Ana Sayfa Kritik TRAJEDİLERİMİZİ PERDELEYEN SANAT

TRAJEDİLERİMİZİ PERDELEYEN SANAT

TRAJEDİLERİMİZİ PERDELEYEN SANAT

Yıllar önce bir kamyon  arkasında   “mutluluğu erteledik” diye  yazıyordu.  Gülüp geçmiştim.  Tam olarak ne demek istediğini  ise şimdi anlıyorum.  Kuşaklar boyu sürecek bir acının, üst üste gelen  iki  büyük deprem felaketi ile  6 Şubat 2023   tarihinde bu kadim  Anadolu coğrafyasına  sabitleneceğini  bilmiyordum!

Suçlu kim peki?  Doğa ana mı? Devlet baba mı? Yoksa her köşe başında yakamıza yapışan ve başımıza gelen her felaketten bizi, hatta önceki kuşakları sorumlu tutan yeni çağ akımları mı?  Gözümüzü açar açmaz iki yüzlü, bağnaz ve nesnelere tapan   bir dünyaya doğup,  mavi kürenin  bütün ağırlığı da  omuzlarımıza yüklendikten sonra;  birileri  de çıkıp “günahkar doğdunuz!” diye yaftalayınca,  feleğimizi şaşırıyoruz ister istemez.  Doğa anamız zaten acımasız! Babamız da  bizi terk etmiş ve yapayalnızız.  Her canlı gibi  biz,  masum doğanlar mı suçluyuz bu durumda?   “Uygarlıklar”  beşiği olan coğrafya niçin affetmedi bu kez  bizi?  Acı üstüne acı yaşatıyor!

Sanat camiasından, sanki,  nereden çıktı bu deprem! dercesine  kimi talihsiz  serzenişler duyuyorum.  Bir kıpırtıdır, bir geç kalma halidir sürüp gidiyor, etkinliklerini yapamadıkları için.

Sanatçı kütüphane penceresinden dışarıya bakan ve sonrasında sahaya inen  ve tekrar  sandalyesine dönen filozof gibi, böylesi trajedilerde  kendi sözünü söyleyebilmeli;  teorisini oluşturup pratiğe yansıtabilmeli.  Ama  bunu yapmadı, yapmıyor,  sessiz kalmayı yeğliyor.  Bu depremde de büyük ölçüde bunu gözlemliyoruz.

Evet!   “Özgür”     sempatlarız!   Her ne kadar başımıza işler açsa da günün sonunda.   Ama bencilleriz de!  Nerede nasıl tavır alacağımıza dair empatimiz  de  yok olmuş sanki.   Bir süre askıya alamaz mıyız sanatı, edebiyatı, şiiri, müziği,  sinemayı, tiyatroyu… Sorgusuz sualsiz.  Bu bir refleks haline gelemez mi böylesi büyük felaketlerde?  Henüz daha felaket yaşanırken,  anında “sanata” boğmak da nedir insanları? Bu mu kurtaracak, iyileştirecek insanları?  Hiç iyileştirdi mi peki?  Niçin kendimizi kandırıyoruz?  Bu  empatiden yoksun,  anında görünme isteği de nedir?

Cenaze törenlerinde   kimimizin kendimize itiraf etmekten kaçındığı  ve bizi içten içe sevindiren şey  şu değil midir: “İyi ki ölen kişi ben değilim!”   Bu yüzden mi bunca ihtiras?

Daha bugün okuduğum bir yazıda  konser,  gösteri gibi  etkinliklerin yapılması ve  bunun  insanlara iyi gelebileceği gibi   açıklamalar vardı.   Hangi insanlara?

En hazin taraf da enkaz altında sayısını bilmediğimiz  canımız  varken, eğlence temalı programların yapılıyor, ihalelerin sürüyor olması.  Muhtemelen bu tür   paylaşımlarda bulunan  kişilerin hiç bir yakını bu depremlerden etkilenmemişlerdir.  Benim  ve benim gibi düşünenler için, şimdi ve burada yapılan,   cenazelerimiz yerdeyken yapılacak olan, her türlü sanat etkinlikleri,  bu  enkazların üzerinde konser verip, sergi açılışları yapmak;  gaz odalarına   gönderilirken  müzik dinletilen  insanlara  reva görülenin  bir benzerini çağrıştırıyor. Çok üzgünüm!  Böyle hissediyorum.

 

Bu tür kültür-sanat etkinliklerinin hız kesmeden  yapılması için yanıp tutuşan  aynı  otorite-ler,  yıllardır sanat alanında hepimizi aynı kefeye koyuyor zaten. Neredeyse  artık süresi çoktan dolmuş olan ve geniş kitlelerin zevklerine hitap  eden, aynı merkez-lerden çıkmışçasına , tek tip bir  bayağı sanatı    önümüze boca ediyorlar.  Marazi bir retorikle hem de!  Ellerini ovuşturup uzaklardan gülücükler atıp seyredenler; sakın ola ki  buralardan   kendinize bir “çağdaş sanat”  malzemesi, “enkaz estetiği”  falan  da devşirmeye kalkmayın!  Zira bu bir son değil bizim için, bir başlangıç!  Yani hiç bir zaman sevinemeyeceksiniz! Sevindirmeyeceğiz!

Hatalarımızı kabul edip,  kültür-sanatta yeni ağlar kurup,  yatay büyüyerek,  birlikte öğrenebiliriz gibi beylik laflar etmeme de gerek yok!  Her şey apaçık. Ama lütfen,  “Bilmiyorduk! Kandırıldık!”  falan demeyin artık  kültür-sanat erbabı!  Yapacağımız çok şey vardı. Ve  hâlâ var.  Nasıl ki   Antik Yunan’da   kültür-sanat faaliyetlerini rahatlıkla yürütmek, yönetmek ve bilumum ayak işlerini yaptırmak  için köleler kullanılmış  ise, günümüzde de bu sınıfsal gerçek değişmiş  değil.  Kültür-sanat alanının   çoğunluğu oluşturan  emekçileri,  içinde bulundukları  bu durumu,  görmekten aciz!   Artık kanıksanmış  alelade gidişatı  sarsabilecek, yerinden edebilecekken,  mevcut   durum korunmaya çalışılıyor ısrarla . Bunlar  dile getirildiğinde de,   yani saha-larda kuralları bizim koyamadığımız, her tür acımasız rekabet koşullarında,  güvenceden yoksun,  her an gözden çıkarılabilir,   nesnelere dönüştürülüveriyoruz;  Bu sistem-lere “gönüllü katılımlarımız”  sayesinde.  Sonuçta,   toplumun lokomotifi  olması gereken  bu  alanlarda,  mevcut durumu görememe, başıboşluk, organizasyonluk, günü kurtarma telaşı, zincirleme halde  diğer alanlardaki bozulma, çürüme ve etik dışı  uygulamalara  kapı açıyor.   Kabak da sayıları parmakla gösterilecek kadar az olan,  bunları dillendiren kişilerin başına patlıyor. Bu günah keçileri,  alanın  muktedirleri  tarafından,  “Sen kültür-sanat  alanında  da ülkemizin muasır medeniyetler seviyesine ulaşmasını istemiyorsun!”  diye yaftalanabiliyor. Üstelik  bu mevcut sisteme göbeğinden bağlı, ortanın hayli solunda  oldukları iddiasında olanlar tarafından bile!

 

Hal böyleyken;  enkaza dönmüş  kentlerimiz  önümüzde dururken, bireysel ve toplumsal  travmalarımızla aramıza,   hiç bir şey yaşamamışız  gibi,  “sanattan”  kalın bir perde  çekip,  her şeyi geride  bırakıp, unutup,   geleceğe umutla  bakmamalıyız! Bakamamalıyız!

 

Çünkü sanat ile samimi ve gerçek  anlamda uğraşan  bir  kişi bilir ki,  büyük doğal afet, kayıp ve yıkımlarda,  bırakın etkinliklere sergilere, konserlere  katılmayı;  bunun düşüncesi bile  çileden çıkartır.

 

Memleketimizin  toplu enkazlarında  belki de   bundan sonra  ‘mavi kelebekler’ uçacak!  Bilmiyoruz.

 

Ama bildiğimiz;   “hayata kıstırıldık”  artık!..

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl