Ana Sayfa Litera EDEBİYATTA ÖVGÜ VE YERGİNİN SINIRI

EDEBİYATTA ÖVGÜ VE YERGİNİN SINIRI

EDEBİYATTA ÖVGÜ VE YERGİNİN SINIRI

Eleştiri dünyamız, okuma alışkanlıklarımız ve okur olarak sanatçıya-esere dönük yaklaşımımız, bugün dahi, geçmişten devraldığı fanatikçe tarafgir olma, son derece öznel bir yan tutma ya da karşıtını bütünüyle yok sayma fiilinin çok ötesine geçmiş görünmüyor. Eleştiri ve okuma edimlerimizin ‘nesne’sine yorumsal yaklaşımlarda bulunurken bu denli ölçüsüzlüğünün sınırlandırması gerektiği aşikârdır. Gülünç yergiler ve nesnesinden uzak kişisel, hamasi övgüler estetik ve ahlaki değerlerin oluşumuna engel olduğu gibi, karşılaştırma ölçütlerini de keyfi ve bulanık bir alana taşıyor. Böyle olunca karşılaştırmaların çok azının içeriğini tamamen sanatsal yaklaşımlar dolduruyor. Çoğunlukla ideolojik, politik, ahlaki ve kişisel saiklerle hareket ediliyor. Yan tutmalarımız da karşı duruşlarımız da kişiselliğin sınırları dışına pek taşmıyor. Bu mecrada karşıtını adeta, kutsal değerleri yerle bir eden çok tehlikeli bir özneyi toplumdan ihraç işlevine tabi tutarcasına dışlayan tecrübelere sık rastlandığı gibi; yan durduğunu da bir çeşit ölümsüzlük halesi içinde taşımaya dönük deneyimler de az değildir. Gündelik hayata dair ideolojik, politik, yaşantısal tercihlerin; estetik bir giysi içinde dile nüfuz ettiği, müphem bir alana açılan fiillerdir söz konusu olan.

Edebiyat devletinde birini aşırı yüceltmekle onu değerden düşürmenin diline çok dikkat etmek gerek zira her ikisi de ileride en hafif deyimiyle bir mahcubiyete dönüşebilecek olasılıklar içerir. Yapıttan ve bazen yaratıcısından yola çıkarak onlar üzerine ikincil metinler, yorum ve düşünceler üretmek, meselenin kendisiyle ilgisi olmayan ve öngörülemeyen yansımaların önünü açmaktadır. Bu nedenle eleştiri ve yorumları nesnesinden tamamen bağımsız pervasız bir soyutlamadan menkul kılmamak gerekir. Bu mecrada, söz konusu sanatçıyı/eserleri objektif kriterler sunmadan yargılayan, darağacına çıkaran, eğer hayatta değilse mevtanın üstünde tepinen infazcı, histerik tepkilerin de; sınırlı bir grubun, sanatçının hünerlerine ölçüsüz ve fanatikçe övgüler düzmesinin de örneklerine bolca rastlanır. Bu noktada, dilin karşıt alanlara açılan ölçüsüzlüğünün bir şekilde dizginlenmesi, kantara gelmesinden bahsedildiğinin bilinmesi gerekir. Sanatçının/eserin değeri üzerinden yapılabilecek bir tartışma da bir yerde izana uyan ifadelerle yapılmalıdır. Zira yapıtın/sanatçının değeri hangi doğrulama aracına tabi kılınabilsin ki düşündüklerimiz hakkında yanılmamış olalım?

Klasik kuram ve kuramcıların ilan ettikleri dahi nihayetinde öznel ölçüler ve tercihler olmayacak mıdır? Bu nedenle övgü ve yergide aşırılıklara kaçılmadan eleştirinin/ okumanın belirli bir ‘nesne’ (sanatçı/eser) ile sınırlı olduğu unutulmamalıdır. Fakat Roland Barthes “ Eleştiri ve Hakikat” esirinde aşırı beğeni ve yergilerin özenle kaçtığı şey de ‘nesne’dir, mealinde bir söz ederek bizi bu konuda dikkatli olmamız için uyarır. Burada çarpıcı olan noktanın, eleştirinin kodlanmış dilinin nesneye olan uzaklığı olduğunu söylerken de aşırıya kaçmış beğeni ve yerginin nesnesinden bağımsızlaşarak ondan uzaklaşarak ona ait olmayan başka duygu ve durumları ifşa ettiğini imler. Diğer taraftan edebi nesnenin tümüyle kavranmasının mümkün olmadığını da belirtmekte yarar var. Nesnenin kendisinin tartışmasız bir nesnel konum elde edemediği bir noktada ona dair üretilenlerin sayısız varsayımdan öte bir şey olmadığı kabul edilmelidir. Bu bizde, bizi genelleyici ve kesin hükümlerden uzak tutacak özdenetimi işlevsel kılar. Ancak ne yazık ki eleştiri ve okuma kültürümüzde sanatçının/eserin yanında ve karşısında konumlanmanın ölçütlerinin daha çok sanata ait olmayan başka yaşam alanlarıyla ilgisi olduğu bilinir. Bu noktada sanatçı ve eser de beğeni ve yergi üzerinden gizli veya açık başka amaçlar için araçsallaştırılır.

Diğer taraftan bir eseri eleştirirken veya yorumlarken bunlara dair son hükmün sahibinin yazarın kendisi olacağı, bizzat ürettiği eserin anlamını kendisinin üstlenebileceği ya da bu alandaki tanımlamaların meşruiyetini tam olarak onun taşıyacağı düşünülür. Bu nedenle yazar henüz hayattayken söylenemeyen pek çok şey o öldükten sonraya saklanır. Zira yazara dair olana ikame edilecek şeyler için daha özgür bir alan ve çokça imkân var kabul edilir. Sağlığında söylenebilecek şeylerin, birinin yüzüne karşı söylenebilecek olanın zorluğu ya da öznelliği yönünden zayıf, eksik olacağı düşüncesinden dolayı ertelendiği düşünülür ve daha nesnel bir değerlendirme için yazarın ölmesi beklenir. Oysa yazar öldüğünde kendisi de eseri de artık gerçeklik alanından mitsel olanın alanına kayar. Barthes bu duruma: “Ölüm yazarın imzasını gerçekdışı hale getirir.” der.

Eleştiride aşırı övgü de yergi de bütün değeri okumalara yükleyen, eserin/sanatçının asıl değerini ıskalayan sloganvari söylem alanına açılır. Rita Felski “Edebiyat Ne İşe Yarar?” adlı eserinde, ‘okumanın karmaşık bir ön kabuller, beklentiler ve bilinç dışı peşin hükümler örgüsüne dayandığını’ söyler. Bunun için de okumanın etkilerinden kaçınmak bütünüyle mümkün olmasa da bu belli ölçülerde bunu dengelemeye çalışmak gerekir. Artık hayatta olmayan bir sanatçının sanatına ve kendisine dönük yaklaşımların, okur ve eleştirmen açısından kendilerini doğrulamak, hayata dair hükümlerini öne çıkarmak, kanı ve bağlılıklarını teyit etmek için bir araca dönüşmemesi de adalet ve hakikat duygusu gelişmiş olanların dikkat etmesi gereken bir husustur.

Övgü ve yerginin okumaya ve anlamlandırmaya işlevsel bir alan açtığı da savlanabilir ancak bu edimin, çoğu örnekte tam da bunun karşıtını üreten bir işlevselliğe dönüştüğüne de şahit olunur. Barthes, beğeni aslında söze getirilmiş bir yasaklamadır, derken yersiz ve aşırı övgü ve yerginin eser ve sanatçı üzerine konuşmayı, düşünmeyi kapattığı bir alana işaret eder. Çünkü bazen eser ve sanatçı ile ilgili sıralanan tanımların tam tersini gösterdiğini ya da gerçeği mühim oranda tahrip ettiğini de zaman içinde görebiliriz. Bir yüceltmeye veya aşağılamaya tabi tutulmuş bir sanatçının tam olarak neyi başardığını/başaramadığını öğrenemeyiz. Zira belirlemeler kesin, radikal ve sert hükümler halinde yüksek bir sesle ilan edilmektedir. Oysa belki de sanatçı, kendi öz-n-el durumu ve hakikati üzerine fazlaca kapanmış, kendi kurgusunu aşamayan bir dil kurmuş ve bu yolla dar bir okur gurubuyla özel ve sınırlı bir ilişki kurmuş olabilir. Gündelik ve yüzeysel olanın öfkesine-sevincine, arzusuna, cinsel hazzına, serbestliğine ve bunlar arasındaki yüzeysel bağın diline takılmış olabilir ki bu dil aynı okurun duygularını da denk düşebilir.

Gündelik gerçekliği kendi trajik yazgısının epik bir görünümüne, kendi gerçekliğine uygun üretilmiş maskelere, kostümlere büründürerek sunabilir. Evrensellik veya daha geniş ve kapsayıcı bir toplumsallık yerine kendi anının ruhunu, jargona dönük dilinin sınırlı olanaklarıyla teşhire yönelebilir. Gösterişçi, şamatacı bir yalnızlık, sıkıntı ve ayrıksılığın yarattığı dumanlı bir atmosferin içinde kaybolan metinlerin yaratıcısı olabilir. Ki bütün bunlar, sınırlı fakat imanı kuvvetli dar bir grubun coşkun beğenisine hitap da edebilir ancak buradan sanatçının ve eserin gerçeğine/hakikatine ulaşmak bir hayli zor olur. Sıralanan bu durumlar okuyucu ve sanatçı arasında kişisel bir ilişki başlatır ve bu ilişki de sanatın sınırları içinde değerlendirilemez, değer bulmaz ve kalıcı bir etki yaratmaz. Bu tür eleştiri ve yorum kültürünün özgür ve yaratıcı bir okumaya izin vermediği, övgünün ve yerginin yerli yerince ve dozunda kullanılmadığı bir zeminde birini sevmekle ondan nefret etmek eşitlenir ve ikisi birden hakikatle ilişkisini kaybederek değersizleşir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl