor. Düşman mevcut üretim sistemi, taraflar ise üretim araçlarını elinde bulunduran sermaye sınıfı ve bir üretici güç olarak gelişmesi engellenen işçi sınıfıdır. Çözüm ise hem işçi hem de burjuva kadını evde baskı altında tutan “erkek egemen” ilişkilere karşı, sömürünün kaynağı kapitalizmi alaşağı etmekten geçer.

Son 20 yıldaki feminist teorilere bakıldığında postmodernist ve postyapısalcıbir anlayışa yöneldiğini görüyoruz. Kadınların ezilmesine ilişkin sorunlar “kimlik politikaları” ekseninde açıklandığı; emek, sömürü ve üretim gibi kavramların politikadan kovulduğu bir dönemi yaşadık. Beri yandan 2008 krizinden sınıf ve sömürü meselesinde feminizmde bir tutum değişikliği olduğunu da görüyoruz. Hatta iş o kadar ileri gitti ki Fraser ve Eisenstein gibi sol feministler “Feminizmin nihayetinde neoliberalizmin bir ‘bileşimi’ haline geldiğini bile söyleyebildiler. “Yüzde 99 için Feminizm” bu tutum değişikliğinin bir çıktısı olarak değerlendirilebilir mi? Feminist hareket ya da feminizm niçin sınıf sorununda bir tutum belirlemek ve saf tutmak zorunda kaldı?

Bilincin hayatı değil, hayatın bilinci belirlediğinin güncel bir örneği bu sorunuzdaki tarihlendirme. Son 20 yıldır ne görüyoruz? Giderek ağırlaşan yaşam koşulları, çalışma yaşamının özellikle kadınların ev ve bakım yükleri bahane edilerek esnekleştirilmesi, güvencesizleştirilmesi, artık tek bir işte çalışmanın yetmediği, farklı farklı onlarca işte ölesiye çalışıp yine de geçinememe derdi. Dünyanın her yerine yayılan savaş ve çatışma, artan milliyetçilik ve ırkçılık… Hem savaş hem ekonomik nedenlerle artık güvenle yaşanabilecek bir ortam bulamayan kadınların kitleler halinde göçü. Kadınların insan kaçakçılarının ve beden ticaretinin kurbanları haline getirilişleri… Göçmenlerin göç ettikleri yerlerdeki yaşam koşulları nedeniyle aslında sermayeye yönelmesi gereken öfkenin hedefi haline getirilmeleri… Giderek artan kadın düşmanlığının tüm bu tablo içinde “meşru ve sıradan” hale gelmesi, her gün binlerce kadının erkek şiddeti nedeniyle yaşamını kaybetmesi, yaşamını kaybetmiyorsa yaşama umudunu kaybetmesi… Dünya bu haldeyken, sermayenin yine kendi yarattığı krize çıkış yolu olarak ortaya attığı şey daha muhafazakâr, daha ırkçı, daha popülist, daha antidemokratik partilerin ve siyasi figürlerin “kurtarıcı” olarak piyasaya sunulması oldu. Bugün, sermayenin onlarca yıldır uyguladığı neoliberal politikalarının dünya çapında yarattığı yıkım, sefalet, aşırı sömürü ve eşitsizliği onu harekete geçirecek, isyan ettirecek kadar yakıcı hisseden çok daha kalabalık kadın yığınları var. Ve geniş kadın kesimlerinin dünyanın dört bir yanında itirazlarını ve taleplerini kitlesel olarak sokakta ifade ettiği eylemlere tanık oluyoruz. Bu hareketliliğin esas zeminini kapitalizmin yarattığı eşitsizliğin, adaletsizliğin, sömürünün, şiddetin ağır sonuçlarına artık daha fazla katlanmak istemeyen kadınların başka bir yaşam hayali oluşturuyor… Yükselen ve emekçi karakteri daha belirgin bir biçimde açığa çıkan kadın hareketi, gücünü kapitalizmin yarattığı eşitsizliğin, adaletsizliğin, sömürünün, şiddetin ağır sonuçlarına artık daha fazla katlanmak istemeyen geniş kadın kitlelerinin başka bir yaşam hayali ve talebinden alıyor.

Neoliberal dönemin kullanışlı “kimlik” kavramı, küçük burjuva ve orta tabakaları ve dolayısıyla bu sınıflardan kadınları 2008 krizinin tahrip edici sonuçlarından muaf tutmaya yetmedi. Yaşam koşulları giderek proleterlerinkine yakınlaşan küçük burjuva kadınların proletaryayı “hatırlaması” ne tarihin bir cilvesi ne de bir tesadüf. Siyaset yapma biçimi ve taktiğinin sonuçlarını özeleştirel bir biçimde değerlendiren, feminizmin farklı biçimlerinin sermaye tarafından araçsallaştırılması “hatasını” düzeltme zeminini sınıf siyasetinde arayan çeşitli feminist akımlar bugün “neden sınıf sorununda bir tutum belirlemek ve saf tutmak zorundaydık, zorundayız?” tartışmasını yapıyor. Şimdiki tartışma kadınların ezilmişliğinin ekonomi politiğine geri dönüş olarak da ifade edilebilir. Bu tartışma, sınıfı yadsıyan feminist düşünme ve örgütlenme biçiminin geçmiş 30 yılda kapitalizmin kriz uğraklarında nasıl kurtarıcı bir rol oynadığını sergilerken, bir yandan da feminizme ilişkin derinlikli bir ideolojik tartışmayı da beraberinde getiriyor. Bir nevi özeleştiri sürecinden geçen feminizmin dünyada yükselen kadın hareketine “yeni bir tür feminizm” ile yön verme ve ajanda oluşturma çabası ise maalesef kendisini özeleştiri vermek zorunda bırakan süreçlerle aynı hatalarla malul.

Yeniden Üretim Feminizmi, yüzde 99’un feminizmi, taban feminizmi… Kuramsal yaklaşımlarını ve bu yaklaşımın sonucu olarak önerdikleri “hareket kılavuzları, yöntemleri, önerilerini” Fulya Alikoç’la birlikte şu yazıda ayrıntılı olarak ele almıştık. https://teoriveeylem.net/tr/2019/02/8-martta-feminist-kadin-grevine-esastan-itirazlar/

Feminizmin farklı türevleri birbirine eşitlenemez, birbirinin aynı değil. Feminizm içindeki bu tartışmalar da oldukça önemli. Ama bu tartışmalar yüzeyde gerçekleştikçe ne kadar ilerletici olur, o muğlâk. Özetle, Marksizm’e içkin kategorileri, soyutlamaları vs. ihtiyacı hâsıl olduğunda içi boşaltılmış bir biçimde kullanan yaklaşımlar sınıf kavramını yine amorflaştıran, kendisini yine kimlik politikalarının çıkmazlarına hapseden, son kertede yine sınıfın yerine kimlikleri koymaktan kaçamayan, mücadele araç ve yöntemlerini muğlâklaştırarak etkisizleştiren bir yönelime sahip. Sorun, bu noktada feminizmin, siyasal ufkun artık nasıl kurulması gerektiğine ilişkin bir kırılma noktasına ulaşılmışken kapitalizmin, sosyal devleti ve liberal demokrasiyi ilga eden yeniden yapılandırma projelerinde feminizme yeni bir yer açılıyor oluşu, bu akımın yeni bir tarihsel rol üstleniyor oluşu.

Sosyalistlerle liberaller, Queer teori ve feministlerin çeşitli görüşleri arasındaki diğer bir tartışma başlığıysa “Seks işçiliği” ve “fuhuş” meselesi. “Seks işçiliği” bir işçilik midir, dahası “seks işçiliği” bir tercih meselesi olarak görülebilir mi? Marksistlerin dolayısıyla da sizin “seks işçiliği” konusundaki görüşleri nelerdir?

Cinsiyet eşitsizliğinin toplumsal bir gerçek olması, cinselliğe de eril üstünlük anlamını veren bir süreci belirliyor. Kişisel ya da özel olarak değerlendirilen alanların özünde sermaye ilişkilerinin dayattığı egemenlik ve teslimiyet ilişkilerini barındıran bir muhteva var. Dolayısıyla cinsellik, üstelik de bir meta haline getirilen cinsellik konuşulurken “bireysel seçim,” “rıza,” “özgürlük” gibi meselenin özünü bulandıran ve esası tartışmayı zorlaştıran kavram setiyle konuyu ele almak, sorunun üstünü örtmek anlamına geliyor. Fuhuşun erkek egemenliği ile kökensel bağlarını ortaya sermeden, buradan yola çıkmadan her açıklama zemini kaygan ve sorunlu bir “özgürlük” tartışmasına yol açıyor ki bu da aslında erkek egemenliğinin kendisini gizlemeye yarıyor. Bu kavram seti de sadece bir “seçim” değil, bu setin oluşmasının arkasında kapitalizm ile birlikte büyük karlar yaratan uluslararası bir ağ, küresel bir endüstri haline gelen fuhuşun kapitalist örgütlenmesinin açık etkisi var. Öncelikle fuhuş, sadece fuhuş yapan kadının değil, bütün kadınların ve güçsüzleştirilmişlerin; kâğıtsız göçmenlerin, yoksulların, çocukların bedenlerini ve cinselliklerini, üzerinde tahakküm kurulacak bir cinsellik nesnesi olarak imliyor. Bu bakımdan fuhuş, kadınlar üzerinde tahakkümün bir aracı, kadınların bedenlerinin “kullanılması hakkının” yeniden üretilmesi anlamına geliyor. Kadınları pazarlanacak, satın alınacak, kullanılacak, değiş tokuş edilecek bir metaya indirgemek tüm kadınları etkiler. Dolayısıyla fuhuşu yalnızca kimi insanların “tercihi” olarak tartışmaktan çok, her kadının cinselliği üzerinden kontrol altında tutulduğu, kadın bedeninin her halükarda metalaştırıldığı bir bağlamın içinde tartışmak gerekir. Alınır satılır bir mal haline gelen cinsellik ne özgürleştirici ne de doğal olabilir. Cinselliğin eşit şartlar altında yaşanan bir ilişki değil, erkek egemenliğinin bir uygulama alanı haline getirilmesi sebebiyle para karşılığı cinsellik özgür bir seçime dayanmaz. Esasen erkek egemenliğinin bir norm olduğu koşullarda adına istendiği kadar “rızaya dayalı” densin, böylesi bir cinsel edim eşit cinsellik olamaz.

Cinselliği bir “hizmet” kategorisine sokup, fuhuşu da “işçilik” adı altında düşünen başka bir argüman da var?

Esasen bu düşüncenin öne sürdüğü argüman satılan şeyin kadınların bedenleri olduğu gözlerden kaçırıyor. Cinselliğin parayla alınıp satılan bir meta haline getirilmesini olağan ve doğal hale getirmek ve rıza kılıfı giydirmek, buna zorunlu kılan bütünlüklü bir düzen analizi yapmayı da olanaksızlaştırıyor. İlerici bir sav ortaya atıldığı düşünülerek kavramsallaştırılan, fuhuş yapanların, fuhşa zorlananların yaşam ve çalışma koşullarını, güvenliklerini korumayı amaçladığı söylenerek altı doldurulan “seks işçiliği” tartışması, fuhşa yöneltilen her türlü eleştiriyi “muhafazakâr ve statükonun ahlaki değerlerini yansıtıyor” diyerek baştan kilitleyen bir tutum da var. Bu tutum, fuhuşa ilişkin özsel bir tartışma yapan herkesi de kadınların hayatlarını hiçe saymakla itham ediyor. Oysa muhafazakâr olan ve statükoculuğu barındıran bu söylemin ta kendisi. Çünkü bu anlayış özünde, fuhşun varlığını “erkeklerin doğal ve durdurulamaz cinsel ihtiyaçlarının olduğunu” kabul ederek, cinsellik alışverişini bu “ihtiyacın” karşılanmasının bir yolu olarak meşrulaştırırken erkek egemen anlayışın muhafazakâr kodlarına yaslanıyor. Bu alanda çalışmak durumunda kalanların yaşam koşullarının düzeltilmesi, en temel yaşamsal ihtiyaçların eşit vatandaşlık hakkı gereği sağlanması talebi, şiddetin büründüğü her şekliyle engellemeye yönelik çalışmaların yürütülmesi, fuhşun ortadan kaldırılması ve seks ticareti mağdurlarının insani bir yaşama sahip olma hakkı için çabalamak ne ahlakçı ne de muhafazakâr bir uğraş.

“Seks işçiliği” kavramına gelirsek…

“Seks işçiliği” kavramı, liberal teoriler olan “özgür seçim” ve kişinin bedeninin kendi mülkü olduğu mantığına yaslanır. Buna göre, arz-talep ilişkisinin doğduğu ve pazarlamanın yapıldığı tüm alışverişler meşru bir iş alanıdır. Fabrikada emeğini satan işçiyle, cinsel ilişki karşılığı bedenini satan insan arasında fark yoktur. Dolayısıyla, nasıl ki öğretmenlik işini ortadan kaldırmak ve onu okul batağından kurtarmak gerekmiyorsa, “seks işçiliğinin” de ortadan kaldırılması ya da kadının kurtarılması gerekli değildi. Bu tanımın içinde kapitalizmin temel varsayımlarını bulmak zor değil. Buna göre, özgür işçi ve sermayedarlar, serbest piyasanın arz-talep dengesi içinde “eşdeğeri eşdeğerle”, emek gücünü maaşla değişirler. Liberal düşünce fuhuş konusunda da liberaldir: Fuhuş bir arz-talep meselesidir artık.

 “Seks işçiliği seçim doğrultusunda bir meslek olarak tanımlanması”nı savunanlar bu kavramsallaştırmanın “hayatta kalmak için seks işçiliğine yönelen kişiler tarafından yürütülen mücadelenin bir stratejisi” olduğunu da söylüyorlar. Ancak böyle kavramsallaştırılırsa çalışma koşullarının düzeltilebileceğini, siyasal haklardan yararlanabileceklerini, koruma sağlanabileceğini, fuhuşla anılan sosyal ve ahlaki olumsuzlamalardan kurtulunabileceğini savunuyorlar. Doğru bir savunu mu?

Liberal “seks işçisi” teorisi, fuhşun sıradan bir iş olduğunu içine sindiremeyen ama bu alanda çalışıp hayatını sürdürmek zorunda bırakılan kadınların, LGBTİ’lerin hor görülmesine, aşağılanmasına, şiddete uğramasına, korkunç koşullara mahkûm edilmesine izin vermek istemeyenlere yakın da geliyor aslında. Oysaki fuhuş yapan kadın ve LGBTİ’leri hor gören, suçlu gören, yaşadıkları korkunç muameleleri meşrulaştıranın ta kendisi de burjuva ahlakı. Yani aslında ne liberalizmin bizi itmeye çalıştığı “özgür seçim” tuzağına ne de gerici burjuva ahlakının ikiyüzlülüğüne mahkûm olmadan (çünkü aslında sağdan da soldan da ikisi aynı kapıya çıkıyor) bu konuyu ele alabiliriz. Seks ticareti ağında hayatını kazanmak zorunda kalanların gerçeklerini anlayabilir, bu işi yapmanın kişiyi saldırılması gereken aşağılık bir varlığa dönüştürmeyeceğini apaçık savunabilir, fuhşa itilenlerin sorunlarına çözüm bulmak için uğraşabilir, ama yine de fuhuş karşısında net bir tavır sahibi olabiliriz. Zaten yaşam koşullarının düzeltilmesi ve hak talebi bu koşulları yaratan toplumsal, ekonomik, politik bağlam bir kenara konularak, hatta kenara koymak da değil, o bağlama yaslanarak mümkün olmaz. Sorun tümüyle bu bağlam içine oturduğundan “hak mücadelesi stratejisi” adı altında kavram üretimiyle müdahale sorunu çözmez.

Cinsel özgürlük ancak tüm baskı ve sömürü biçimlerine karşı verilecek daha büyük çaplı mücadele sonucu elde edilebilir. Cinsiyetler arasındaki ilişki bir “tahakküm ve itaat” ilişkisi olarak kurulduğu sürece ve bunun maddi zemini ortadan kalkmadığı sürece fuhuş toplumsal bir gerçeklik olmaya devam edecek. Kadın bedeninin sömürüsü üzerine kurulu cinsellik alışverişi dev bir sektör olarak kar üretmeye devam edecek. Kadın bedeninin cinsel bir metaya dönüştürülmesiyle “talep” oluşturulurken, bu sömürünün meşrulaştırılması için türlü çeşit girişim de devam edecek.

 

Son soru “kadınlar arası sınıf dayanışması” mı yoksa “sınıflar arası kadın dayanışması” mı?

Elbette ki kadınlar cinsiyet olarak ezilme konusunda farklı sınıflarda farklı düzeylerde yaşanan ezilmeyle karşı karşıyalar, tam da bu nedenle kadınların ortak mücadelesinin ortak zemini var. Eşitsizliğin, tahakkümün ve baskının çok çeşitli görünümlerine karşı kolektif eylemleri, taleplerin kolektif olarak öne sürülmesi, bu taleplerin kolektif hazırlanması, bunların tartışılması, hakların tanınması vs. için ortak bir mücadele zorunlu.

Ancak burada kadın mücadelesinin “öznesinin” kim olduğu sorusu önemli hale geliyor. Feminizmin en genel önermesi, bu politik hareketin politik öznesinin feministler olduğu. Kadın öznesi ise, politik özneye yani feministe dönüşmesi beklenen kolektif özne. Tam da bu noktada feminizmin hem güç aldığı hem de başının belası haline gelen “farklılık söylemi” devreye giriyor. Birbiriyle çelişki içerisinde bulunan farklı sınıf, ulus, din, kültür yapılarından gelen kadınlar, bu “farklılıklarını” eritmeden, ‘ortak ezen’e karşı mücadeleyi kadın olmalarından, kadınlıklarından kaynaklanan bir birliktelikle nasıl yürütebilirler? “Kadınlar arası sınıf dayanışması” mı yoksa “sınıflar arası kadın dayanışması” mı? “Sınıflar arası kadın dayanışması” ile ifade edilenin bu bakımdan “sınıflar üstü beyaz orta sınıf feminist bir hareket” olduğu çok çeşitli biçimlerde çok uzun yıllardır tartışılıyor.

Feminizme emekçi kadın hareketinden yöneltilen başlıca eleştiri, sömürü ilişkilerinin nesnesi konumundaki kadınların bu sömürüden çıkarları olan kadınlarla kardeşleşemeyecekleri. Bu nokta, feminizm ile devrimci Marksizm arasındaki temel ayrışma noktası; zaman zaman olanaksız sentez çabalarına rağmen, “kamusal alan”a ilişkin bu farklı yaklaşımlar nedeniyle önemli bir çatışma konusu.

 

Feminizm ikinci büyük eleştiriyi, “Üçüncü Dünya Kadınları”ndan aldı. Batılı normları sorgulayan ve ulusal bir kimlik inşasını sorun edinen Üçüncü Dünyalı Kadınlar için feminizm, Batılı, beyaz ve orta sınıf içerikli bir kültürel dayatmaydı. Ezilen ulusların kadınları, batı feminizminin farklı versiyonlarını temel alan kadınları kendi ülkelerinin sömürülmesine ses çıkarmamakla ve hatta bu sömürüden pay almakla, onların kadınların özgürleşmesine dair argümanlarının ve yöntemlerinin kendi ihtiyaçları ve araçlarıyla uzlaşmadığını, çeliştiğini tartıştılar. Benzer eleştiriler ırkçı ayrımcılığın muhatabı kılınan ve bu yüzden beyaz kadınların ırkçı tutumlarının beyaz erkeklerden aşağı kalmadığını söyleyen siyah kadınlardan geldi. Böylece, kapitalist sömürü, emperyalist tahakküm, ırkçılık ve ulusal baskı gibi gerçeklerin karşısında steril bir “kız kardeşlik” çerçevesinin iflası netleşti.

 

Feminizm ikinci büyük eleştiriyi sömürge ve bağımlı ülkelerin kadınlarından aldı, fakat Feminizm bu eleştiriyi Kesişimsel Feminizm ile karşıladı.

 

Evet; ancak bu iflas karşısında feminist özeleştirinin ortaya çıkardığı yeni “tahayyüller” de başka arızalara yol açtı. “Farklı kimliklerin gözetildiği bir kesişimsel feminizm” ile adeta post modern bir sivil toplumculukta kurucu rol üstlendi, söylemsel bir “demokrasi” ile tanımlanamaz bir “birlik” ortaya koymaya başladı. Bu feminizm, ulusal, ırksal, sınıfsal, etnik farklılıklara bölünmüş kadınları, bu yapısal ayrımlara öznel özellikleri de ekleyerek (çocuklu kadınların çocuksuzlardan farklılığı, bekar annelerin çekirdek aile içindeki kadınlardan farklılığı, göçmen işçi kadınların metropol yerlisi işçi kadınlardan farklılığı, lezbiyenlerin heteroseksüellerden farklılığı vs.) kapsama iddiasında. Bunları birbirine kesiştirerek kapsama iddiası ise, temel çelişkiyi, “hiyerarşi olmasın” itirazıyla birlikte gizliyor; sınıf politikaları tanımlanamaz kimlikler hakkında yapılan spekülasyonlara feda ediliyor, “çok kimlikli”, “çok kültürlü” “özneler” parçalandıkça parçalanıyor. Bu “görecelilik” her ezilen gruba kendi ayrı hareketini oluşturmayı, birliğe karşı “diğerlerinden ayrılmayı” kilit örgütlenme ilkesi haline getirmeyi de bir “mücadele taktiği” olarak sunmayı zorunlu kılıyor tabi. Ezilme meselesini maddi bir gerçeklik içinde açıklamaktan çok, psikolojik deneyimler olarak teorileştirmek, baskının nedenlerinin sınıflı toplumlardan tamamen ayırmak, baskının kaynağını maddi dünyada değil, “fikirler”, “söylemler” dünyasında aramayı da getiriyor. Söylemin, dilin, adlandırmanın, kavramsallaştırmanın toplumsallığın bir parçası olmaktan ziyade toplumu inşa eden temel haline getirilmesi, “söylemin” ve kimliklerin kendi başına toplumdaki güç ilişkilerini oluşturan bir “üretici güç” haline getirilmesinin sonuçlarını da queer teori ile görüyoruz. Her bireyde eşsiz olan bir kimlik tahayyülü, bireysel olarak bireyler tarafından herkesin ezildiği, direnişin de bireysel olması gerektiği gibi bir orta sınıf tahayyülüne dayanıyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl