Ana Sayfa Litera BİR, BUÇUK BAHAR (ÖYKÜ)

BİR, BUÇUK BAHAR (ÖYKÜ)

BİR, BUÇUK BAHAR (ÖYKÜ)

Dün akşam iş yerinden arkadaşlarla iki kadeh içip beş günlük ofis yorgunluğunu birazcık olsun omuzlarımdan atacaktım ama öyle olmadı. Birkaç saat boyunca birim şefinden, müdürden, verilecek zam oranından, torpilli mühendisten konuşup kafa şişirdik. Gittiğimiz barın duvarları şimdinin modası tanınmış şairlerin, şiirlerin, yazarların, özlü sözlerin, dönemin devrimci önderlerinin fotoğraflarıyla kaplıydı. Bir ara arkadaşlardan biri duvardaki fotoğraflardan birine bakıp, “Vay be insanlar inandıkları, sevdikleri şeyler için ölüme gitmişler,” dedi. Kafamı kaldırdığımda fotoğraftaki gençle göz göze geldim. Başındaki yana kaymış kasketi, üzerindeki kırçıllı ceketi, boğazına kadar iliklenmiş gömleği, yüzünde tam gülecekken ciddileşmeye çalışan ifadesi, gençliği ve yorgunluğu; arka planda belli belirsiz salınan bir perde. Kısacası tarihin bir kesiti ışıkla gölgenin içinde bir araya gelmiş gibiydi. Arkadaş bir tartışma başlatmak için söylememişti o cümleyi; belki de söylediğinin duyulur şekilde olduğunun farkında bile değildi. Ama devamındaki konuşmalar kısmen de olsa hâlâ kulağımda yankılanıyor. İnsan ancak kendi düşüncesinin doğruluğunu kanıtlamak için böyle bir işe kalkışır, ölüme gidermiş. Zaten böyle davranan insanlarda görülmeyen ama tahmin edilemeyecek büyüklükte bir kibir olurmuş. Her zaman merkezde olmak isterlermiş. Pergelin saplandığı sivri ucu kendileri, pergelin diğer ucunun çizdiği halkaları da etrafındakiler oluştursun isterlermiş. Hem zaten bir başkasını sevmemize neden olan şeyler de özünde kendi düşüncelerimizmiş. Tartışmanın gereksizliğini anlasam da yuvarladığım kadehlerden sonra masadaki anafora ben de kapıldım. Dilin dönmediği kelimelerle birbirini kesen cümleler arasında gidip geldik. Muhabbetin sonu ne oldu, kim haklı çıktı hatırlamıyorum. Hatırladığım şey eve dönerken taksiciye, “İnsan ne için ölümü göze alabilir?” diye sormam ve adamın benim sarhoş halimi gülerek geçiştirmesi.

 

Başımın altındaki yastığın hizasından odanın duvarlarına vuran güneş ışınlarına bakarken ritmik olarak devam eden ensemdeki zonklama taksideki rezilliğimi unutturmuyor. Ne vardı o kadar içecek. Hep aynı terane hep aynı pişmanlık… Yine de şu güzelim hafta sonunu heder etmek istemiyorum. Bir kuvvet ayaklanıp pencereyi açtım. Biraz hava girdi odaya, biraz kuş cıvıltısı. İlkbaharın tazeliğini içime çekip iyice gerindim, kütür kütür ses geldi her yanımdan. Kirden rengi değişmiş halının üzerine bir çarşaf attım. Şimdilik on tane şınav çeksem yeter mi, yeterdi. İçimden başladım saymaya. Altıncıda yanaklarım titredi, yedide soluğum azaldı, zorlamayıp yedi buçukta bıraktım.

 

Duş alıp kahvaltı yaptıktan sonra sokağa attım kendimi. Kahvenin önüne geldiğimde üç ihtiyar ayrı masalara oturmuş, muhtemelen demliğin ilk çaylarını içiyor; kahveci Mehmet’in oğlu Hasan ıslık çalarak dünden kalma izmaritleri süpürüyor. Babası öldükten sonra işi o devraldı. İlk icraatı da babasının bir fotoğrafını çerçeveletip kahveye asmak oldu. Hasan’ın övüneceği kadar büyük bir çerçeve “Elliye seksen”. Gazetelere göz atmak için içeri girdiğimde Kahveci Mehmet tam karşımdaki duvarda duruyor. Elindeki çay tepsisi, yakası açık beyaz gömleği, omzuna astığı küçük bir havlu arka tarafta oyun oynayan müdavimler, masaların birinde uyuklayan bir adam… O anı anımsatan her şey bu fotoğrafta görsel olarak mevcut gibi. Söz gelimi Hasan o fotoğrafa bakınca taşan cezvenin ardından ensesine yediği şaplak geliyordur aklına; ben bakınca babamın yanında içtiğim sarı gazozun tadı düşüyor dilimin ucuna; yan masadaki ihtiyar bakınca, cuma namazında selama durulurken Kahveci Mehmet’in ona dönüp, “Altılı siyahı atsaydın oyun bende kalmazdı,” deyişi.

 

Nedense bu fotoğrafa bakınca Kahveci Mehmet’in ölmediğini düşünüyorum. Sanki civarımızda bulunan, dokunduğumuz ya da imgemizde beliren her şey biraz biz oluyor, bize benziyor. Yaşananlar bizde yaşanıyor ve belki bu yüzden sonu gelen biz istemeden sonlanmıyor. Hiç tanımasak da yan yana gelmemiş olsak da devrimci gencin fotoğrafına baktığımızda öyküsü anlatılan o zamanlara gidebilmemiz belki bu yüzdendir. Merak ettiğim şey fotoğraf makinesi icat edilmeden önce fotoğrafın yarattığı bu duyguyu oluşturan şeyin ne olduğuydu. Bu icada kadar insanlık bu duygudan bu histen mahrum mu kalmıştı ya da bu hissi yaşamak adına mı resimler, heykeller, gravürler yapmışlardı? Belki de unutmamak için belleklerini güçlendirdiler; zihnin o zifiri karanlık odalarında iyi ya da kötü anılarının negatiflerini banyo ettirdiler. Zihin yoluyla yeniden ve yeniden yaratmak zorunda kaldıkları için de en hakiki fotoğrafları çektiler. Neyse işte, belki de bizim uyanık Hasan bunları düşünmeyip müdavimleri karşı kahveye kaptırmamak için hususi asmıştır bu çerçeveyi. İzmaritleri süpürdükten sonra, bir çay istedim. Çayı getirirken bana bakıp, “Abi acayip adamsın ha! İnsan ya tek şekerli ya iki şekerli; hadi bilemedin şu moruklar gibi üç şekerli içer. Bir buçuk şeker nedir ya hu?dedi. İhtiyarlar biraz olsun neşelenince aynı gırgırı devam ettirdik.

 

Çay bitince kahveden kalkıp parka doğru yürüdüm. Parktaki mimozalar zor bir kış geçirmiş, birçok dalı ölmüş. Bir banka oturup etrafı izledim. Kâğıt toplayan bir çocuk salıncağın yanında mola vermiş sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Simitçi, sevimsiz sesiyle ortalığı inletiyor. Karşımdaki bankta bir çift oturuyor. Külahtaki çekirdeği birlikte çitliyorlar. Kadın arada bir kaydıraktaki çocuğuna el sallıyor. Tatlı bir yel esiyor. Adam sağ elini kadının boynuna atıyor; kadın, bir serçe gibi adamın omzuna yaslanıyor. Ne konuştuklarını merak ediyorum. Gelecek hayallerinden mi bahsediyorlar? Bir evleri olsun da yeter mi diyorlar? Belki de nasıl birbirlerini bulduklarını; ilk el ele tutuşmalarını, ilk öpüşmelerini yâd ediyorlardır.

 

Çiftin ne konuştuğuna kafa yorarken kaydıraktaki çocuk yere düştü. Yerden kalkınca dizindeki küçük sıyrığı görüp ağlamaya başladı. Banktaki çift çocuğun ağlamasını duyunca telaş içinde fırladı. Külahtaki çekirdekler yere döküldü. Kadın, önce çocuğun dizindeki sıyrık yeri öptü, sonra kucaklayıp yanağından öptü, sımsıkı sarıp bir daha öptü. Adam, çocuğu havaya atıp tutunca üçü birden gülmeye başladı.

 

Parktaki herkes, balonlar, yapraklar hatta çimenler bile hareketli de bir fotoğraf gibi sadece bu an donuyor gözlerimde. Başımın ağrısı azalıyor, dünkü tartışmanın yankısı kulağımdan uçup gidiyor, rahatlıyorum. Bu anı unutmak istemiyorum. Tümü olmasa da bari buçuğu kalsın aklımda diyerek onları zihnimdeki bir çerçeveye alıp oradaki en büyük ağaca asıyorum.

 

Mahallenin ihtiyarları, karşımdaki minik ailenin gülüşü; Kahveci Mehmet’in ve bir bahar ayında öldürülen devrimci önderin fotoğrafının yarattığı duygu, kısacası izlediklerimin, baktıklarımın hava aracılığıyla gözlerimden içeri girişi bilinçli olarak bir sonuç çıkarma eylemine yol açıyor. Dünkü tartışmada, insan bir tek kendini sever demişlerdi. Evet, sanırım bir bakıma öyle. Ama her varlığın, dağın, ağacın, insanın her birinin küçük de olsa bir parçası olduğunu hissedemezsen, onların içine zerrece giremeyip kendi zırhını hiç aralamazsan, yeri geldiğinde ömründen vazgeçemezsen sanırım kendini bile sevemezsin. Zaten başka türlü nasıl olurdu ki?

 

Kanatlarını açarak parka inen kumrular yere dökülen çekirdekleri ürkek bakışlarla didiklemeye başlıyor. Güneş, limon gibi sararmış. Etraf kalabalıklaşıyor. Niyedir bilmiyorum, akşama kadar oturmak istiyorum burada. Şu simitçi de bir bağırmasa.

 

Resim: Max Ernst

 

 

 

 

_____

 

 

NOT

 

ELEŞTİREL KÜLTÜR (EK Dergi) sitesinin edebiyat editörü Erkan Karakiraz’ın seçtiği eserler, sitenin edebiyat bölümü Litera’da yayımlanıyor. Matbu ya da dijital herhangi bir ortamda yayımlanmamış öykü ve şiirlerinizi, literaoykusiir@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl