Ana Sayfa Litera Bir Damat Ferit

Bir Damat Ferit

Bir Damat Ferit

 Birinin gülüşü hoşunuza giderse onun iyi biri olduğundan tereddüt etmeyiniz » der Dostoyevski. « Damat Ferit’in » zamane genç kızlarının kalbini feth eden ve onun iyi biri olduğunu ele veren bir gülüşü vardı.

Makinistin kestiği film parçalarını yazlık sinemanın arka duvarının dibinden toplayan çocuklardık biz.

Birçoğumuz taşra dışındaki dünyayı, sinemada gördü ve onun filmleriyle tanıdı. Sinemaya gitmek bir törendi bizim için. Biletler bir gün önceden alınır, banyo yapılırdı ve babalarımız elimizden tutup o büyülü dünyaya götürürdü.

Akan, kot, tshirt ve kotunun arka cebinde taşıdığı Marlboro sigarasıyla, bastığımız yerin zemin mi yoksa bir karış yukarısı mı olduğunu unuttururdu bize.

Biz, mutlu ve yakışıklı jön kültüyle büyüdük. O jönün, en ufak bir dürtmede metaforlar ve iltifatlar yağdıran, evler ve kadınlar biriktiren ve hayatını hem evleri hem kadınları donatmaya adayan biri olduğu düşüncesiyle büyüdük.

Aktörlerin, evlere ve kadınlara ilaveten, Amerikan arabaları, havuzlu villalar ve beş litrelik wiski şişeleri topladığını düşünerek büyüdük. Bize göre, sinema olağanüstü hikâyelerle büyülenmek için para vermeye can atan bıçkın delikanlıların ve güzel mahalle kızlarının uğrak yeriydi.

Fakat sonradan gördük ki, Akan’ın aktörlüğünün geçtiği kasabanın çocukları çok küçük yaştan itibaren işkence, yetimlik, yoksulluk, kar, soğuk ve hatta intihar kelimesini öğrenerek büyüyorlar.

Ve anladık ki, onun jönlüğü, formüllere bağlı kalmıyor ve ne beyanlara ne de sahte ideolojik soyaçekimlerine güvenmiyor.

Eski Ahit, Tanrı’nın adaletsiz olduğuna dair tanıklıklarla doludur. Mukaddes Kitabın daha dördüncü bölümünde, bir adam kardeşini öldürdü. Antik Yunanlılar da dahil olmak üzere tanrılar, bu topraklarda da hep kana susadılar.

Akan, oyunculuğuyla, kana susamış Mezopotamya tanrılarınının kötücül niyetlerini deşifre etmeye çalıştı.

Rivayet odur ki, Narkissos, suda kendini gördüğü için hayatını kaybetti. Oysa Narkissos’un uzun ömürlü olması için kendisini asla görmemesi gerekiyordu. Akan, oyunculuğu ve aydın tutumuyla toplumsal sorunlara ayna tutarak, bir şekilde Narkisos mitosunu ters yüzü edip halkın kalbinde ölümsüzlüğe ulaşmıştır.

« Canım Kardeşim » (1973) filmindeki bu replik, içimize, ilk isyan kıvılcımını çakmış olabilir:

« Çağır beyim. Polis çağır, jandarmaya haber ver, hapse tıksınlar. Dilersen garsonlarına dövdür beni. Kanını satarak kardeşine bir yemek ısmarladı diye istersen astır beni. Hadi! Ne duruyorsun, çağırsana polisi… »

Diğer filmlerindeki replikleri de, iyi niyetli çocukların kalplerine mücevher taşlarla yazıldı.

Tarık Akan’ın oyunculuk yeteneği, bir dönem yakışıklılığının altında gölgelenmişti. 

Ancak, ilerleyen oyunculuk serüveninde, sonraları « derdi ve kavgası olan » filmlerde yer almaya başladı.

O, gamsız romantik komedilerin yakışıklı yıldızıyken de, ciddi filmlerin görmüş geçirmiş bıyıklı işçisi, köylüsü, devrimcisi olduktan sonra da hepimizin « sınıf » arkadaşıydı. Sınıf kelimesi burada okul arkadaşı olarak değil, sınıf bilinci taşıyan sanatçı anlamında kullanılmıştır.

Dünyaya geliş nedenimiz, « karanlık cennetimizden » çıkarak, kendimizin farkındalığına varabilmek için dünyasal serüvene katılmamak ise, Akan bunu çok iyi başardı.

Akan, toplumcu sinema eserler kataloğunun her zaman keşfetmeye çalıştığı bir gizemdi.

Maden, Kanal, Sürü, Yol, Ses, Pehlivan, Su da Yanar, Berdel ve Karartma Geceleri gibi toplumcu iletiler taşıyan filmlerle, özünü bulma savaşımına kaçınılmaz olarak öncülük etti.

İnsanın elinde yüz varken sesi düşünmüyor, elinde ses varken ondan bir kişi yaratıyor ve bir yüz arıyor. Akan « Ses »te insanın sesleri, yüzleri hatırladığından daha iyi hatırladığını anımsattı.

Ses’te işkencecisinin izini, sesten bir yüz yaratarak sürdü ve sonunda buradan bir hesaplaşma durumu yarattı.

Güney’in Brecht’ten yola çıkarak uyguladığı uzaklaşma estetiği « Yol « filminde ete kemiğe büründü.

Güney, Yol’da, Aristoteles’in kurallarına dayanan çizgiselliği ve olay örgüsü birliğini de reddetti. O, melodramatiğin sinemasal araçları aracılığıyla feodal üst yapı ile hesaplaşmayı başaran bir yönetmendi.

Güney’in sineması anlatıdan çok betimleyiciydi ve sözcükleri aktaran görüntülerin içsel gücüne dayanıyordu.

Akan’ın oyunculuk performansı, bu özel sözcüklerin ve görüntülerin içsel gücüne derinlik kattı.

Anlatının anlamını yoğunlaştıran ve izleyicinin boğazına yumru gibi oturan şey, onun eşsiz oyunculuğu aracılığıyla ulaştırdığı iletiydi. Kısacası, Akan, oyunculuğuyla Yol ve Sürü eserlerinin Marksist estetiğine eşsiz katkılarda bulunmuştur.

Tarık Akan, « Yol »da, her taşı, her koca gökyüzü dilimini hatırlayan ve izleyiciye hatırlatan bir aktör performansı gösterdi.

Yol filmi bize, hayatın görece kısa bir yol olduğunu, dünyanın yollarla örüldüğünü, rayların bittiği yerde limanların başladığını, gemilerin bir zaman çizelgesine göre kalktığını, dünyadaki her şeyin bir yollar ve limanlar ağı olduğunu anımsattı.

Yollarla örülü bu dünyanın, bir yerden bir yere giden, sürekli göç halinde, bir şeyleri yapan ve yıkan insanlarla dolu olduğunu da…

Yol filmi, bir kere yola çıkanın, bir daha asla varamayacağını, bir yere varmanın ise yanlış yere varmak anlamına geldiğini, bu yüzden, asıl önemli olanın, varmanın değil de, Yol’un kendisinin olduğunu anımsatır.

Akan bir hakikilik kahramanı olarak halkın kalbinde yer etti. Toplum onu, « Ölümsüzler Kulübü »ne kabul etti. Ancak, ölümsüzler de artık günümüzde posthum olarak itibarlarını zedeleme riskini göze alıyorlar.

Tarık Akan’ın etrafında oluşan sevgi halesi, nerdeyse putlaştırma kertesine ulaştı. Ancak, o, bu popularitesini paraya çevirmeyi hiçbir zaman aklından bile geçirmedi.

Sanat ve siyasetin komaya girdiği 12 Eylül dönemlerinde, reklam ya da sulu sepken salon filmlerinde oynamak yerine taksicilik yapmayı tercih etti.

İdeolojisi ne olursa olsun iktidara ve güce karşı mesafeli duruşu onun aydınlığını teyit eden önemli bir ölçüttü. Diğer acı çekenlerle duygudaşlık göstermek, en biricik erdemlerindendir.

Tarık Akan bir sessizlik ve geri çekiliş dönemi de yaşadı. Topluma ve insanlara aldığı mesafe, naif ruhundan ve hayal kırıklığından kaynaklandı.

Zira hayatının bir bölümünü sorgulamalar ve işkenceler altında geçirdi.

Gezi kalkışmasına kadar, münzeviliği ve üzüntüsü, hülyaların yalnız dünyasında yaşayan bir oğlan çocuğunun kösnül, pervasız melankolisini andırıyordu.

Bu inziva döneminde, hastalıkla, hayal kırıklıklarıyla falan boğuştu, ancak duyarlı insanlar, içine hapsettiği düşüncelerin direngen kıvrımlarını gayet açıkça gördüler.

27 Mayıs ve 28 Şubat hakkındaki beyanları nedeniyle İslamcı mahallede hiç sevilmedi.

Toplumcu duyarlılığı olan filmleri nedeniyle de zaten « sağın amigoları » ve müesses nizam tarafından mimlenmişti.

Laik vatan ülküsüne, vücudunda bundan etkilenmeyen tek bir hücre bırakmayacak kadar, saplantılı derecede bağlıydı.

Böyle insanların vefatlarının, yaşları kaç olursa olsun, vakitsiz kabul edildiği bir toplumda yaşıyoruz. En azından ben buna inanmak istiyorum.

Toplum, nostaljik geri dönüşlerle Tarık Akan figürüne ölümünden sonra da saygı göstermeye devam ededursun, bir yandan da habis bir kıskançlıkla onu yerden yere vurmaya devam ediyor.

Çünkü, «meyve veren ağaçların taşlandığı», ama aynı zamanda nostaljiyi ve post-mortem mitleştirmeyi de seven bir « Şark Toplumu » bu.

Liberaller ve küçük burjuva aydınları konfor alanlarından ahkam kesedursun, Tarık Akan, aslanlar gibi, haklarının peşinden koşan Tekel işçileriyle birlikteydi.

Ülke, Sağ’ın yarım asırlık mirasının enkazı altında ahlaki, sosyal ve ekonomik bir çöküşe doğru serbest düşüşle yuvarlanırken, Solun figürlerine itibar suikastleri düzenleyen siyasal İslamcılar bakalım bu son virajı nasıl alacak.

Onun sineması devrimci bir ateş tarafından ele geçirildi. Ruhu, onu, söylenebileceklerin sınırlarına ve ötesine götüren toplumcu bir sinema vizyonuyla ve ütopyanın kesinliği ile alevlendi. Onun sinemasının tanrısı, olmayan bir yüksek gücün metafizik soyutlaması değil, toplumcu sinemanın yaşayan Tanrısıydı.

Akan’ın filmlerinde beni duygusal şoklara karşı uyarmak için, her bölümün açılış jeneriğinde bana ne beklemem gerektiğini söyleyen bir tür dur işareti görürüm. O dur işaretinin altında, işkence, kadın katliamı, veya sömürü yazar ve hassas beyinlere makineyi kapatma ve kendilerini pastoral bir edebiyat dergisine adamayı tercih etme fırsatı verir.

Önemli olan tek şey vedalardır bu dünyada. Sanki bu belirleyici gidiş olayı sürekli tekrarlanmak zorundaymış gibi, geri çağrılarak etkisiz hale getirilmek zorundaymış gibi. Bir kez ayrılan herkes, kaybını da beraberinde taşıyor. Burada kayıp, hayaliyle, geriye bıraktığı acı ve özlemle sürekli nabzı atan biridir.

Tarık Akan tertemiz akan bir su gibi gelip geçti hayatımızdan. Akan, « kafasında bit » ve ütopyası olan çocuklara, kalbi kadar temiz bir sayfa ayırıp gitti.

Onun ölümüyle birlikte çocukluğumuzdan bir parça daha kopup zaman nehrinin yüksek debisinde kayboldu.

Oysa hiçbirimiz ona veda etmeye hazır değildik. Çünkü, ülke daha yeneceği kötü adamlarla doluydu.

Şimdi kalbimiz kırıksa, biraz da, kötülükle hesaplaşmanın onsuz yarım kalacağına dair duyduğumuz şüphe yüzündendir.

O söyleyeceği her şeyi filmlerinde söyledi. Geri kalanı, hayatı, uzun bir dipnottur, Ertelenmiş bir yolculuğa ve göçe eşlik eden uzun bir nottan fazlası hiç değildir.

Cenazesine katıldıktan sonra tuhaf bir şakayı tekrarlar gibi, kısık sesle, « Kahraman öldü, ama « yol » güzeldi » diyorum kendi kendime.

Geriye bıraktığı mirasın, zaman sınavını başı dik geçeceğinden eminim. 

Ülkede beyin kırımı ve insan çölleşmesi tüm hızıyla devam ederken, Akan’ın ölümü bir cevher ve öz kaybı anlamına geliyor.

Aslında, terk etmek için bile olsa, bir ülke gerek bize, ama daha çok « yuvana hoşgeldin » demek için bekleyen bir yurt.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl