Ana Sayfa Manşet Ahmet Sait Akçay ile Modern Afrika Edebiyatı Üzerine

Ahmet Sait Akçay ile Modern Afrika Edebiyatı Üzerine

Ahmet Sait Akçay ile Modern Afrika Edebiyatı Üzerine

Abdulrazak Gurnah’ın Nobel Edebiyat Ödülü alması Afrika edebiyatına ilgiyi arttırdı.  Birçok program ve dosya yapıldı medya ve dergilerde. Bizde çok yakından tanınan bir edebiyat değil. Siz uzun süredir Güney Afrika’da akademik çalışmalar yapıyorsunuz. Bu ilginin ana hatlarıyla nedeni nedir?

Abdulrazak Gurnah’ın Nobel Ödülü almasıyla Afrika edebiyatına dikkat çekildi ancak ilginin artırdığını görmek için beklemek gerek. Nobel Ödülünün getirmiş olduğu bir esinti bence. Gurnah’ın ödül haberinin heyecan yaratması da şaşırtıcıydı zira Gurnah’ın romanlarının İletişim Yayınları tarafından yayımlanmasına rağmen öncesinde ilginin olduğunu ya da okunduğunu söylemek çok güç. Ödül almış olmak bir tanınırlık oluşturuyor. Gurnah’ın Doğu Afrika coğrafyasını ve diasporayı yazması, tamamen İslami bir atmosferi yansıtması kültürel olarak benzerlikler barındığı için bu ilgi bir şekilde devam eder bence. Gurnah kadar İslam kültürünü, Kur’an’ı ve Şark Klasiklerini merkeze alan dünyada çok az yazar bulunur. Bana sorarsanız, öne sürdüğü temaların yakınlığı hasebiyle Gurnah’ın ödül almadan önce keşfedilip okunması gerekiyordu.

Afrika edebiyatına bir ilgi olmuş olsaydı eğer, Nobel Edebiyat Ödülü’ne mazhar olan iki siyah şair, entelektüel Derek Walcott ile Wole Soyinka çevrilmiş olurdu. Soyinka’nın sadece Afrika’ya Dair adlı kurgu-dışı çalışması Hece Yayınları tarafından geçtiğimiz yıllarda yayımlandı, yakın zamanda Soyinka’nın üç oyunu ve yakın zamanda çıkan son romanın da aynı yayınevinden çıkacağı müjdesini vereyim bu arada. Düşünsenize, koca dünya edebiyat devleri, üstelik Nobel aldıkları halde, Türkçe yayınevleri tarafından dikkate alınmıyorsa eğer, söyleyecek söz kalmamıştır. Afrika edebiyatına Batı gözlükleriyle bakmayı öğrenmişiz, kanıksamışız, hatta çok içselleştirmişiz de. Türkçe edebiyatın Batıcıl yönü çok belirgindir. Bu önyargıların kırılması çok zor, imkânsızdır. Onun için hiç umutlu değilim Afrika edebiyatının Türkçe çevirileri konusunda. Bir de Afrika metinleri çevirmenin zorluğu var. Ne bağlam biliniyor ne de siyahlığa ait kavramların bugünkü karşılıkları düşünülüyor. Afrika metinlerini çevirmek kültürel dönüşümleri, ilgileri bilmeyi de gerektiriyor. Bu konuda Ayrıntı, Hece, İthaki ve İletişim gibi yayınevlerinin çabalarını takdir etmek gerekir, inşallah devamı gelir.

Gurnah’ın ödül alması Afrika’da nasıl yankı oluşturdu?

Türkiye’deki ilginin onda biri bile Afrika’da yoktur. Gurnah ne Tanzanya’da ne Kenya’da ne Gana’da okunur. Frankofonların hiç bilmediği bir isim. Dünya için sürpriz oldu ancak Kıta Afrikası’nda değişen bir şey yok. Güney Afrika’da da Gurnah’ın ilgi gördüğünü söyleyemem. Geçenlerde Booker Ödülü’nü alan Damon Galgut daha çok ilgi görüyor, pek çok rafta kitaplarını bulabilirsiniz mesela.

Bunu muhalif olmakla açıklayamayız. Çok ciddi bir sorun var burada. Bunun asıl nedeni Gurnah’ın siyah kıtaya, siyahların geçmişine yaklaşımıdır. Özellikle Cennet romanında siyahların geçmişini yok edercesine onları “vahşi” olarak görür anlatıcı. Bu tarz Conradvari yaklaşımı hiçbir siyah elbette benimseyemez. Hem postkolonyal hem de kolonyalist dürtüleri yansıtan romancılardan biridir Gurnah. Kıtanın animist kültürünü vahşetle, taşa ağaca tapmakla eşdeğer gören bir yaklaşımı var ki bu da Conrad’tan ödünç alınmadır. Bu tavrıyla ne Wole Soyinka’nın ne Chinua Achebe’nin ne de Cheikh Hamidou Kane’ın yanında anılabilir. Unutmayalım, V. S. Naipaul da Afrikalı siyahlara karşı aynı vahşi grameri üretmiştir. Dolayısıyla Gurnah neden Afrika’da okunmuyor sorusunun yanıtı açıktır. Birkaç örnek vereyim Cennet romanından:

Massaileri herkes bilir. Romanda Kenya’da yaşayan Masailer şöyle anlatılır:

“Vahşilerin ülkesindeyiz. Senin gibi ürkek bir çamurdan çıkmadılar. Her şeyini, hatta eğer elbiselerini kendine iyice sarmazsan erkekliğini bile çalar. Haya, haya! Bizi bekliyorlar!”

“Tanrının bunlar gibi yaratıkları yarattığını düşünsene! Günahtan doğmuş bir şey gibi görünüyorlar.”

“Herhalde içtikleri kandandır” (59).

“Vahşi binlerce aslan penisi yese bile, medeni adam her zaman onu alt eder” (60).

“Seyyid seni sabah hazır görmek istiyor. Bizimle gelecek ve ticaret yapacaksın, bunun yanında medeniyet ve vahşet biçimleri arasındaki farkı da öğreneceksin. Artık büyümenin ve dünyanın neye benzediğini görmenin zamanın geldi” (52).

“Köpek balığına ya da yılana neden saldırıyorsun demezsin. Vahşi için de aynı durum geçerlidir” (52).

“Vahşiler para için ticaret yapmazlar, parayla ne işleri olabilir ki?” (102)

Romanlarında siyahların tarihsizleştirilmesi ve “vahşiler” olarak temsil edilmesi, elbette ki Gurnah’ı Siyah Afrika’dan ve Afrika edebiyatından uzaklaştırır.  Bu bakış açısını diğer romanlarında da ara ara bulabilirsiniz. Sözgelimi, son romanı Afterlives’da da bu tarz temsiller çok dikkat çeker. Kısacası, Batıcıl, medeniyetçi bir duruşu vardır Gurnah’ın.

Gurnah’ın yapıtları ana hatlarıyla dünya edebiyatında nerede duruyor?

Şunu öncelikle belirteyim: Abdulrazak Gurnah, Arap, Müslüman ve Zanzibarlı bir romancı. Romanlarındaki çocukluk yıllarına dönüşler bir edebiyat inşası çabasını bize gösteriyor. Doğu Afrika havzasının beslendiği İslam ve Asya kültürü ya da ticaretinin çok uzun yıllara dayandığını bize gösteriyor. Hint-Arap-Fars İslam medeniyetinin Afrika’daki varlığını bize kanıtlamaya çalışır.

Sözgelimi, Sessizliğe Hayranlık romanında anlatıcı kendisini “has be has Hint Okyanusu çocuğu” olarak ayırt etmesi, Gurnah’ın coğrafi bağlılığını gösterdiği gibi bir ideali de bize yansıtır.  Diasporada olması hasebiyle bir biçimde Salman Rusdie’nin ifade ettiği “hayali anavatanlar” kuranlarla anılması gerekir. Bu da açık biçimde Hint Okyanusu bağlantılarını keşfetmek üzerine kuruludur.

Bu çerçevede Abdulrazak Gurnah ile birlikte bir öncü olarak Amitav Ghosh, Salman Rusdie, Arundhati Roy’u sayabiliriz. Buna Güney Afrika Hint diasporasından Ahmed Essop, Farida Karodia, Achmat Dangor, Imraan Coovadia, ve Praba Moodley, Uganda ve Kenya’dan da Bahadur Tejani, Peter Nazareth ve M. G. Vassanji gibi yazarları da ekleyebilirim. Abdulrazak Gurnah Hint Okyanusu edebiyatının Afrika hinterlandının en güçlü temsilcilerinden biridir. Gurnah’ın bir romanında da belirttiği gibi, Hint Okyanusu tarihi yeniden yazılıyor, şüphesiz bu tarihyazımının önemli parçasını da Gurnah’ın eserleri oluşturuyor.

Çok özetle şunu söyleyeyim: Gurnah’ın konuşmalarına, romanlarına bakın, kendisi zaten yazınsal serüvenin ve iddiasının ipuçlarını vermektedir. Edebiyat bugün dünyada bağlantılar üzerinden yürüyor. Gurnah’ın tüm metinlerini dikkate aldığımızda, Atlantik’ten Hint Okyanusu’na bir ağ/bağlantı kurmaya çalıştığını görürsünüz. Yani Atlantik-Hint bağlantısı bir nevi Siyah Atlantik anlatısına karşı gelişir. Bu çok bilinçli bir yönelimdir Gurnah’ta.

 

Modern Afrika Edebiyatı kitabınızda Afrika edebiyatı gerek yerel dillerde olsun gerek Avrupa dillerinde olsun bir “ulus edebiyatı” olmayı reddeder, diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Şimdi Afrika edebiyatını uluslara indirgemek isteyenler, en başında çok masum görünse de bu arzuları, aslında bir şekilde Avrupa-merkezci edebiyatı ve sömürgeci grameri hedef alan edebiyatın kıta içindeki farklılıklarını göstermek isterler. Ancak yine ulusların inşa ediliş sürecini bilmeyenler ulus-devlet zihniyetiyle bakarak kıtanın pek sahiplenmediği bilinci de dayatmış olurlar. Dolayısıyla dışardan bakarak, bizde Türk edebiyatı var, orada neden ulusların edebiyatı yok gibi bir soru cehaleti de ortaya serer. Ulusların inşası zaten sömürgecilikle beraber olmuştur. İki bin yerli dil bir o kadar da ulus demektir. Böyle bir inşa hareketi imkânsız olduğu için seçilmiş diller ve uluslar inşa edildi. Ortak diller de var elbette Svahili gibi. Ulus bilincinin yerel diller üzerinden yürümesi neredeyse imkânsız. Onun için bir Angola edebiyatı, Kongo edebiyatı, Kenya edebiyatı ya da Zimbabve edebiyatı demeyiz. Avrupa dilleri, sahiplenilmesiyle beraber Afrika edebiyatının temel dilleri oluverdiler. Edebiyat ürettiği dile aittir. Tematik bir gramerden söz ediyorum. Bence esas sorun “Afrika” fikrinin neye tekabül ettiğini bilmeden üretilen afaki konuşmalardır. Bu konuda da maalesef Türkçede eser yoktur. Dolayısıyla milliyetçi algının, ulusal bilincin içinden konuşanlar Afrika edebiyatının bu kompleks yapısını çözemezler. Bu algı biçiminin anlaşılması için çok mesafe kat edilmesi gerekir. Yıllarca ulus edebiyatıyla büyüyen ve bunu övünç kaynağı sayan nesillere Afrika edebiyatını anlatmak bu açılardan çok meşakkatli bir iş.

Şu demek isterim. Afrikalı yazarlar lokal/yerel/yerli olmayı seçmediler, bilakis evrensel gramerlerle çatışmayı, evrensel dilleri sahiplenerek o dillerde gösterdiler. Dolayısıyla burada edebiyatı belirleyen onun dünya edebiyatına getirisidir ya da gösterdiği farktır. Afrika edebiyatı yerel dillerdedir demek, cahilce bir laftır. Sömürgecilikten bağımsız olamayan bir kıtadan bahsediyoruz. Afrika olgusunu bilmeyen ve neye tekabül ettiğini anlamayanlar bugün Afrika edebiyatını sadece Svahili, Zulu, Yoruba, Xhosa gibi yerel üretime hapsederek başka bir cehaleti sergiliyorlar. Zira yerel dillerde yazılan ilk metinlerin hiçbirisi öyle zannedildiği gibi “kabile” yaşamlarını anlatmamaktadır. John Bunyan’ı yeniden yazarlar mesela, düşünsenize yerel dillerde üretilen ilk metinlerinde bile moderniteyle bir diyalog hâkim. Neyin ve kimin ulusundan bahsediyoruz.

Küresel Güney anlatısının ana arteri neredeyse Afrika edebiyatıdır. Küresel Kuzey ve Küresel Güney, modernite çatışmalarını dünya sistemi içinde kavramadan Afrika edebiyatının temsil meselesini tam olarak anlayamayız.

Şöyle bağlayayım dilerseniz, Afrika edebiyatı milliyetçiliği reddetmiştir, bu şaşırtıcı gelmesin, milli gibi sığ ve dar kalıplara Afrika metinlerini sığdıramazsınız. Ulusaşırı edebiyat damarlarını içeren bir edebiyat külliyatından bahsediyoruz. Şu da unutulmasın: Postkolonyal Afrika edebiyatının en temel meselesi zaten din ve modernitedir.

Çalışmanızda Haiti Devrimi’nin tarihten silindiğini söylüyorsunuz, bu konuda biraz konuşalım isterim.

Haiti Devrimi dünya tarihinin ilk siyah devrimidir. Tarihteki ilk siyah ulus devlet de Haiti’dir. Bugün nedense Haiti dediğimizde aklımıza felaketler gelir. Fransız Devrimi’nden birkaç yıl sonra 1791’de başlayan ve 1804 yılında siyah kölelerin başkaldırışıyla ilan edilen bir dünya devletinden bahsediyorum. Bu kadar önemli bir devrim neden tarih kitaplarında yer almaz acaba? Afrika’nın sömürge öncesinden bahsetmiyoruz, modern zamanlardan, hem de Avrupa’da Aydınlanma entelektüelizmin getirdiği coşku devam ederken gerçekleşen bir devrim. Tüm Atlantik dünyasındaki kölelere ilham olan bu devrimin lideri Toussaint Louverture’ı kaç kişi bilir acaba. Hem bilince ne olur ki, tarih kitaplarında Haiti diye devlet var mı ki, devriminden bahsedilsin?

  • Haitili tarihçi Michel-Rolph Trouillot’un Silencing the Past: Power and the Production of History [Geçmişi Susturmak: İktidar ve Tarihin Üretimi] çalışması, Haiti Devrimi’nin susturulduğunu iddia eder. Trouillot bunu Batı düşüncesinin “tahayyül edilemeyenin ifade etmesindeki kifayetsizlik” olarak görür. Tarih disiplinin nasıl kurulduğunu ve neyi amaçladığını göz önüne alırsak, Avrupa-merkezci olmayan ya da o söyleme eklemlenmeyen ötekilerin tarihin içine girmelerine imkân yoktur. Zira tarih modernitenin ürettiği kurumsal bir iktidar disiplinidir.
  • Bu konudaki en önemli, hatta çığır acıcı bir çalışma olarak C. L. R. James’in Black Jacobins [Siyah Jakobenler] sayılabilir.
  • Eric Hobsbawm bile Devrim Çağı eserinde Haiti’ye tek bir satır bile atfetmez, düşünsenize. Bu kadar katı ve kurumsallaşmış bir yapıyı değiştirmek elbette imkansızdır. Bugün Haiti Devrimi, Fransız Devrimi ile birlikte anılması gerekirken, susturulmuştur. İşte Batı modernitesinin öteki tahayyülü budur!

 

Ülkemizde Güney Afrikalı yazarlardan Nadine Gordimer ve J. M. Coetzee gibi beyaz Afrikalılar daha çok tanınıyor. Siz nasıl görüyorsunuz bu yazarları?

Güney Afrikalı Nadine Gordimer, J. M. Coetzee Nobel Edebiyat Ödüllüne mazhar olunca ülkemizde daha çok tanındılar, eserlerinin çoğu çevrilmiş durumda. Özellikle Coetzee en iyi bilinen yazarlardan. Gordimer’in hâlâ en önemli romanları Türkçe’de yoktur. Gordimer’ın en önemli romanı Burger’s Daughter [Burger’ın Kızı] yayımlanmayı bekliyor. Bunlara André Brink’i de ekleyelim.  Gerek Gordimer gerek Brink gerekse Coetzee, Apartheid rejimin siyahlara uyguladığı vahşeti, polis devletin şiddet yapısını romanlarında çok çarpıcı biçimlerde yansıttılar. Bana göre, her üçü de yirminci yüzyılın vicdanıydılar. Barbarları Beklerken, Burger’in Kızı ve A Dry White Season [Beyaz Kurak Bir Mevsim] romanları devlet sisteminin barbarlığını yeterince kanıtlar. Hatta diğer Nobel Edebiyat Ödüllü Kirmanşah doğumlu Zimbabveli İngiliz romancı Doris Lessing’i de bu beyaz Afrikalı sınıfa dahil edebiliriz.

 

Postkolonyal çalışmalar doksanlardan itibaren, ötekinin ve madunun sesi üzerinde duruyorlar. Afrika edebiyatı bu bağlamda zengin bir bağlam veriyordur muhakkak…

Maduniyet çalışmaları 1980’li yıllarda Ranajit Guha önderliğinde başladı. Daha çok Hint merkezli siyaset, tarih ve kültür okumalarıdır. Özellikle Edward Said’in Şarkiyatçılık eseri bu konudaki çalışmaları hızlandırdı. 90’lı yıllarda Homi K. Bhabha, Gayatri Spivak, Gyan Prakash, Dipesh Chakrabarty ve Partha Chaterjee özellikle sömürgeci stratejileri, kurumsal yapısını çözmeye çalıştılar. Postkolonyal teorinin söyleme odaklı analizleri elbette ki belirleyici oldu. Madunluk, melezlik, mimicry [özentili taklit] ve stratejik özcülük gibi pek çok kavram üretilmiş oldu. Sömürgeci Fark’ı belirleyen okumalar merkezdeydi, hatta bu konuda Arif Dirlik’in çok sert eleştirisine de maruz kaldılar. Mısırlı postkolonyal düşünür Samir Amin’in yaklaşımı Dirlik’e daha yakındı.

Ancak Afrika’da daha antropolojik çıkışlar oldu, özellikle antropolojinin icat ettiği Afrika söyleminin işleyişi gösteren çalışmalar…  Talal Asad, Johannes Fabian, David Scott ve V. Y. Mudimbe’nin çalışmaları postkolonyal çalışmalara başka bir yön verdi. Aslında ilk postkolonyal çalışmalar 1960’lı yıllarda Afrika’da başladı. Maduniyet Çalışmalarında Afrika’ya vurgu yoktur. Edebiyatı odağa alan yaklaşımlar Afrika’da Abiola Irele, Simon Gikandi, Ato Quayson, Harry Garuba gibi postkolonyal teorisyenlerle devam etti. Zira siyah Afrika’nın sorunları çok başkadır. Siyahlık Rönesans’tan bu yana üretilen, icat edilen bir söyleme dönüşmüştü.

Mahmood Mamdani ve Achille Mbembe’nin Afrika’da devlet ve iktidar çözümlemeleri şüphesiz Afrika’yı kuramsallaştıran önemli çalışmalardır.

Burada soru şudur: Afrika bir disiplin olarak var mı, ya da olabilir mi? Ondokuzuncu yüzyılda disiplinler oluşurken Afrika diye bir kıta yoktu.

Esas mesele ya da fark şudur: Afrika spesifik bir söylem olarak var, bu konuda siyahlığın ve siyah kıtanın özel bir statüsü vardır. Elbette ki postkolonyal çalışmalar birbirlerini besler ancak Afrika’da madunluktan ziyade tarihsizleştirme ve yok etme üzerine kuruludur sömürgeci söylem. Bu da sadece siyahlara özgüdür. Medeni/barbar çatışması ve insanlıktan yoksun bırakılma bir söylem olarak siyahların üzerinde kuramsallaşmıştır. Güney Afrikalı romancı R. R. R. Dhlomo 1928 yılında yazdığı romanda “Siyah Afrika lanetlidir,” der. Bu söz öylesine sarf edilmiş bir ifade değildir. Bunun tarihsel kökenleri vardır.

Sömürgecilik ve Animist kültür anlaşılmadan Afrika edebiyatı anlaşılamaz diyorsunuz.

Afrika edebiyatı ve postkolonyal çalışmaları sahasının duayen isimlerinden Simon Gikandi’ye göre, “modern Afrika edebiyatı sömürgeciliğin potasında” üretilmiştir.  Gerek yerel gerek Avrupa dillerinde olsun sömürgecilik belirleyici olarak edebiyatı biçimlendirmiştir. Bu kazara olan bir şey değildir. Tarihsel bir gerçekliktir, keşke sömürgecilikle karşılaşmasaydık da bizim de yerel dillerdeki üretimimiz başka olsaydı, gibi bir ihtimali olmayan gerçeklikten bahsediyorum. Sömürgeciliği kaldırdığınızda Afrika edebiyatının sorunsallarını da rafa kaldırmış oluyorsunuz. Dediğim gibi, Afrika edebiyatı sıradan okurlara hitap etmez. Metinler çok karmaşık olmasa da yaslandığı dünyanın yabancı oluşu, anlamlandırmayı zorlaştırıyor. Açık metinlerdir Afrika eserleri. Metinlerin yaslandığı başka metinler doğal olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sosyal teoriyle, toplumların yapılarıyla, iktidar sistemleriyle iç içe metinler. Nuruddin Farah’ta başka biçimde Somali diktatörlüğünü izlersiniz, Ngũgĩ wa Thiong’o, Chinua Achebe ve Ben Okri’de de kurmaca Afrika ülkelerinde iktidarın biçimsel yapısını çözersiniz. Sömürgeci vesayetin sömürge sonrasında nasıl belirdiğini romanlar size yansıtır. Achille Mbembe’nin Postkoloni Üzerine çalışmasında belirttiği “iktidarın kabalığı”nın resmidir bu tarz romanlar.

Sömürgeciliğin ve dinlerin, gerek İslam gerekse Hristiyanlık, ilk uğraştığı Afrika insanının yaşayış biçimini değiştirmekti. Zira animist, hem modern Batı epistemolojisinde mutlak kötücül ve öteki olarak tanımlanmıştı, hem de dinler tarafından putperest ve kafir olarak nitelendirilmişti. Animist kültür batıldır diye yok edilmeye mahkûm oldu. Afrika’nın en önemli modernist şairlerine bakın mesela. Neredeyse tüm imgeler animist anıştırmalardan çıkmıştır. Harry Garuba, “animist gerçekçilik” kavramını “büyülü gerçeklik” tanımlamasına karşı üretmiştir. Animist bilinçdışından bahseder Garuba. Neredeyse pek çok metinde bu animist itki moderniteye karşı diş biler. Alternatif bir Afrika bilgi üretim alanı bize sunar. Bu konuda yazılmış en önemli metin de Nijeryalı romancı Amos Tutuola’nın The Palm-Wine Drinkard [Palmiye Şarabı Ayyaşı] adlı romanıdır. Kitapta uzunca değiniyorum romana.

Animist kültürün işlevselliğini doğru okumadığınızda metaforik olarak moderniteyle çatışmasını ve hatta bugün dünya edebiyatına katkısını anlamanız çok güç. Bugün antroposentrik metinlerin eleştirildiği, daha ekolojik biçimlerin öne çıktığı bir çağda sanırım Tutuola’nın metinleri başat olmaya devam edecektir. Tutuola’nın büyük başarısı da bu antroposentrik merkezi kaydırmasıydı zaten.

 

Kıta dışında başta ABD, Karayipler ve Güney Amerika gibi ülkelerde kölelik dolaysıyla yüzyıllar yoğun bir Afrikalı nüfus var.  Kitabınızda “Harlem Rönesansı” adlı uzun bir bölüm de var. Toni Morrison ve James Baldwin gibi Amerikalı yazar bizde de çok iyi tanınıyor.

Maalesef Harlem Rönesansı yazarları, şairleri, romancıları Türkçe edebiyatta bilinmez. Afrika’ya olan ilgisizlik Afro-Amerikan yazarlarda da ortaya çıkıyor.  Toni Morrison de Nobel Edebiyat Ödülü’ne mazhar olduğu için bilinir.  James Baldwin ise İstanbul’da bulunmuş, bazı yazarlarla muhabbet etmişliği vardır.  Yanılmıyorsam, Yaşar Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’la tanımıştır. Morrison da Baldwin de Harlem Rönesansı’nın devamı sayılırlar.

Harlem’in önemli kadın romancılarından Nella Larsen’in Passing [Geçiş] romanı beyaz perdeye uyarlandı ve geçtiğimiz ay sinemaseverlerle buluşmuştu. Irkçılığın kadın bedeninde yarattığı gerilimi yansıtan önemli bir roman. Irkçılığın sınıfsal çatışmaya dönüşmesini de iyi özetliyor roman. Pan-Afrikanizmin de babası sayılan ve Harlem Rönesansı’nın kültürel atmosferini, siyahların yaşadığı açmaz “double consciousness”, yani “çift bilinçlilik” kavramıyla açımlayarak siyah-beyaz gerilimine farklı bir boyut katan W. E. B. Du Bois’un en önemli yapıtı The Souls of Black Folk [Siyah Halkın Ruhları] hâlâ Türkçede yoktur. Yanılmıyorsam Harlem Rönesansı’nın şairi azamı diyebileceğim Langston Hughes’ın şiirleri bir zamanlar çevrilmişti.

Ancak Toni Morrison’un Afrika ile bağı çok net biçimde görülebilir. Hatta Morrison “animist gerçekçi” bir yazardır, zaten kendisi de bir keresinde romanlarını “büyülü gerçekçilik” diye ne idüğü belirsiz bir şemsiyenin altında anılmasına karşı çıkar.  Yine aynı kuşaktan muhteşem bir romancı vardır Ishmael Reed diye. Reed’in Mumbo Jumbo romanı postmodern bir dünya klasiğidir, hatta Harold Bloom’un Batı Kanonu’nda da yer alır, yanılmıyorsam Thomas Pynchon da bir romanında Mumbo Jumbo’ya açık bir göndermede bulunur. Reed’in de Afrika kökenlerine bağı çok güçlüdür, bu romanında yoğun biçimde işlenir.

 

Sömürgecilik dolayısıyla İngilizce, Portekizce, Fransızca kıtada uzun yıllardır resmi dil olarak da yer alıyor. Afrika edebiyatının bu kanonik dillerle ilişkisi nedir? Ya da başka dillerle diyelim…

Yukarıda bahsettiğim gibi, bugün Afrika edebiyatı hem yerel dillerde hem de Avrupa dillerinde var. Afrika geçmişi itibariyle sömürgeci dilleri benimsemiştir, o dillerde eserler vermiştir, vermeye de devam etmektedir.

Güney Afrika uzun yıllar ırkçılıkla yönetilen en büyük beyaz Afrika ülkesiydi. Nelson Mandela gibi direniş figürleriyle kanlı bir mücadele de verildi. Siz uzun süredir oradasınız. Neler değişti?

Güney Afrika Cumhuriyeti, Apartheid döneminde yaşanan trajedilerle, şiddetle mücadele sonunda özgürlüğü, bağımsızlığı elde etti. Çok şey değişti elbette, ırksal ayrımlar artık belirleyici değil, anayasal olarak demokratik bir ülke. Ancak sistemin değişmesi insanların önyargılarının değiştiğini göstermez. Siyahlık, melezlik ve beyaz kategorileri vardı mesela. Siyahların çok şehir merkezinde olmadığı bir sömürge ayrıştırılması vardı. Yokluk, yoksulluk ve işsizlik nüfus itibariyle çoğunluğu oluşturdukları için siyahları çok etkiliyor. Bugün Mandela’nın hatırası hâlâ yaşıyor, dünyada eşi benzeri görülmeyen bir liderdi, ve liderliği de tüm dünyaya göstermişti. İnsan yaşamının en önemli parçası ifade özgürlüğüdür, Güney Afrika bu konuda dünyada öncülerden birisidir, diye düşünüyorum.

 

 

Ahmet Sait Akçay

İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde lisans ve YTÜ Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladıktan sonra Cape Town Üniversitesi Afrika Çalışmaları Bölümü’nde MPhil derecesi aldı. Hâlen aynı bölümde doktora çalışmalarına devam eden Akçay, Afrika modernist şiirinin öncü şairlerinden Christopher Okigbo ve Dambudzo Marechera üzerine çalıştı. Anadolu Ajansı’nda İngilizce servisinde muhabirlik ve çevirmenlik yaptı. 1990’lardan beri yazı hayatının içinde yer alan Akçay’ın düzyazı çalışmaları Kitap-lık, Par- şömen, Hürriyet Gösteri, Virgül, Varlık, BirGün Kitap, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap, Hece, Özgür Edebiyat, Eylül Öykü, Kritik gibi pek çok dergide göründü. Akçay’ın Siyabesta, Hayy, Mukavemet, Cape Town Öyküleri adlı öykü kitapları, Okumanın Farkı: Orhan Pamuk ve Bellekteki Huriler: İslamcı Popülist Kültüre Eleştirel Yaklaşım ve Modern Afrika Edebiyatı adında eleştiri çalışmaları mevcuttur. Hece Dergisi Afrika Özel Sayısının editörlüğü yaptı.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl