Ele-avuca sığmaz eleştirmen Cengiz Gündoğdu’nun Eleştiri adlı yapıtının birinci baskısını yıllar önce okumuştum. İncecik bir kitaptı. Boyutlarıyla ters orantılı biçimde etkileyiciydi ama. Nesnel-toplumsalcı eleştirinin hangi yollarla/yordamlarla mümkün olabileceğini, çok başka, benzerine kolay rastlanamaz bir biçemle gösteriyordu. Bir sanat-edebiyat yapıtına, hangi yöntembilimsel tutumla, hangi duyarlık açılarından nasıl sokulacağımızı, o “ışıldak-kitap”, bir bir, tâne tâne anlatıyordu. Sanat-edebiyat lobilerinin karanlık dehlizlerinde kurulan kapanların, utanmazlıkla döndürülen numaraların, tiksinç kumpasların üstüne üstüne yürümeye çağırıyordu hepimizi.

Gündoğdu’nun, o vakitler cephesi daracıktı belki (şimdilerde geniş mi sanki). Gelgörelim, düşünsel-sanatsal cephâneliğinin dopdolu olduğu, her tümcesinden belliydi. Edebiyat anakaramıza yeniden doğmuş bir Nurullah Ataç’tı sanki. Putlara, ikonlara/ikonalara var gücüyle saldırıyor, tabuları paramparça ediyordu. Star Sistemi’nin püsküllübelâsıydı. Bir göktaşı düşse tepemize, onun önermelerinden/saptamalarından daha yıkıcı olamazdı. İşin çarpıcısı: yıkıcılığının çekirdeğinde yapıcılık saklıydı. Yanlışı, çirkini, çürümüşü imlemekle kalmıyor; doğrunun, güzelin, serpilmekte olanın ne(ler) olduğunu da aynı cevvallikle işâretliyordu. Kral çıplak, Midas’ın kulakları eşek kulaklarıdır, demekle kalmıyor; o çıplaklığın, o kulakların teşhiri için canhıraş çırpınıyordu. Pusu kurmadan yapıyordu bütün bunları. Şövalyece. Kapitalist modernitenin beyin iğfal şebekeleriyle onların dumura uğrattıklarını düelloya çağırarak. Ardından da Rüzgâr, Ekmek, Soru, Yıldız Güncesi, Akanyıldız, Taşkıran.. ve daha nice debisi yükseklerde yapıtlar yayımlayarak. Açılmayayım daha, buradaki kavşağımız onun Eleştiri’si çünkü.

Şimdi, o ilk baskıdakinin birkaç katı kalınlığında bir Eleştiri, üçüncü baskısıyla (İnsancıl Yayınları, Aralık 2016), duruyor önümde. Saatlerce okudum, günlerce tuttum başucumda: Deşeleye deşeleye. Didikleye didikleye. Her biri diğerinden sarsıcı, silkeleyici çığlık-deyişlerin(in) altını-üstünü çize çize.

Kitap; sekiz öbekte (Adak, İdeoloji, Felsefe, Tarih, Batı, Kalkınma, Sanat, Alkış başlıklarıyla) toparlanan yazıların yanı sıra, üçüncü basım için tertiplenen eklerle kendisiyle gerçekleştirilen bir söyleşiyi de kapsıyor. Bakalım, yetilerim bu hazînenin ne kadarı üstünde durmaya yetecek.

Yukarıda, “çok başka, benzerine kolay rastlanamaz bir biçem”le yazdığını söylemiştim Gündoğdu’nun. Bilmem başkaları dokundu mu. Sürükleyiciliğinin kaynağında başta bu var. Yazarın yazarlık düzeyini belirleyen birincil etkendir bu. Hiç kimseye benzememek. Baştan ayağa kendi olabilmek… Üç noktalarla yol alan, kesikli kesikli, dolayısıyla da soluklandırıcı anlatımıyla öne çıkıyor o. (“Kesiklilik”le “kekemelik” arasındaki kesin bağdaşmazlığın derinlerden farkında tabi.) Özgünlüğünü böyle perçinliyor. Noktalama imlerini kullanışında da öyle. Alışıldık dil ve dilbilgisi kalıplarını kıra kıra ilerliyor. Kurumsal-hiyerarşik-hegemonik dil’le çarpışa çarpışa. Çizgisini derinleştirirken dil’i iğdiş etmiyor, anlaşılmazlığın sarmalına düşmüyor. Tersine, yatağını boyuna genişletiyor. Aktığı kanalların çeperlerini daha bir oylumlandırıyor. Olanca çevreniyle sohbet-muhabbet dili’dir karşımızdaki. Edebiyatı da felsefeyi de göklerden yerlere indirmektir. Yazmıyor da konuşuyor âdetâ. Taptâzelikle. Sâdelikle. Alelâdeliği de üsttenciliği de tümcek dışladığı her hâlinden besbelli bir taşkınlıkla. Gürlekliği baskın bir akıcılıkla.

İyice yoğunlaştırılmış bu yeni baskıda, Gündoğdu’nun karakteristik-kişilik özellikleri o kadar belirgin ki. O yönlerini açığa vurmakla, kendini saklayan yazarcıklar-şaircikler tayfasına “ağır hayat dersleri” veriyor bir bakıma. Cıvıklaşan duygusallıklara değil, altyapısı sapasağlam duyarlıklara yaslanarak:

“Beni kafalarda aramayın. Bulamazsınız. Kafalara girecek kadar bilgili, zeki biri değilim ben… Beni, hissedenlerin gönlünde arayın. Ben ordayım…” (s. 226)

“Ölümlü olduğumu bilirim.” (s. 230)

“Bir sürü eksiği gediği olan, sıradan, basit biri… Önüne gelene küsen, kindar, kuşkulu, hayatta pek başarılı olamamış bir adam.” (s. 230)

Duyarlık deyince, aşk olmaz mı? Salt kendi aşkını değil, okuyucusunun aşkını da önemsiyor. Güzel bir ayrıksılıktır, onun aşk’a bakışı, sarılışı:

“Her şeyden önce bu okurun büyük bir aşk yaşamış olmasını isterim. Sonuna kadar. En azından böyle bir aşka hazır olmalı. Bir kadını, ya da bir erkeği görünce içiniz hiç titremediyse… Onu düşünmekten uykunuz kaçmadıysa… Onunla olmak için dünyayı ateşe vermeyi düşünmediyseniz… Bence bu hayat yaşanmamıştır. Hayır. Böyle biri benim okurum olamaz.” (s. 16-17)

Siyâsal, felsefî, sanatsal yaşayışında nasıl uçlarda/aşırılarda geziniyorsa; aşkında da öyledir, nefretinde de. Orta-yolculuğun hiçbir biçimini, dengeleri kollamayı bilmez. Esen rüzgârlara göre yelken açanları sevmez. Ne sevmesi, ne sevmemesi? Tiksinir o bukalemun kılıklılardan:

“Bir insan çok sevmeli. Çok nefret etmeli. Yarım, az, ılımlı duygulardan hoşlanmam.” (s. 235)

İster sosyal-ekonomik-siyâsal ıralı, ister edebî-felsefî-kültürel-sanatsal motifli olsun: Bütün erklere, erklerin bugün varsa yarın yok zorbalıklarına yamanarak yaşamak rezâletine katlananlara, açar ağzını yumar gözünü. Konformist ahmakları yerden yere çalar. Yandaşları, yanaşmaları  paçavraya çevirir. İler tutar yanlarını bırakmaz o zübüklerin, sürüngen soy-sopluların.

“Nasıl birisiniz siz. Etliye sütlüye karışmadınız. Gelene ağam, gidene paşam dediniz. Böyle misiniz? Öyleyse gidin… Lütfen gidin… İstemiyorum sizi.” (s. 17)

Zihinsel-düşünsel sansürlere, otosansürlere katlanamaz. İnsanların düşündüklerini özgürce söylemesini, düşsel-düşünsel tasarımlarını işlevli kılmalarını salık verir özdenlikle. Düşünce kireçleşmesine, zihinsel oksitlenmeye bayrak açar:

“Ülkemizde bulaşıcı bir hastalık dolaşıyor. ‘Kapalı zihin’ hastalığı.” (s. 24)

İdeoloji kavramına sınıfsallıkla yaklaşır. Her sınıfın, zümrenin, kişinin kendi yaşamasıyla bağlantılı mutlaka bir ideolojisi (dünya tasarımı) olduğunu dile getirir. İdeolojinin sınıftan soyutlanamayacağını. İdeolojiyle sınıfın, birlikte, etle tırnak gibi simbiyotik bir ilişkisellik taşıdığını. Bir de “çarpıtılmış bilinç” derekesine düşürüldüğünde, ideolojinin sınıfından koparak işlevsiz kalacağını:

“Şunu iyice bellemeli. İdeolojiyi, hayata, bir sınıf geçirir. Herhangi bir ideoloji, herhangi bir sınıfın elinde, birden maddi bir kuvvet oluyor. İdeoloji, ete kemiğe bürünüyor. Hayatın içinde yürüyor. Her türlü engeli aşıyor. Tersi şöyle oluyor. Onun bunun elinde kalan ideoloji, sınıfına kavuşamıyor. Bu yüzden tüy gibi etkisiz oluyor. Ete kemiğe bürünemediği için yerlerde sürünüyor. Hiçbir zaman maddi bir kuvvet olamıyor.” (s. 42)

Gündoğdu; yürürlükteki sistem(ler)in, batılı/batıcı kapitalist-emperyalist ağların cinsiyet olgusuna yaklaşımındaki yozlukları/yapaylıkları da yatırıyor masaya. Söz konusu küresel-kolonyalist efendilerin, cinsel kimliklerimizi nasıl nesneleştirdiğini (şeyleştirdiğini), üstelik bunları bize “özgürlükçü palavralar”la yutturduğunu belgeliyor. Batılı demokrasi havârilerinin “çokyüzlü”lüklerini net olarak gösteriyor hepimize. Mırın-kırın etmeden. Kırk hendek atlatmadan.

“Sistemin yürümesi için cinsiyetin nesne olması gerekiyor. Batı bunu denetliyor. Bu denetimi, büyük çoğunluğa özgürlük diye yutturuyor.” (s. 57)

Hiç değilse İvan Pavlov’dan beri biliyoruz: Şartlı (koşullu) bilinç, boyunduruğa vurulmuş, cendereye tutulmuş bilinçtir. Kişinin kadavraya dönüştürülmesi, bilincin koşullandırılmasıyla mümkün. Başka türlü söylersek, bilinç boşaltımıdır. “İnsanı mankurtlaştırma” da diyebiliriz buna. Kişinin tinsel-tensel bütünlüğünden soyutlama ameliyesi. Sistem, pişmiş aşına su katan kişileri (muhâlifleri) bu yollarla devre-dışı bırakır. En insanlık-dışı tekniklerle yapar bunları. Köleleştirir. Araçsallaştırır. Kendi düzeneğinin eklentisidir artık onlar. Yat dendikte yatan, kalk dendikte kalkan robotlardır. Elektrikli süpürgeden farksız metalar. Bas düğmesine çalışsın her biri, bas düğmesine dursun. Benim deminden beri anlatageldiğimin özünü şöyle koyuyor Gündoğdu:

“Sistem, tasfiye etmek istediği bir insanı ya da hareketi şartlı bilincin önüne sürer.” (s. 80)

Batılı yağmacılığın, emperyal barbarlığın insan(lık) ve doğa düşmanı yüzüne, şamar üstüne şamar patlatıyor. Ekosistemin mahvedilişini, en uyarıcı seslenişlerle geçiriyor içimizden-dışımızdan. Ortadoğulu dinbaz-faşist emirliklere/sultanlıklara özenenlerle, sırtını Amerikalı ve Avrupalı petro-dolar ve silâh endüstrilerinin çağdaş-modernist, sözde seküler kabadayılarına dayayanların, kabukça farklı görünseler de özde aynı bataklığın çirkefleri olduklarını çıkarıyoruz böylece:

“Batılı yalnız kendi gözüyle bakıyor dünyaya. Yalnız kendi gözüyle baktığı için ‘Amerika’yı keşfettim’ diyor. Ne tuhaf değil mi… O tarihlerde Amerika kıtasında yüzbinlerce insan yaşıyor./ Şöyle düşünün. Bir gün bir takım adamlar geliyor Anadolu’ya… Ne var, ne oluyor diye soruyoruz. Adamlar yanıt veriyor. ‘Biz burayı keşfettik.’ Oysa olup biten bir kıtanın yağmalanması. Kızılderili denilen insanların yok edilmesi./ İspanyolların, Portekizlilerin Güney Amerika’da yaptıkları bundan farklı değil.” (s.90)

Gündoğdu’nun, egemen sınıfların ve onların tetikçi-besleme (yazarlarının değil) yazıcılarının târihsel saptırmacalarını somutlayışındaki sâdeliğe bakalım bir fasıl. Bilginin bu türlüsünü, öyle tumturaklı lâflara, allanmış-pullanmış gelinler benzeri süsle(n)melere sığınmadan inşâ edebilmek, temellendirebilmek, hakikaten kolay değil. Resmî târih’in bütün çarpık-çurpuk öğretilerinin, ideolojik-doktriner katılıklarının altını üstüne getiriyor, iki satırcık yazıyla. Bütün kirişlerini, kolonlarını yerle yeksan ediyor. Cilt cilt târih okusak, bundan daha fazla mı donanır belleğimiz, bilemem ki:

“Tarihte ilk çağ, orta çağ, yeni çağ diye zaman dilimleri var. Tarihin bu şekilde bölünmesi doğru mu? Batılıya göre doğru. Adamlar kendi durumlarına göre tarihi bölüyor. Sonra bunu bütün insanlığın tarihi gibi gösteriyor.” (s. 90-91)

Tabi, onun batıyı yorumlayışında (da) indirgemeciliğin/toptancılığın kıymığını bulamazsınız. Diyebiliriz ki, adam, Ataç’ın dünyaya ikinci kez gelişi: Ataklığıyla, pozitif anlamda pervâsızlığıyla, teorisini pratiğe döküşüyle… Diyalektik mantıktan mikroskopik sapmıyor. Üstünde çalıştığı olguların bütünselliğindeki çelişikleri/karşıtlıkları kerteriz alıyor her zaman. O zıtlıklardan kökenlenen elementlerin/birikimlerin niteliksel dönüşümlerini gözetliyor mütemâdiyen. “Ya hep-ya hiç”çilerin iki değerli ilkel mantıklarını her sözcüğüyle mahkûm ediyor. Ara renklerle, o renklerin farklı tonlarını hiç ırak tutmuyor aklından. Ayrıntılar ustası. Ayrıntılarda konaklamadan esasa varamayacağının bilgisini yüklenmiş bir kere.

Sözgelimi: kırmızı, trafik, ehliyet sözcükleriyle bir cümle kurmamı isteseler benden; o sözcüklerin kapitalist avantacılık kültürüyle bağlarını böylesine anlaşılır biçimde kurgulamak, aklımın ucundan geçer miydi? Sanmıyorum. Ama gelin aynı sözcüklerin Gündoğdu’da nasıl sistemik bir doğrultu kazandığını görün bir. İmrenmeyecek misiniz bakalım. Andığım bölümdeki görüşler, yaşantı deneyimlerinin birer kültür ağırlığı edinmesinin, bireysel (bireyci değil) kültür bağlamlarının toplumsallık/yaşamsallık kazanmasının, üstünde ciddîyetle durulması zarurî örneklerinden bence:

“Kapitalist kültürde kırmızı rengin bir anlamı var. Trafikte. Kırmızı yandı mı duracaksın. Tehlike var. Köylü kültüründe kırmızının renk ötesinde bir anlamı yok. Bir renk o. Kimimiz severiz, kimimiz sevmeyiz./Kapitalist kültürde ehliyetin bir anlamı var. Köylü kültüründe yok. Ne yani, altı üstü bir araba işte. Gaza basarsın gider, frene basarsın durur./Kapitalist kültürde yollara çizilen beyaz çizgilerin bir anlamı var. Köylü kültürü bu çizgilere bir anlam veremez. Dahası, geliş gidişi tıkadı diye, bu çizgilere kızar. Kapitalist kültürde yayanın belli geçit yerleri var. Ordan geçer. Köylü kültüründe yaya istediği yerden geçer. Bunun için yaya geçitleri, köprüler bomboş durur. Yaya, taşıtların arasından geçer. Telin üstünden atlar.” (s.115)

Cengiz Gündoğdu’nun dinlere, dinlerin sembollerine, motiflerine, o sembol ve motiflerin (inanalım, inanmayalım) kültürel-sosyolojik genetiğimizdeki yerlerine değgin tutumu da takdire şâyandır. Din ve dindar (dinci değil) düşmanlığını devrimciliğin âmentüsü belleyen, külliyen reddiyeci “sentetik sol”dan alıklara karşı protest bir çıkış da saklı burada. Genişleterek diyeyim: Tutumu, genelde tüm inanma tarzlarının, özelde İslâm’ın (İslâmcı radikalizmin değil); neşet ettikleri sosyolojilerdeki merkezî derecede kültürel konumlarını nesnellikle anlamaya dönük. Onların kişisel-toplumsal-târihsel dönemeçlerdeki yansımalarını bilimsel-entelektüel nâmusuyla yorumlamaya yatkın. Bu yüzden, yaklaşımının çekirdeğinde lâikliğin otoriter yorum(cu)larına yönelik bir eleştirellik de bulunduğunu  belirtmekte hiç sakınca görmüyorum. İnsanlığın çok kıymetli kazanımlarından biri mertebesindeki lâikliğin felsefesini doğru ve demokratik kavrayışı; onu, çoğulcu, farklılıklara saygılı bir yaşama havzasına yönlendirmiştir. İşte dedikleri:

“Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı bir romanı var. Manastırda geçen olaylar anlatılıyor. Eco’ya kimse gerici filan demiyor. Bir Türk yazarı tekkede geçen olayları anlatsa gerici denir. Hem de nasıl anlatıldığına bakılmadan. Olaylar tekkede geçiyor ya, bu yeter./ Dikkat edin, yabancı filmlerde sık sık kilise gösterilir. İnsanlar kiliseye gider. Dua eder. Bizim filmlerle ‘camili ezanlı’ diye alay edilir. Kabul ediyorum. ‘Camili ezanlı’ filmlerimiz çok kötü. ‘Camili ezanlı’ filmlerle kötü olduğu için alay edilmiyor. ‘Camili ezanlı’ olduğu için alay ediliyor. Peki, ‘kiliseli çanlı’ filmler… İyi mi… İyi olduğu için karşı çıkılmalı. İyi olduğu için kötü çünkü. Çok kötü.” (s. 126)

Târihsel-materyalist diyalektiğin Gündoğdu metinlerindeki işlerliği, göz kamaştırıcıdır. Olayların, olguların, târihsel kişiliklerin, bağlamlarından koparılmadan ele alınışları; yöntemsel tutarlılıktan sapmayışın göstergesidir. Öyle olunca, taşlar yerine oturuyor. Burjuvazi de, Mustafa Kemal de kendi sınıfsal konumlarına uygun kıstaslarla yorumlanıyor. Sermâyeci-sömürgen takımından halkçı demokrasi, Mustafa Kemal’den sosyalist lîder çıkarma girişimlerinin yanlışlığı ve insanlık târihinin doğal seyrine tersliği birden somutlaşıyor:

“Kimileri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’e kızar. Niçin kızar? Mustafa Kemal sosyalist düzen kurmadı diye… Niye kursun. Sosyalist düzen kurmak Mustafa Kemal’in üstüne vazife değil./ Dr. Çeçen, sermayeden üstüne vazife olmayan bir şey bekliyor. Demokratik, hoşgörülü, insana saygılı bir kültür… Kayıtsız şartsız sanata destek. Böyle bir şey sermayenin ne üstüne vazife.” (s. 150)

Gündoğdu; rakamlara tapınma sayrılığına topyekûn yakalandığımızı, bunun başlıca sorumlularının da iktisat (ekonomi) uzmanları olduğunu belirliyor:

“Rakam tapınıcılığı bulaşıcı bir hastalık. İktisatçılar, bu hastalığı bütün topluma bulaştırdılar.” (s. 160)

Ne var, belirleme bana pek doğru gelmedi. Şundan ötürü: Asıl sorumluları, kapitalist sistemi, özel mülkiyet sâhiplerini hafiften aklıyor gibi. Maksadın böyle olmadığını ben de biliyorum. Ancak, biçim başka havadan çalıyor. Çıkarsama bunu zorunluyor. Sonuç, sebepmiş gibi gösteriliyor. Ya da bağımlı değişken (burada kapitalist), bağımsız değişkenmiş (burada iktisatçı) gibi. Gerçekliğin düzeneği böyle değil oysa. Çarkları çeviren kapitalistler. Aygıtın omurgasında onlar var. Burjuvazinin yedeklediği iktisatçılar, iktisat uzmanları ise birer ideolog olarak o çarkın dişlileri, aparatçıkları, türevleri. Kapitalistlere rağmen iktisatçılar var değil. Kapitalistler var diye onların iktisatçıları da var. Basitleştireyim: Kahve dövücüler olmasa, hınk deyicilere lüzum kalmazdı.

Hedefini bulamamış bu söylemine karşın Gündoğdu; başından geçen bir olayı öyle çekici anlatıyor ki; “tamam,” diyorsunuz “sömürücü zihniyetin esas temsilcilerinin kimler olduğu burada vurgulanmış.” Orasını okurken, gülmekten kırıldım. Bilmez miyim, ağlamam lâzımdı aslında. Ama Gündoğdu, Nasreddin Hoca’nın kavuğunu geçiriyor başına sanki. Anlatışındaki sereserpelik, içtenlik; öfke krizine gireceğimiz yerde, bizi yergici (satirik) bir mîzah atmosferine götürüyor. Kapitalist kafanın hâlipürmelâlini, bu öykümsü seviyesinde etkileyici bir berraklıkla, sistem muhâlifi kaç ekonomi-politik profesörü yansıtabilir? Yok, aktarmadan olmayacak:

“(…) Kasket alacağım. Bir dükkana girdim. Kafamın numarasını sordu. ‘Kaç numara?’ dedi. Kafanın da numarası olduğunu bilmiyordum. Meğerse her kafanın bir numarası varmış. Ordan biri, ‘Sekizi ver’ dedi. Sekiz numaralı kasket kafama olmadı. Dar geldi. Ama hayır. Satıcı Israrlı./Durum şöyle. Sekiz numaralı kasket kafama olmuyor. Ciddi bir şekilde kafamı, sekiz numaralı kaskete uydurmaya çalışıyor. Satıcı, her ne pahasına olursa olsun kafamı küçültmeye kararlı. Elinden gelse, bir topak hamur gibi kafamı yeniden yoğuracak. Sekiz numaralı kasketin içine sokacak./Kafamı küçültemedi. Dokuz numaralı bir kasket giyiyorum.” (s. 160)

Ne ki, bundan sonrasında gene bir çatallanma, bulanıklaşma: Şapkacı değil de iktisatçı (rakam uzmanı) suçlanıyor:

“Şapkacıdan kurtulmak mümkün. İktisatçıdan kurtulmak mümkün değil. İktisatçı, kafamızı hamur gibi yoğuruyor. Elinde beş numaralı (sekiz numaralı olacak.-B.D.) şapka. Dokuz numaralı kafamıza kasketi geçiriyor.” (s. 160)

Şapkacının şapka satma gerçekliği, her ortamda para kazanma güdüsüyle dolup taşması; iktisatçının rakam tapıncının arkasına itilmiş. Şapka(cı) yoksa, şapkanın numarası olacak mıydı? Olsun, anlatımın hoşluğu, sevimliliği, Gündoğdu’nun söyleyişindeki çatlağı kapatmasa da; o çatlamanın doğurduğu burukluğu gidermeye yetiyor.

“Geri ülke tapon insan üretir.” (s. 174) diyor Gündoğdu.

Maddîsiyle mânevisiyle gerçekliği, bütün yakıcılığıyla sergiliyor.

Şu deyişleri de o yakıcı gerçekliği sergilemenin uzantısı:

“Bitkilerin canlı olduğunu herkes bilir. Ama bir ağaca gözümüzü kırpmadan çivi çakarız./Niçin böyle yapıyoruz? Ağacın canlı olduğunu bilmiyor muyuz? Biliyoruz. Ama biz ağacın canlı olduğunu kavramadık.” (s. 183)

Ağacın canlılığını kavra(ya)mayan insan, kendi canlılığını nasıl kavrayacak peki? İnsancalığa yaraşır olmaklığının, büyük insanlığın görkemli yürüyüşüne nasıl katılacak? Ağaca çivi çakan homo sapiens’ten, ağaca çivi çakmayı cinâyetle özdeşleştiren homo sapiens sapiens’e nasıl evrilecek? Cengiz Gündoğdu’nun zihinsel temrinleri, beni böylesi çok çengelli soru yığınlarıyla boğuşturuyor işte. Düşünsel açıları gepgeniş kanat alıştırmaları hepsi de.

Kapalı edebiyat metni, anlaşılmazcı edebiyat metni ne demek. Uzun boylu kafa patlatmış bu mevzûlarda. Kapalılığın anlaşılmazlık demek olmadığını, gene o kaynak suyu benzeri tertemiz Türkçesiyle koymuş önümüze. Eskilerin mâlumatfuruşluk dediği bilgiçliğin köküne köküne saldırmış. Bilgiçlik bataklığında debelenen yazar ve şair döküntülerinin boyalarını bir güzel akıtmış. Foyalarını ortaya çıkarmış:

“Sufilerin neden anlaşılmaz yazdıkları belli. Sufilerde anlaşılmazlığın altında bir anlam var. Sufinin söylediği ‘şerh’ edilince bir anlam çıkar ortaya. Çünkü, sufi, anlaşılmazcı değil. Kapalı.(…)/ Türkiye’de anlaşılmazcı, kapalı değil. Açık. Sözcüklerle anlaşılmazlığa gidiyor.” (s. 186)

Hakikat kavramına getirdiği açıklık, çağdaş algı operatörlerinin maskesini düşürmeye yetiyor. Verili değerler sisteminin dayattığı çapraşık bilinci yerle bir ediyor:

“Sağlık sorununu ele alan bir eser düşünün. Bu eser, doktorlar çalışmıyor, diye mesaj verebilir. Bu mesaj hakikattir. Ama yarım hakikat. Temel hakikat sağlık işlerinin de metalaşmasıdır. İnsan hastalanıyor. İnsan hasta olunca birçok kişi bu işten para kazanıyor.” (s.203)

“Rabbenâ, hep bana” takımından olanın, eşyâlaşmış/mallaşmış kişinin, homo-ekonomikus’un yararcı yöntemine doğrudan dikleniyor. O yöntemin hakikatsizlikle sakatlandığını, insânîlikle uyuşmazlığını, tek cümlede özetleyiveriyor:

“Pragmatist yöntemde hakikatin nesnel ölçütü yok.” (s. 203)

İdealist kuramlarda ortak payda hâlindeki inanç unsurunun, hakikatin üstünü örten bir şaldan farksız olduğunu dile getiriyor ki, harfi harfine haklıdır:

“İdealist kuramda inanç son derece önemlidir. ‘Çünkü kişinin inandığı şey, ona göre hakikattir.’ ” (s. 204)

Devrimci yaftalı, solcu fiyakalı birçok kişinin, her tartışmada, zeytinyağı mîsali üstte kalmaya çırpındığını biliyoruz. Gündoğdu’nun yüksek sorumluluk bilinci içeren özeleştirel tavrı ise, bütün övgülerin üstünde bir yeri hak ediyor. O satırlarını okurken, içimiz sızım sızım sızlıyor:

“Benim gibi bir adamın yaşadığı ülkede çocukların kılına bile zarar gelmemeliydi. Ama her yıl yüzlerce çocuk ishalden, kızamıktan filan ölüyor. Hayır. Beni alkışlamayın. Benim gibi adamları belki yuhalamak gerekir. Bak, ülkemizde özürlü (engelli-B.D.) çocuklar var, onlar için de bir şey yapmadım. İşte orda çocuklar ölüyor. Ben de yaşıyorum burda…” (s. 246)

Nedir, görüyorsunuz, engelli diyeceğine özürlü demiş. Bunu, onun olası dalgınlığına bağlayalım ve geçelim:

Adalet Ağaoğlu’nu eleştirirken, küçük-burjuvazinin insana bakışına vuruyor. Yerindedir o vuruş. İsâbetlidir:

“Küçük burjuvanın insan kavramı içeriksizdir.” (s. 288)

Şu dediklerinde de haklı Gündoğdu:

“(…) Adalet Ağaoğlu bu içeriksizliğin hiçliğini ortaya çıkarmıyor. Hiçliği olumluyor./ Adalet Ağaoğlu’nun kitabı durağan bir mutlaklık Hiçbir şey yerinden kıpırdamıyor. Eylemli anlatımlar bile eylemi gösteremiyor.” (s. 288)

Ne edelim ki, ifâdede bir problem var: “durağan bir mutlaklık” diyor Gündoğdu. Yanlış! Mutlaklığın devingeni olmaz. Mutlaklık, a priori durağanlıktır. Değişmezliktir. Donmuşluktur. Yalnızca “mutlaklık” dediğinde (de), biz o mutlaklığın, bizâtihi mutlak olması sebebiyle durağanlık özelliği taşıdığını biliyoruz. Oradaki “durağan” sözcüğü, gereksiz bir eklenti.

Gündoğdu’nun en çok beğendiğim önermelerinden biri de şu:

“Tema toplumcu ya da bireyci olmaz. Şair temaya toplumcu ya da bireyci bakar.” (s. 303)

Öyledir. Şairin şiirinin nesnesi, diyelim bıçak olsun. Bıçak, şiire girmeden önceki hâliyle yüksüzdür (nötr), yüklemsizdir. Şair, bıçağı şiirde nasıl kullanacaktır, ona bakacağız. Bıçak, şairin sevgilisinin portakalını mı soyacaktır? Bunu yapmakla yetinecek, portakal yiyemeyen çocukları da hatırlayacak mıdır acaba? Öyle değil de nasıl desem, birinin hasmını öldürme gereci mi olacaktır. Yoksa, henüz dumanı tütmekte olan bir ekmeği, iki aç insanı doyurmak amacıyla mı dilimleyecektir. Demem o ki: seçenekten seçeneğe değişebilir, şairin şiiri işleyişi. İşin içinde, yetişim koşullarının (yaşama serüveninin) getirdiği sayısız dalgalanmalara/kırılmalara, beri yandan hoşluklara/güzelliklere kadar, küme küme, tümen tümen etkenler olacak. Bu etkenler arada birbirini itecek, arada birbirini çekecek. Başka başka bileşenlerin imgesel/ezgisel toplamlarından yepyeni bileşkelere varılacak. Şiirin kompozisyonu, matematiği, mîmârisi şekillenecek sonuçta. Şairin toplumcu mu (ben toplumsalcı demeyi yeğlerim), bireyci mi olduğunu bu süreçlerden sonra kestirebileceğiz ancak. Aksi durumda, şiirde tema (ben izlek demekten yanayım) sözün gelişi, bireysel bir özlem duygusuna yanaşık diye, o şiiri bireycilikle karalamak, hayatın da şiirin de var-oluş gerekçelerine terstir. Hem, her bireyselliğin bireycilikte tıkanıp kalmayacağını bilmiyor muyuz? Bu bir. Bireyselliğimizi kurmadan toplumsal aşamaya sıçrayamayacağımız da başka bir genel doğru değil midir? Bu da iki.

Anlamlandıramadığım, aklımı çelen, Aristoteles’in eğitim anlayışını yansıtan şu bölümcükle ise, ordan baktım, buradan baktım, yok, başa çıkamadım. Yazının yürüyüşünden, Gündoğdu’nun o yargıyı benimseyip benimsemediğine de varamıyoruz üstelik. Öyleyken, Gündoğdu; daha ilk ağızda mantık-dışı görünen o saptayışı neden önemsemiş, bilemedim. Peşin peşin yanlıştır demiyorum gene de. Pek tabi, benim kavrayış kıtlığımdan kaynaklı bir durum da olabilir.

“Beden çalışmasıyla zihin çalışması birleştirilmemeli. Beden çalışması zihin çalışmasını engeller. Zihin çalışması bedenin çalışmasını engeller.” (s. 354)

Şaşmamak, garip bulmamak olanaksız: Bedensellikle zihinsellik, birbirinden böylesi keskin hatlarla neden soyutlansın ki? Zihin çalışması bedenin çalışmasını neden engellesin? Hem, Aristoteles’ten 20 yüzyıl daha genç Descartes’ın ruh-beden (akıl-vücut) karşıtlığına dayalı kartezyen mantıkçılığı bile geçerli değilken, onca zamandır.

Gündoğdu, “yapmak” eylemini (fiil) yersiz kullanışından dolayı Adalet Ağaoğlu’nu şöyle eleştiriyor:

“Ağaoğlu düğün salonuna girdiler demez, ‘düğün salonuna giriş yaparlar’ der.” (s. 290)

Doğru söze ne denir? Hiç sallantısız, haklıdır Gündoğdu.

Fakat aynı Gündoğdu, her ne hikmetse, “Oturdum bir deneme yaptım.” (s. 209) diyebiliyor rahatlıkla.

Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu o zaman? Nasıl, yemek yaparcasına “giriş yapılmaz” da “girilir”se; “deneme (de) yapılmaz”, “denenir.” Hiç de güç değil “Oturdum bir denedim” diyebilmek.

“… baştan başa yanlış bile olabilir” (s. 209) diyor, aynı yazısının devamında.

Bir şeyin kaç başı var? Ya da şöyle diyelim: bir şeyin bir başıyla, bir de sonu yok mu? Böyleyken, “baştan başa” nerden çıkıyor? Onun doğrusu “baştan sona” değil mi?

Dr. Anıl Çeçen’i eleştirdiği bir cümlesinde de duralıyorum:

“Böyle bir şey sermayenin ne üstüne vazife.”

Sanırsam, burda dili sürçmüş Gündoğdu’nun. Onun “Böyle bir şey sermayenin üstüne ne vazife” demeyi akıl edemeyeceğini düşünemem bile.

Louis Bonaparte Fransasında bir derneğin adını anıyor iki kez. (s. 211)

İkisinde de 10 Aralık’ı çift tırnağa alırken, derneği sözcüğünü dışta bırakıyor. Şöyle yazıyor yâni: “10 Aralık” derneği.

Olmaz, olamaz. İşte örnekler: Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türk Tabipler Birliği. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. (ÇYDD, TGC, TTB, AİHM şekillerinde kodlayabiliriz de.) Demek oluyor ki: kurumsal yapıların adlarını yazarken; onların dernek, cemiyet, birlik, mahkeme.. her neyse artık, olduklarına dâir sözcüğü, o yapının tüzel kişiliğini belirten ibâreden ayırmıyoruz. Öyleyse, zamanın Fransa’sındaki o derneği de, tırnaksız ve şöyle yazmalıyız: 10 Aralık Derneği

Söylemek fazla olmasın: Dokunduğum eksiklikler, yanlışlıklar, Cengiz Gündoğdu’nun Eleştiri’sinin öneminden/değerinden bir şeyler yitirmesine sebep olmuyor. Gene de, neden olsun diyoruz.

Geçerken, sırasının geldiğini düşünüyorum: Gündoğdu’nun roman ve öykü yargılamalarındaki yüksek edebiyat beğenisi, sanat-edebiyat emekçileri ve izlerçevreleri için eşsiz derecede değerli. Heyhat ki, söylerken kalbimi başka çeşitten çarptıran aynı heyecanlandırıcı cümleyi, onun şiir çözümlemeleri için kuramayacağım. Hele, Recep Çitikbel’in, Sen Türkülerini Söyle -kısaca STS diyelim- (İnsancıl Yayınları, Ekim 2015) başlıklı, kalın mı kalın (264 sayfalı) baştan ayağa “şiirsizlik mecrâsı” kitabıyla bağlantılı ve övgüleme-güzelleme çıtasını hayli yukarılarda tuttuğu değinmelerini (Yıldız Güncesi, Şubat 2016, sayı 307) okuyunca donakalmıştım, oturduğum yerde. Gündoğdu; sanal ortamda rastladım, bununla kalmamış, İnsancıl’da düzenlenen Recep Çitikbel Şiir Etkinliği’nde, çıtayı tutmuş tavana kadar kaldırmış. (https://www.youtube.com/watch?v=71fzmbLPxI4) Düşünsenize, sonuçta “Çıkmışım, kaos kargaşadan” (STS, s.85), “Anasına avradına bu dünyanın” (STS, s. 67) ” Namussuza halden bilmeze” (STS, s. 53), “Yıkacağım faşizmin karanlığını/Faşizme benzeyenlerin saltanatını da” (STS, s. 85) vs. kalıbında satırları alt alta yazdıkta, şiire eriştiğini düşünen birinden bahsediyoruz. Bir, “kaos”la “kargaşa”, anlamca apayrı sözcükler midir? İki, kabaca sövgülemenin neresinde barınır şiir? (Can Yücel’in sövgüyü şiirdeki eritişine bakmaz mı kişi?) Üç, “Namussuza halden bilmeze” dizesi, Ahmed Arif’in, tek kitabına adını verdiği o çok ünlü Hasretinden Prangalar Eskittim şiirinin dördüncü dizesinin tıpatıp aynısı. Hadi beğendin alıntıladın, insan çift tırnağa almaz mı onu? Dört, faşiste benzemeye tamam da, “insanın faşizme benzemesi” nasıl bir şey? Şurası kesin ayrıca: Aşırı sert çıkışlı, yüksek perdeden retorikler; okuyucuyu da şiiri de çok yoruyor. N’oluyoruz? Yumruklarımızı mı konuşturacağız, imgeleştirme/dizeleştirme hünerimizi mi? Gündoğdu gibi estetik kalibresini oldum olası çok tuttuğum bir eleştirmenin, hepsi, evet hepsi  vasatın altında söylemlerle şişirilmiş, şiir kitabını diyemem, kabalığı bir yana “savsözler toplamı”nı dizginsizce yüceltmesi, daha başka nasıl yorumlanır, bilemiyorum doğrusu.

Sonlarken, bir de şu: Gündoğdu’nun kitabına, Eleştiri Şimşekleri başlığı daha çok yakışacaktı fikrimce. Her tümce, hem ışıl ışıl aydınlatıyor, hem de şiddetle çarpıyor. Yazının adını, sezilebileceği üzere, Gündoğdu’dan Eleştiri Şimşekleri diye koyuşum bundan.

budurali@gmail.com