Ana Sayfa Kritik Eskatoloji Tam Gaz

Eskatoloji Tam Gaz

Eskatoloji Tam Gaz

Avustralya rekor düzeydeki sıcaklıklar ve kuraklık yüzünden aylardır cayır cayır yanıyor, Arktik buzullar eriyor, atmosfere salınan sera gazları gezegeni boğuyor, her Allahın günü 3. Dünya Savaşı çıktı ya da çıkacak deniyor, yakında Mehdi’nin boy göstereceğinden söz ediliyor… Ne oluyoruz? Medeniyetler Çatışması, Tarihin Sonu falan derken sahiden yolun sonuna mı geldik acaba? Vakit tamam mı Abbas, bunlar hep ahir zaman alameti mi?

Bana öyle geliyor ki insanlar, öteden beri, dünyanın başına gelebilecek kötülüklerle, dünyada yaşanabilecek iyiliklere nazaran, hep daha ilgili olmuşlar. Belki de gelecek, bilinçte ister istemez ölüm, son ve yok oluş ile özdeşleştiği için. İnsanlar herhalde en aşağı Göbekli Tepe’den bu yana, ölümün, sonun, yok oluşun neliğini ve niteliğini merak edip durmuşlar. Kahinden beklenen, müjdeler vermesinden çok, felaket tellallığı yapması olmuş. Kehanetler ve hurafeler de bu beklentinin hakkını vermişler doğrusu.

Eskatoloji

“Kıyamet” sözcüğü, “ayağa kalkma” anlamındaki Arapça “kıyam”dan geliyor. Ölülerin topluca dirilecekleri, hep beraber ayağa kalkacakları gün. Bu toplu reenkarnasyondan (Ba’sü ba’de’l-mevt) sonra ne olacak? Mahşerde, yani toplanma yerinde toplanılacak. Sonra? Herkes tek tek hesaba çekilecek, haklarında verilen hükme göre ya cennete ya cehenneme yollanacak. Eskatoloji, teolojinin, insanın ve insanlığın sonu ile, kıyamet ve ahiretle ilgili öğretileri derleyen, araştıran kolu. Semavi olsun olmasın, tüm dinler, inançlar, eskatolojinin ilgi alanına giriyor. Mehdi, Mesih, Deccal, Mahşerin Dört Atlısı, Yec’üc ve Mec’üc, Kalki, Líf ve Lífþrasir, Saoşyant, Maitreya, Li Hong, çeşitli inançlardaki eskatolojik kişiliklerden bazıları. Bunlar Jungçu bir yaklaşımla, birer arketip olarak da ele alınabilirler.

Teolojik eskatolojinin yanı sıra, özellikle 18. yüzyılın sonlarına doğru Romantizm akımına bağlı olarak Gotik edebiyatın ortaya çıkışından, iki Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrasına uzanan tarihsel süreçte, modernite içinde gelişmiş bir seküler eskatoloji de mevcut. Dini referanslardan çok, siyasi, askeri, teknolojik gelişmeleri temel alan bu modern eskatolojinin, içinde ajanların, uzaylıların, yapay zeka ürünü yaratıkların, dünyayı kurtaran adamlarla kötülerin cirit attığı bir edebiyatı, ayrıca “kıyamet” ve “kıyamet sonrası” (apokaliptik ve post apokaliptik) janrlarından mürekkep bir sineması olmakla birlikte, esasen televizyonda, gazete köşelerinde, sosyal medyada, bloglarda her gün karşılaştığımız türlü komplo teorileriyle yaşatıldığı da bir vakıa. Klasik olanına kıyasla çok daha seküler, çok daha “realist” bir eskatoloji bu. Genelde yokluğunu varsaydığı doğayla da, doğaüstünün henüz doğadan kopmamış arkaik örnekleriyle de hemen hiç ilgilenmiyor. “Fütüristik anakronizm” gibi bir oksimoronu devreye sokmak mümkün değilse, bildiğimiz anlamda anakronik değil. Garip bir ciddiyet iddiası var. Sanki fantezi ve kurgu boyutunu aşıp giderek bir felaket bilimine evrilmeyi, gelecek biliminin sismolojisi olmayı amaçlıyor.

Arşidük Ferdinand ve Rubicon

Seküler eskatoloji, günden güne kendi figürlerini, kendi terminolojisini yaratmakta ve geliştirmekte. Şu farkla ki onun figürleri, gelecekte ortaya çıkacak birtakım gizemli karakterlerden çok, geçmişin gerçek felaket imleyicileri. Sembolik düzeyde iş gören bu tarihsel figürlerin ya da terimlerin, seküler eskatolojiye alttan alta, sözümona bilimsel bir görünüm kazandıracağı da hesaplanmıyor değil. Örneğin, bunlardan biri, ilk dünya savaşının adeta işaret fişeği olmuş, veliaht prens Arşidük Ferdinand. İsmi, son günlerde Kasım Süleymani suikasti vesilesiyle sık sık gündeme geldi. Neden? Franz Ferdinand’ın 1914’te Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip’in suikastine uğraması, ilk savaş için ne anlam taşıyorsa, Süleymani’nin bir ABD SİHA’sıyla öldürülmesi de başlaması muhtemel üçüncü savaş için aynı anlama geliyor olabilirmiş. Bir dünya savaşı neden ille bir suikastle başlasın? İkinci Dünya Savaşı, mesela, neden suikastle değil de işgalle başladı? Bu sorular ortada. Ama zaten fantezinin ereği de bu tür sorulara ikna edici bir yanıt vermek değil. İşin zevki, arketipten günün fenomenine, Ferdinand’dan Süleymani’ye o fantastik çizgiyi çekivermekte, o kıvraklıkta. Hele bir de tahmin doğru çıkacak olursa değme keyfine!

“Rubicon”un da seküler eskatolojinin lügatinde yer ettiğini söylemek mümkün. “Bu kez Rubicon geçildi! İnanamıyorum, Rubicon geçildi artık!” Rubicon ne? Sezar tarafından M.Ö. 49 senesinde geçilmiş olmasına, Sezar’ın sonraki diktatörlüğünün meşum bir habercisi gözüyle bakılan nehir. Başka türlü söylemek gerekirse, son yıllarda diplomasi diline pelesenk edilen, kimi görünür, kimi görünmez şu “kırmızı çizgi”lerin en içe dönük olanı; dış güçler tarafından değil de, bizzat iktidarın kendisi tarafından geçilmemesi gerekeni. “Çanakkale geçilmez!” düsturu belleğimize zaten kazınmış olduğu için kırmızı çizgi ve Rubicon söylemlerini biz daha bir kolay benimsedik sanki.

Stephen Hawking ile Godot

Gerek Ferdinand gerekse Rubicon analojilerinin ardında, yapısalcılığın pop taklidi olduğu kadar, tayfaya direğin tepesinden “kara göründü!” müjdesini veren o ilk denizci olma arzusu da var. İnsanın egosu, kendini önemli, özel hissetme arzusu yabancımız sayılmaz. Ne ki bu arzuya, örneğin galaksimizdeki yeni bir gezegenin keşfi değil de dünyanın sonuna yol açacak felaketin teşhisi konu edildiğinde, karşımıza bir yandan da bu yolla kazanılacak şöhreti kısa sürede kaybedecek olma paradoksu çıkıyor: “Bu keşfinizden ötürü adınızı tarihe altın harflerle yazmak isterdik. Gelgelelim, tarih, sizin de öngördüğünüz üzere, az önce sona erdi”. Öte yandan, sayısal loto tutturur gibi felaket tutturma gayretini vasata özgü bir uğraş addetmemeli. Nitekim Stephen Hawking de değişik zamanlarda dünyanın sonuna dair ileri sürdüğü, göktaşı çarpması, yapay zekanın gelişmesi, iklim değişikliği, genetiği değiştirilmiş virüsler, nükleer savaş vb. çoklu tezlerle kamu alemi yeise sürüklememiş miydi? Bir Nostradamus mu olmak istiyordu, bir Poe mu, yoksa naif bir vazife anlayışı içinde, insanlığın uyarılarına kulak asacağına sahiden inanıyor muydu, bilmiyorum, ama ben Hawking’in yıllar yılı bu tür açıklamalar yapmaktan kendini alamayışını hayli garipsedim. Herkesin, hele de Hawking çapında bir bilim insanının, bu konuda tek bir tahmin hakkı olmalı. Yarıştaki tüm atlara oynamak, oyunun kuralına aykırıdır, mızıkçılıktır.

3. Dünya Savaşının çıkmasına hazır bunca insanın varlığı, tersten, dünya tarihinin neden savaşlarla dolu olduğunu da bir bakıma açıklıyor olabilir mi? Dünyanın sonu düşünülür, kurgulanır, tahayyül edilir vs., ama yarın olacakmış gibi bakılırken herhalde bilinçle, sakince beklenemez. Bu filmin sonu görülmeden önce ya şerit makaradan çıkar ya sigorta atar. Bizim aramızda ara sıra tartışarak da olsa usulca beklediğimiz biri varsa o da Godot’tur. Godot’un seküler eskatoloji içinde nereye oturtulması gerektiği ya da oraya yerleştirilip yerleştirilemeyeceği iyi bir tartışma konusu olabilir. Ben Godot’u ironik ve parodik olduğu ölçüde, hatta daha çok, dramatik ve sembolik buluyorum. Bana kalırsa Beckett, Godot ile, teolojik ve seküler eskatolojilerin “Kurtarıcı” imgesinin yapısökümüne girişmiş sayılabilir.

Pandora’nın kutusundan fırlayan Çılgın Mucit

Eskatolojinin seküler ve modern olanının, teolojik ve klasik olanından nasıl ayrıştığına, birer örneği karşılaştırmalı, kısa bir söylem çözümlemesine tabi tutarak bakabiliriz.

Cennetten kovulma, Pandora’nın kutusu, Mavi Sakal… İlki, Eski Ahit’ten bir bahis, diğeri bir Yunan miti, öteki bir Fransız halk masalı. Birbirlerinden çok farklı dönemlerde ve kültürlerde kaleme alınmış olmalarına karşın, bu anlatıların ortak bir motifi var: Dizginlenemeyen kadın merakının, sadakatsizliğinin kötü bir sonuca yol açması veya kötü bir gerçeği ortaya çıkarması. Felaket ile merak arasındaki ilişki, herhalde kadına atfedilen merak kadar sorunlu ya da eğreti değil. Meşhur “cherchez la femme” (Fr. “Kadını arayın”; daha serbest bir çeviriyle “bu işte bir kadın parmağı var”) ile burada da karşı karşıya olduğumuz aşikar. Dahası, bilgi kapalı ve yasak, özellikle de kadına. Otoritenin mülkiyetindeki bilginin ifşası, otoritenin sarsılması, yıkımı demek. Bu nedenle bilgiye el uzatma cüretinin karşılığı ceza.

Günümüze doğru gelirken, “insan eliyle felaket” anlatılarının çatısındaki bilgi-iktidar bağıntısının bozulmadığını, çoğunlukla daha açık hale geldiğini görüyoruz. Bu anlatılardaki asıl dönüşüm, kapitalizme geçiş bilincini yansıtıyor ki popüler kültürün Çılgın Mucit ya da Çılgın Profesör (İng. “Mad Scientist”, “Mad Professor”) figürü, bu dönüşümün iyi bir timsali. Korkulan, artık zayıf sayılanın iktidar alanına girmesinden ibaret değil, bunun çok ötesinde. Prometheus, ateşle birlikte, tahrip etme gücünü de tanrıların elinden almış durumda. Herkesçe ulaşılabilir hale gelen bilgi, hiç değilse idealde ve teoride herkesin girişimci olabileceği serbest piyasanın bir uzantısı. Korkulan, girişimcinin (mucidin) kontrolsüz iktidar hırsı; aklını, vicdanını bu hırs uğruna kurban ederek hiçbir etik değeri tanımaması. Diğer bir deyişle, dünyayı felakete sürüklemek pahasına iktidar isteminden vazgeçmemesi. Eski düstur, kurulu bir düzenin altını çizerken, yeni düstur, kaos içinde mevcut düzene duyulan güvensizliği ifade ediyor. Biri henüz “Kutuyu sakın açma” diye nasihat etme aşamasında, öteki “Kutu açıldı, herkes başının çaresine baksın” diye bağırıyor. Eskinin simyacıları, altın madenine mucizevi yollarla da olsa, kötücül bir hırsla değil, sabır ve emekle, içrek bilgiyle erişme çabasını temsil ediyorlardı. Çılgın Mucit ise serbest piyasa içinde kötü niyetli bir rakip, vahşi bir kapitalist olarak simyacının püriten çalışma ahlakından zerrece nasibini almamış. Düzen sonrasının düzen öncesine vardığı bu bir tür döngüsellik, Nietzsche’nin “bengi dönüş”üne hafiften göz kırpıyor gibi.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl