Ana Sayfa Kritik Kimsesizlerden Karakuzulara: Çukur

Kimsesizlerden Karakuzulara: Çukur

Kimsesizlerden Karakuzulara: Çukur

Geçtiğimiz sezon ilgiyle takip edilen dizilerden Çukur yeni sezona da iddialı ve sarsıcı bir giriş yaptı. Öyle ki bu ilk bölümün atmosferine dair ülke televizyon dizileri tarihinde yerini aldı diyebiliriz. Bölümün etkisi tepetaklak bir hali olanca güçlü betimlemesiyle açıklanabilir. İzleyicinin kazanmasına alıştırıldığı ve iyiler olarak bellediği tarafın, kısaca özdeşleşilen tarafın kesin bir yenilgisi bölümün her karesine sinmiş gibiydi. Öte yandan şiddetin kol gezdiği, suça bulanmış sokaklar distopik bir çağrışım da yaratıyordu. İki sezon arasında kalan o birkaç ayda neler değişti de dizinin senaristleri iktidar savaşını böylesi distopik bir mecraya taşıdılar? Bana kalırsa bu soru üzerine eğilmeyi hak ediyor.

Çukur ne oldu? Ama önce neydi? İdris Baba ve Mahdumları…

Bu dönüşüme geçmeden diziyi tanıtmakta fayda var. Çukur dizisi neydi? Kabaca; şiddet kullanımına dayanan ve eril bir dil üzerinden iktidar mücadelesine odaklanan, suça karışarak palazlanmış bir aile ve ailenin hakimiyetinde bir mahalle dizisi… Çukur bir mahalle, kabadayı İdris Koçovalı (Ercan Kesal) ve ailesinin kurduğu iddia edilen bir mahalle… İdris Baba ve oğulları tarafından yönetilen bu mahallede yaşayanlar şehir harala gürelesinde yabancılaşmamış, komşu komşunun külüne ve kalaşnikofuna muhtaç! Hemen herkes bir diğer mahalleli için canını ortaya koyacak bir adanma kültürü benimsemiş. Bu dayanışmanın harcını ise güçlü baba figürü İdris Koçovalı karıyor. Babanın öz evlatları arasındaki çatışmalarda yani bir nevi ailenin temelindeki sarsıntılarda gündeme ilk gelen yine mahalle oluyor. Bunda şaşırtıcı bir taraf yok çünkü bu aile bir holding kurmuyor, bir mahalle yaratıyor ve mahalleyi koruyup kollamanın yanı sıra mahalle sakinlerinin işvereni pozisyonunda… Koçovalılar mahalleye, özel hastane tahsis edecek kadar bağlı, ancak mahalleliler de onların suç şebekesinde gönüllü çalışıp profesyonel bir ağ örüyor, kazanç sağlıyorlar.

Çukur evimiz İdris babamız sloganıyla çok tartışılan hatta bir hayli ünlü la Casa del Papel dizisinin İstanbul’da çekilen tanıtımına değin sızan bu slogan mahalledeki kültürü ortaya koyuyor. Yoksul çukurda yaşanan her şey mahalleli tarafından takip edilip anı anına duvarlara aktarılıyor. Duvarlar halkın matbaasıdır sözü dizide adeta hayata geçiyor! Aileden birisi mi öldü, mahalleden birisi mi kaçırıldı, bir düşman mı yaklaşıyor hemen varillerde ateş yakılıyor, çatılarda meşaleler dolaştırılıyor ve güncel gelişmeler duvarlara geçiriliyor. Böylece kültürel anlamda kapalı bir mahalle olan Çukur teyakkuza geçiyor ve derhal savunma psikolojisi sergileniyor. Duvarlara yazılanları değerlendirirsek bir not düşme samimiyetiyle bir zabıt tutma pratiği gayri resmi bir önemli bilgi yoğunlaşmasında örtüşüyor böylelikle mahallenin iletişimi daima canlı tutulmuş oluyor. İdris Baba’nın evlatlarıysa Dostoyevski eseri Karamazov Kardeşler‘i anımsatacak bir biçimde çizilmiş ve esasında Koçova ailesi de darbeler almış, dağılıp yeniden toparlanmış bir aile olarak duruyor karşımızda. Küllerinden doğan, yıkılmayan, hem erkekleri hem Sultan Ana (Perihan savaş) güçlü bu aile mahalleli açısından da kültleşiyor. Evlatların en büyüğü Kahraman (Mustafa Üstündağ) bir pusuda vurulup ölmüş. Evlatlardan Cumali (Necip Memili) hapiste… Geriye kalan iki oğuldan Selim (Öner Erkan), babasına içten içe duyduğu öfkeyi işbirlikçiliğe değin vardırmış, Çukur’u ele geçirmek isteyenlerle hareket ediyor. Yamaç (Aras Bulut İynemli) ise bir dönem terk ettiği mahallesine geri dönen bir karakter… Üniversiteli, müziğe ilgi duyuyor. Yamaç’ın mahalle dışında bir yaşam kurma çabası, pis işlere bulaşmama kaygısından öte bir anlam taşıyor. Yamaç salt Çukur’dan değil Çukur’un temsil ettiği değerlerden de ayrılmış. Aileden ve özellikle babadan... Selim, babasından ilgisini görmediği için öfkeliyken Yamaç elini kana bulamasından bu pis işleri sürdüren babasını sorumlu tutuyor. Çukur babasında cisimleşiyor Yamaç’a göre ve o özne olmak istiyor, bireysel varlığını kurmak istiyor fakat mahallesi tehlikeye düşünce mecbur kalıp dönüyor. Bu isteksiz dönüşün gelgitlerini yaşıyor.

İdris Baba’nın gayri meşru oğlu Salih Koçovalı (Erkan Kolçak Köstendil), diziye Varto’lu Sadettin adıyla giriyor ve mahalledeki iktidar savaşına tüm aileyi karşısına alarak katılıyor. İşin ilginç yanı Vartolu da babasına tepkili Selim gibi aynı kişiye çalışıyor: Beyefendi (Burak Sergen) diye tanınan, derin bağlantılar kurmuş karanlık bir kişiye…

Tüm bu tabloya baktığımızda İdris Koçovalı’nın halefi sayıp güvenebileceği tek evladın artık hayatta olmadığını görüyoruz. Cumali fazla hırçın, Selim fazla içten pazarlıklı ve duygusal, Yamaç o dünyayı bir kez reddetmiş, bir kez daha reddebilir. Salih’in ise babasıyla çatışmayı kesmesi için henüz geçerli bir sebebi yok.

Mahalle ve Mafya Dizilerinin Kesiştiği Yerde Çukur

Mahalle dizisi denildiğinde akıllara artık Perihan Abla (1986), Süper Baba (1993) gibi diziler gelmiyor. 90’ların sonuna doğru, 2000’lerin ilk yarısında, son örneklerini Şaşıfelek Çıkmazı (1996), İkinci Bahar (1998), Yeditepe İstanbul (2001), Ekmek Teknesi (2002) gibi dizilerle izlediğimiz sıcak mahalle ilişkisini benimseyen senaryolar terk edildi ve mahalle iktidar çatışmasının suç yöntemleriyle, adaletin kaba kuvvetle sağlandığı bir güç uygulama sahasına dönüştü. Bu noktada mafya dizilerinin de şehrin muğlak ilişkilerini geride bırakarak çekirdek denebilecek bir toplumsal dayanışma birimine, mahalleye indiğini savunabiliriz. Öte yandan mafya dizilerinin mahalleye karışıp amatör kadrolarla yol alması ekseninde çete dizilerine evrildiğini gözlemleyebiliyoruz. Aile (mafya) geniş aileye ve yeni amatör üyeleriyle giderek mahalleye (çeteye) doğru genişledi. İçerde, Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz vb. dizilerde mahalle yükselişinin altyapısına şahit olduk. Ezel dizisiyle başlayan bir anlayıştı bu ve kabadayılıktan, raconun belirli hükmünden besleniyordu. Mafya, somutlayamadığımız bir muğlak yapıyı temsil ediyordu, Kurtlar Vadisi’nde cirit atan kurtlar, konseyler toplumun güç hiyerarşisinde bir karşılık bulamıyordu. Onur Ünlü‘nün devlet kanalı TRT’ye yaptığı Şubat (2012) dizisi bohem bir hayat süren tuhaf tiplerin yeraltı yaşamından kesitler aktarıyordu. Ezel’de Ramiz Karaeski (Tuncel Kurtiz) fukara babasıydı, mazlumu kollayıp haksızla savaşarak güçlenmişti. İçerde’nin Kebapçı Celal‘i (Çetin Tekindor) sokak çocuklarını himayesine alıp yetiştirmişti. Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz’da ise Kimsesiz Yaşar (Olgun Şimşek) karakteri dikkat çekiyordu. Yaşar, kağıt toplayıcılardan kendine bir ordu kurmuştu ve şehrin tüm istihbaratına hâkim olabiliyordu. Kimsesiz Yaşar diğer babalardan ayrıksıydı.

Dizilerdeki değişim, mahalleden, sokaktan tırnaklarıyla kazıya kazıya gelip iş adamlığına yükselen, geçmişi ve işbirlikleri karanlık kişiler yerine halen daha mahalleyle iç içe, etten ve kemikten, güvenden bir duvar örmüş, kendi raconundan vazgeçmemiş kişiler tercih oldu. Kimsesiz Yaşar iş kolunu tarif ederken ironik bir biçimde dönüşüm işindeyiz diyerek kağıt toplayıcılığa vurgu yapıyordu. Bu türden bir iş mafyaların paravan olarak dahi kullanmayacakları, cafcafsız, itibarsız bir işti. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’daki kâğıt toplayıcılar hiçbir mahalleyi temsil etmiyor, mobilize ve dağınık görüntüde bir gücü karşılıyorlardı. Böylece şiddet dizilerimizde ilkin mahalle (Ezel-2009, İçerde-2016) hatırlandı; sonrasındaysa mahalle, belirli dayanışmacı, büyük aileyi anımsatan yapısını ezilenler birlikteliğine (Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Çukur) bıraktı ve sokaklara bölündü.

Kimsesizlerden Kara Kuzulara Ötekilerin Militarize Ediliş Süreci

Çukur’un yeni sezonunda Kara Kuzular ismini taşıyan bir çeteyle karşılaştık. Sokak çocuklarının yetiştirilip uzmanlaştırılmasıyla kurulan bu çete Çukur’u ele geçirdi. Kara Kuzular Kimsesizlerin bir benzeri şeklinde nitelenebilir ancak onlara kıyasla daha politik, daha eylem düşkünü ve radikaller. Kara Kuzular Kimsesizlere nazaran ideolojik bir temelden ve hınçla hareket ediyor buna karşın lidere bağımlılıkları had safhada, kişilikleri yitmiş bireylerden meydana geliyorlar. Ezilmişliğin, aile kurumundan dışlanmanın, bir bakıma sofradan kovulmanın acısını çıkarıyorlar. Çukur’un yeni sezonu bir minibüste çalan, Müslüm Gürses’in seslendirdiği Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar şarkısıyla açılmıştı. İşte bu garipler, arabeskin sokakta güncellenmiş dilini konuşuyorlar ve dünyayı yakmaya koşullanmış durumdalar, kural tanımıyorlar. Diziye uyarlayıp söylersek kural tanımaz bir çete mevcut düzeni yıkıyor ve yeniden tahkim ediyor. Eski düzenin raconunu, muhafazakâr reflekslerini hiçe sayarak kabul edilmeyen her şeyi zorla kabul ettiriyor. Şu yorumu yapabileceğimizi düşünüyorum: toplum yoksullaşırken, yoksulların, ezilenlerin direnci yoz bir çerçevede gösteriliyor, hak arama çabası hak gaspına eşitlenerek gündeme taşınıyor. Bu dünyayı garipler, Kara Kuzular, Kimsesizler yakıyor ama başlarından bir çoban, bir şef, bir ağır abi hiç eksik olmuyor. Yoksulların kimliklerini yitirip yönlendirilmeleri neticesinde rızalarının başka ellere geçişi ve tüm eylemlerinin militarize edilişi olarak değerlendirebileceğimiz bir metinle karşı karşıyayız. Çukur’un sokaklarını 30’lar Almanya’sına paralel düşünürsek oradan Hitler iktidarının doğduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Yoksulların, seçeneksizlerin suçla ve kaosla terbiyesi, suçu yenmenin imkânsızlığını işaret ederken diğer taraftan suça karışma, ortak olma, pay alma kaygılarını getirdi ve toplum sıtmaya, Nazi Almanya’sına razı edildi. Kara Kuzular da türlü istismarların, aileden ve düzenden kovuluşlarının intikamını kendi çarpık düzenlerini kurarak almaya çalışıyorlar. Dizide bu yeni çete üyelerinin tek tip elbise giymeleri (pastel renklerde tişörtler) de aidiyet duygusunu teslimiyet duygusuyla örtüyor ve uyuşturulmuş bir bilincin ortak tepkisini, fanatizmi pekiştiriyor. İdris Koçovalı aidiyet duygusuyla işlerini gördürürken yeni çete tam bir biat mekanizması işletip kimlikleri siliyor, askerleştiriyor. Yüzük parmaklarına dağlanan sembol birbirlerine bağlılıktan ziyade özgün bir yaşamdan koparıldıklarını gözler önüne seriyor. Kara Kuzular tam manasıyla bir sürü refleksiyle ve çobanın izin verdiği ölçüde yayılıyor. Bu durum aynı adlı romandan uyarlanan Fight Club (Fincher, 1999) filminin Kıyamet Projesini de hatırlatıyor. Tyler Durden bu projeye dahil olanları kimliksizleştiriyor, değersiz hissettirerek nihai amacına fayda sağlıyordu.

Sokağın Bilinçsiz ve Bireysiz İsyanı: Çeteleşme

Yeni sezonda birçok diziye otoriter ve psikopat karakterlerin eklendiğini görüyoruz. Örneğin Avlu (yön: Çağan Irmak) dizisinde de hikâyenin geçtiği kadınlar hapishanesine atanan Zerrin müdür (Nergiz Öztürk) sert ve kural tanımaz bir figür olarak ilgi topluyor. Siyasi iktidar tek bir güç altında toplanışının izlerini dizilerden sürebiliyoruz. Toplumda biat ve otoriteye merak arttıkça bu tutum dizilere sert karakterler vasıtasıyla yansıyor fakat her otoriter karakter kuşkusuz aynı ölçüde güzellenmiyor. TRT dizilerinde, saltanat, tarihsel malzeme öne çıkarken özel kanalların şiddet içeren dizilerinde otoriteye baş kaldırıp kendi otoritesini kurma arzusunda karakterlere rastlıyoruz.

Günümüz Türkiye’sinde, bilinçsiz ezilen kesim, tüm direnç unsurlarından yoksun olduğu için televizyon kanallarında örgütlü bir mücadele kırıntısı, bir hak arayışı göremiyoruz. Elbette televizyonların bu tür söylemlere büsbütün sırt dönmesi dönemsel açıklanabilir. Gücün tek odakta toplandığı ve sermaye iktidarının tamamen sağlandığı koşullarda kenar süsü olarak dahi bir işçi karakteri izlememiz mümkün gözükmüyor. Doksanlarda, Bir Demet Tiyatro’da Spartakis Vedat (Erdal Tosun) karakteri koalisyon devrinin kaybetmeye mahkûm ve nostaljik arka planlı bir kahramanıydı. Bugün o türden bir karikatüre bile tahammül yok, sokakta biriken enerjiyse çeteleşmeyle özdeşleştiriliyor. Kimsesiz Yaşar’ın Kimsesizleri, Kebapçı Celal’in elinden tuttuğu sokak çocukları, Ramiz Karaeski’nin mahalleden/semtten yoldaşları yine düzene yedekleniyor çünkü onlara çıkış yanılsaması sunan kişiler lider özellik taşıyorlar ve düzenin tam göbeğindeler. Bu kişilerin yasadışı iş çevirmeleri, devletin koyduğu yasaları çiğnemeleri sonucu değiştirmiyor. Düzen, çizdiği yasaların yanında o sınırların dışına taşarak kurulan düzene ve tüm işleyişe aynı bağışlayıcı kapsayıcılıkla yaklaşıyor.

Çürümüş toplumlarda yasaları yeri geldiğinde bizzat toplumlar belirliyor. Dağ başı mı burası ifadesinin karşılığı Çukur dizisinin damakta bıraktığı distopik tat belki böyle açıklanabilir. Alevler yükselen teneke variller ve yemin törenleri eğreti dursa da yasa sonrası yasa koşullarının çarpıcı betimi, tekinsiz ve kapalı bir dünya öneriyor. Özellikle kolluk gücünün büsbütün geride kalması, denetleyici bir üst erkin devreden (senaryodan) çıkarılması mahalledeki sevinç ve korkuları aşırılaştırıyor. Peki Çukur’a ezilenlerin militarize oluşu ve çeteleşmesi üzerinden bakarsak nasıl bir distopya elde ederiz? Yirminci Yüzyıl distopyaları genellikle erkin suistimal edilişini, olumsuz iletişim koşullarını ve bu eksende yaşanan sorunları işliyordu. Ancak kontrolün sokağa geçtiği distopik betimler de mevcuttu. Batman anlatısının temelinde yer alan Gotham City iyi bir örnek olabilir. Gotham, kaosun merkezi biçiminde çiziliyordu. Kötü yönetimin bedelini şehir halkı ödüyordu. Batman kurtarıcı rolüne distopya kahramanlarını alt ederek erişiyordu. Öyleyse Joker vb. karakterlere anti kahraman demenin yanı sıra iyileştirilebilir distopya kahramanları diyebileceğimizi düşünüyorum. Bu kahramanlar, distopya koşulları ortadan kalktığında, distopya iyileşip eski düzene yani distopyanın tanımlandığı düzene, karşıtını distopya ifadesiyle yargılayan düzene dönüldüğünde sevimli anti kahramanlar halini alıyorlar. Distopya kahramanının iyileşebilir ve yenilgiye uğratılabilir, diğer bir deyişle düzen lehine yenilenebilir olanı makbul… Çukur’da henüz belirgin bir anti kahraman propagandası izlemiyoruz, Kara Kuzular’ın lideri Çeto (Erkan Avcı) olumlanacak bir düzeyde oynamıyor, daha ziyade psikopat kötü adam sınırlarında geziniyor. Yaralı geçmişi, babası tarafından zenne olarak satılması, ortağı Mahsun‘ca (Berkay Ateş) dile getirilse de o geçmiş canlandırılmış ve karakter tam anlamıyla derinliğe kavuştrulmuş değil. Yine de Çeto’nun ağız kenarındaki yara ve hı-hı gibi tepkileri, yansıma diye niteleyebileceğimiz tuhaf seslerle iletişim kurması, ağız kenarı yaralı, ağzını şapırdatarak konuşan Joker’i (Heath Ledger’in Dark Knight filminde oynadığı Joker, 2008) çağrıştırıyor. Bu türden sesler, ağız şapırdatmalar, travma izleri, yaralı çocukluk belirtileri biçiminde de algılanabilir. Çeto olumlanmaya ihtiyaç duyuyor ve bildirdiği her yargıdan, söylediği her sözden sonra histerik bir tonda kendini doğruluyor, olumluyor.

Mahsunlar Çetesi

Yazıyı toparlamaya çalışırsak özetle şunları söyleyebiliriz. Çukur bir sezon daha aile çekişmeleri etrafında sürerse izleyicinin sıkılacağını sezen dizi senaristleri mahalleyi işgal ettirdi. İlk sezon Vartolu ve dış mihraklar tarafından denenen fakat ana hikâyenin (mahallede hakimiyetin ve evlat çekişmesinin) cezbediciliğiyle bastırılan, ertelenen kurlsız savaş artık başladı ve Çukur’a bir çete amiyane tabirle çöktü. Mesele bu çetenin tamamiyle ötekilerden; aileden, mahalleden, kayıt altına alınmış ekonomik düzenden kovulan köksüz ve yazılı yaşantısız kimselerden kurulmuş olması…

Karakuzular’da hiyerarşi açıkça görülür cinsten değil. Herkes birbirine adıyla sesleniyor, herkes birbirinin kardeşi… Burada ağabeyliğin reddini de görüyoruz. Ağır abi yok, sorgulanamaz lider var. On beş yaşında bir çocuğun lidere bile adıyla seslenebilmesi aile-mahalle tipi kabadayılığın, saygı ilişkisinin de tercih edilmediği, saygısızlıktan doğan bir kuralsızlığın tek kural halini aldığı ortaya çıkıyor.

Karakuzular’da şüphesiz emri veren ve uygulayanlar var ama bu ilişki emri alanı incitecek bir nobranlıkla ve pragmatizmle yürütülmüyor. Karakuzular’ın kardeş vurgusu sokak çocuklarının, kağıt toplayıcıların çeteleşmesi anlatısıyla birlikte sivriliyor.

Şubat, İçerde ve Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz dizilerinde Karakuzular’ın öncüllerini izlemiştik. Karakuzular, sokaktaki kuralsız ve ezilen gücün üniformalı suç kişilerine dönüşümünü, bir anlamda militarize edilişlerini simgeliyor. Çukur ekranların belki en çok izlenen dizi yapımıyken verdiği bu mesajlar sosyolojik tartışmalara da malzeme sağlıyor. Yoksulluğun ve baskının arttığı koşullarda, sokaklar distopik görüntüler gözlemlenebiliyor.

 

 

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl