Ana Sayfa Litera E(K)-MEKTUP

E(K)-MEKTUP

E(K)-MEKTUP

yeni bir yaşam formu kalmamıştır; yenisi de hızla yoldadır.

Bir takıntı mıdır (!) bilinmez, insanlar bana sürekli ‘e-posta’ ifadesiyle geldikçe, onlara karşı, ‘elektronik posta’ ifadesini kullanıyorum. Tabii, ben bir sözcüğü tam haliyle yazana kadar, karşıdaki kişiler (editörler, akademisyenler, yazarlar ve diğer sanatçılar da dahil) ‘tmm, mail, eposta, eps’ vb. ifadelerle olayı kapatıveriyorlar. Sıklıkla, kendimi hızın karşısında çaresiz hissettiğim oluyor. Yine de, yaşımın getirdiği bir köprü vasfıyla, geçmişe saplanmaksızın şimdide sıçrayarak ileri adım atmaya çalışıyorum. Ama, büyük boşluk peşimden geliyor.

Bu anlamda, Nurdan Gürbilek’in bir ifadesindeki tespitin de etkisiyle bu metni oluşturmaya karar verdiğimi eklemek istiyorum. Kendisi benim de fazlasıyla katıldığım bir noktaya dikkat çekmiş. İncelemenin kuru, kavramlarla dolu, katı içeriğinden öte onun denemeyle arasındaki sınırının net olmaması gerektiğine vurgu yapmış. Kesinlikle doğru… Çünkü, entelektüel havzanın kitabî, rasyonel, doğrusal bir düzlemde gelişmeyeceğini, aslen o incelemelerin ilgili çalışmaların ruhlarını katlettiğini fark ediyorum. Etrafta bilgi kusmaklıkları bağlamında, sürekli veriler dolaşıyor. İnsanların delirmiş halde, alt yapılarını hesap etmeksizin yazdıkları veya paylaştıkları birçok şey derin bir anlam havzası yaratamıyor. Yahut, çoğunluk, eyleme tam geçememenin verdiği aşırı sıkıntıyla, kimi bilgileri içinden atıp ortaya bırakıyor. Bir çeşit gerilme-boşalma yöntemi… İnanılmaz bedbaht bir yalnızlık… Bilginin nasıl, ne şekilde kullanıldığı aslen uyuşturucu etkisi yaratıyor. Zihnin sağlam bir temele dayanmaksızın, etrafa tutunma çabalarıyla, balondan bir boşaltımla işlemesi de kötü… Etrafta ağırlıkla böyle etkileşim ağları salınıyor. Herkesin ne dediği okunuyor; lakin, kimin ne dediği net anlaşılamıyor. Derinde tam bir dünya görüşü, entelektüel etkisel bir ivme yok, çünkü!

Afişler, kitap kapakları, atları çizilmiş cümleler, aşırı yorumlar, sürekli sürekli bir dökülme, saçılma… Birçoğu aklınızda kalmıyor. Çoğunun bağlamı da birbirinden hayli uzak… Çokseslilik berbat çirkinler korosuna dönüştü. Moda gibi üremeler… Yorulduk. Oysa, kişiler biraz kimliklerinden, mesleklerinden, rol aldıkları katı kaplardan, baskılayamadıkları acılarından, yersiz kızgınlıklarından, hesaplı kitaplı yaklaştıkları güç ilişkileri bağlamındaki devamlılıklarından biraz sıyrılsalar… Orada denemeyle beraber açımlanan tespit öbekleri hasıl olacak diye düşünüyorum. Asıl bu bizleri zenginleştirecek.

Akıcı metin çağımızın en çok ihtiyaç duyduğu alan… Ne yoğun-yağlı derecede batı taklidine, saçma-eksik bir evrenselliğe; ne gerilmiş ulus devlet, doğu, Ortadoğu vd. batağına saplanmış… Bambaşka bir aralık isteniyor. Tüm asaletiyle… Kendi-fikirlilik; ama ezbere, alışılagelmiş şekilde değil. Çevreyle genleşmiyor; ona göre biçim de belirleyip, kurumlanmıyor. Bağlamıyla, samimice, büyüleyeniyle… İri bir çarpıcılığa ihtiyaç duyuluyor.

O yönde, ben de bir çeşit ‘e(k)mektup’ şeklinde dijital ortam için tasarladığım bu metni insanlıkla paylaşmaya niyetlendim. Buna mukabil, ‘Ek Dergi’ sitesinde bulunmasını istediğim için de, başlığını ona göre dizayn ettim. Velhasıl, o en has soruya en has cevaptır da; niye yazarsınız? Kendi okumak istediklerimi üretebilmek için… Yani, ben de bu mektup tasarımlı denemeyi, kendi okumak istediklerimi görmek, düşüncelerimi bir kanalda toparlamak için yazdım. Fakat, beni de aşan ciddi öngörülerin insanlık adına da önemli olacağı kansındayım. Bu öngörülerin bana tecrübelerime dair bir sezgisellikle, bilgiyle harmanlanan bir özle dokunduğunu düşünüyorum. Gerek kişilik yapım, gerek sanat serüvenim, gerek duruşum itibarıyla, üstümden yükselen o hareyi de hakikatle dışavurmam gerektiği hissine kapılıyorum. Sanat zaten kişiyi de aşan, o tarifsiz hakikatle yapılmıyorsa, o cezbe bir yerde büyük bir tutkuyla harmanlanmıyorsa, genellikle aşırı şekilci kaçıyor. Yeri, yurdu, yeni belli oluyor. Özel bir amaca, belli bir çevreye hizmet ediyor. Bilindik kalıplarından, aynı ‘medium’lardan katiyen taşamıyor. Benzeş eserler, benzeş düşünceler etrafı kaplıyor. Vizyonel büyük bir sıçrama hissedemiyorsunuz. Oysa, insanlığa geniş bir ağızdan seslenesiniz geliyor.

Nitekim, bende bu sıçrama için bayağı bir malzeme birikmiş olacak ki, onları sözcüklerle de çarpıştırarak kadim bir sonsuzluktan somutluğa doğru çekmek istedim. Zihnimde dolanıyorlar. En son, kendimi güvenliğinin tam takır işlediği, kapılarının hücre girişlerine benzediği, havuzlu, parklı, yaşam/nefes alanlı lüks bir sitede dolaşırken bulduğumda, bir korku-distopya hikâyesinin göbeğine düştüğümü hissettim. İnsanların bu maddiyat, gösteriş, güven takıntılarının, her an patlayacak gibi görünen gerginliklerinin aslında onları çoktan yürüyen yaratıklar haline getirdiğini fark ettim. Dehşete kapıldım. Siteden hızla ayrılmamla beraber, bir minibüse bindiğimdeyse, içinde kimsenin olmamasının verdiği tedirginlikle de, başka bir boyuta geçtim. Bu sefer de, gürültülerle dolu, gecenin saklı öfkesini gizleyen, acımasız bir ormanda gibi hissettim kendimi. Çarşıda indim. Gelenin geçenin yüzünde abuk görünümlü maskeler, çatık kaşlar, mekanik adımlar… Eve gidene değin sanki ‘Battlestar Galactica’ dizisindeki viper pilotu Starbuck olduğumu düşündüm. Yıkıntılar arasında, ‘cylon’larla mücadeleden aşırı yıpranmış o insan…

Uzun süredir, 3. Dünya Savaşı’na girdiğimizi düşünüyorum. Sanki, hastanelerde cephe savaşı verilircesine hastalar yığınla ölüyorlar. Doktorlar, hemşireler, sağlık görevlileri yığınla ölüyorlar. Gündelik yığınlar yığınla ölüyorlar. Virüs her yere sıvışıyor. Dışarıda gezerken, bir bilimkurgu filmindeki yabanıl tedirginliği yaşıyorsunuz. Ardından, evinize huzurla adımınızı attığınız anda, neredeyse her dakika artçılar oluyor. Bu arada, inşaat sesleri, delik deşik-toz revan İzmir sokakları… O İzmir’de büyük deprem… İzmir tekrar sallandı mı, masa lambam sallandı mı, sandalyem mi yerinden oynadı gibi zihin bulanıklıklarıyla gidip geliyorsunuz.

Bununla birlikte, bilim insanları olası bir İstanbul depreminin, zaten bitik Türkiye ekonomisini de her an çökerteceğini belirtiyorlar. Bilimle ekonomi etkileşimi ortaya seriliyor. Korkunç! Evler kâğıtlara benzer şekilde, birbirlerinin üstlerine yapışacaklar diyorlar. Mevcut korku senaryolarıyla, neyi nasıl düşüneceğinize kanaat getiremiyorsunuz. Bir başka bilim insanı da seneye dünyada ve ülkemizde kuraklık gelişeceğini, yazın yüksek sıcaklıklar olacağını ve barajların yeterince dolmadığını söylüyor. Alın bir de su savaşları, iklim krizleri!

Tüm bu gelişmelerin ışığında, sadece ülkemizde değil, dünyanın hükümdarı sayılan Amerika Birleşik Devletleri’nde de seçim süreçlerinde benzer durumlar görülüyor. Bitik ekonomisiyle, evsizleriyle, alkolikleriyle, etnik köken/kölelik problemleriyle, kadına şiddetiyle, cinnetleriyle, intiharlarıyla, cinayetleriyle, din-siyaset baskılarıyla, çamur şeklini almış amorf tüketim gelenekleriyle bir ülkenin ülkenize tıpa tıp benzediğini görüyorsunuz.

O da yetmiyor, Şili’de insanlar ‘‘din karnımızı doyurmuyor’’ diye akın akın kiliseleri yakıyorlar. Dünyanın her yerinde sokak hareketleri, etrafı ateşe vermeler, işgaller, protestolar, savaşlar sürüyor.

Buna mukabil, zenginleşmeler, sınıf atlamalar, yağcılıklarla belediyelerde-devletlerde kadrolaşmalar… Özel sektörün yapış yapışlığı, hakları gasp edişi… Sanatın etkisizliği, sarsıcılığını yitirişi, cemaat yapılanlamalarına evrilişi… Bilimin ceberrutluğu, sıkışmışlığı, çaresizliği, kimi yerde popüler olanla mecbur işbirliği… DE… Durmaksızın ilerliyor. / Her yerde irili ufaklı depremler, tsunamiler, kasırgalar, sel felaketleri… Sera gazı etkileri…

Siz filmin hangi kısmına geldiğinizi kestiremiyorsunuz bile. Ki, yenisi aradan ivedilikle fırlayıveriyor. İnsanlar umut ederlerken, severlerken, gülerlerken, surat asarlarken de hep hastalıklı bir hal içine giriyorlar. Bunu da seziyorsunuz. En soğukkanlılarında da acayip bir psikopatlığın, arızanın, öfke nöbetinin bulunduğunu da…

Yüzlerde karton bir yaratıklaşma… Aynı cümleler, aynı tavırlar, aynı giyimler, aynı sunumlar, aynı beğeniler… Aynı dar çevre kapasiteleri… Kendini kendine, kendini diğerine benzetme çabaları… Yerini yitirme korkuları, iletişim basiretsizliği ve atılım cesaretsizliği… Artık, insanın yok oluşluğunu, buza benzer şekilde buharlaşmasını alenen gözlemliyorsunuz. Başka bir forma geçiliyor.

Bu arada, çeşitli ortamlarda, çeşitli aplikasyonlarla başlayan tanışmalar, cinsel temaslar, yazışmalar, etkileşimler de insanları başka bir uyuşturulmuşluk batağına sürüklüyor. Ya yapış yapış hislerle üstünüze ‘günaydın’ mesajları bocalayanlarla, sizi sürekli arayanlarla karşılaşıyorsunuz ya da birçok gündemi olup, sizinle arasına mesafe koyan, ama bu mesafenin ayarını da ayarlayamayanlarla. Orta yol bulunamıyor. Konuşmalar-görüşmeler, bazen iyi insanlar arasında bile gelişse, onlara da artık kötü geliyor. Duygular net tanımlanamıyor.

Böylesi sıkışmışlık dünyasında, tıpkı bilimkurgu ve distopya eserlerinde olduğu üzere, uyumlu bir karşı cins/hemcins de aranıyor. Bire bir temas… Herkes âşık olmak, ilgi görmek, birine içine dökmek adına çıldırıyor; lakin, kimse harekete geçemiyor. Harekete geçse, dışsallık baskın… Hayatın gerçekliğiyle; birbirleriyle eşleşecek kişilerin gerçekleri de uyuşmuyor. Ardından, gelsin ‘story’lere bakmaklıklar, gelsin mesajları okumaklıklar ama geri dönmemeklikler. Gelsin fotoğraflar ve fikirler üstünden dikkat çekme numaraları. Gelsin DM mesajları, beğen tuşları, bilinçdışı itkiler, çaresizlikler, hinlikler, stratejiler. Çokeşliliğin verdiği yavanlık, kendini böcek gibi hissetmeler, fakat güçlü görünmeklikler… Alkol, din, sosyallik, siyasi söylem avuntuları… İş ortamı-başarı hikâyesi-aile yemeği paylaşımı benzeri bonbon dizaynlar… Tekeşliliğin verdiği sıkılmalar, şapşallıklar, gerginlikler, aldatmalar, güvensizlikler… Telefonda ayrı, reel dünyada apayrı kimlikler…

Bütün bunları aynı düzlemde kaldırabilecek kapasitesi bulunmuyor ne yazık ki insanın. Bu, çok sancılı bir geçiş! İnsan çürüyor; başka bir yaratıma dönüşüyor. Çoğu insan bildiğimiz anlamda insan da değil artık, yani! Paylaştığı kitap yığını bilgiyle de, yazdığı boş metni dikta etmesiyle de, cahilce her türlü veriyi dolaşıma sokmasıyla da, gerilmesiyle de, üzülmesiyle de, doğaya dönme özlemiyle de, ‘nasılsın?/geçmiş olsun/tebrik ederim/çok üzüldüm’ vb. kitlesel dolaşımlarıyla da… Atatürk’ün ölümüne karalar bağlarken de, Che’yi/Deniz Gezmiş’i özlemle anarken de, Trump’a söverken de, otizm gününü, analar-babalar gününü, öğretmenler gününü vd. kutlarken de… İnsanlarda hep toplu bir hastalık hali hissediyorsunuz. Toplu bir histeri… Bunların üst, alt, orta tabaka halleri… Bu yüzden de, sürekli bir robotik evrene geçiş sürecinde değerlendiriyorsunuz çevrenizdekileri. Ne iletişimler samimi, ne birbirine yetişmesi olanaklı kişilerin; ne de, bir musibete kapılmayanın diğerine kapılmaması mümkün… O beklenen mümkünat kimseye yok. Kayışların kopmak üzere evrildiği, kötücül bir noktaya genişleme görüyorsunuz.

Onay kodlarıyla, müşteri temsilcileriyle, banka aramalarıyla, sanal reklamlarıyla… İçsel, dışsal, internete dair virüsleriyle… Aplikasyonlarıyla… Devlet sorunlarıyla, belediye hımbılıklarıyla, parti çıkmazlarıyla… Eğitim, sağlık, hukuk sistemlerinin çöküşleriyle… Doyumsuzluklarla… Yalnızlaşmalarla… Kişilerin yanlarında biri varken diğerini de merak etme takıntılarıyla… Sinir bozucu bir sahtelik içeren; sürekli tüketime dayalı mutlu aile, dağ-doğa-gezi-yürüyüş vb. halleriyle… Döneceğim ben sana deyip / ‘aaa döndüm de, sen görmedin’ yalanlarıyla… Yahut, dönmekle kalmayıp, tüm saatlerinizi işgal edenleriyle… Sürekli onay, takip istekleriyle… Berbat basık bir dünya… Neresinden yakalarsanız yakalayın, sonunda bir balık mutlaka sizi midesine indirecek.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl