Ana Sayfa Kritik Felsefi Açıdan Düşüncemiz Nasıl Gelişir?

Felsefi Açıdan Düşüncemiz Nasıl Gelişir?

Felsefi Açıdan Düşüncemiz Nasıl Gelişir?

Sermaye, Ütopik Bilinç ve Trajedi…

Marx’ın sermaye birikiminin oluşumuna yönelik çözümlemeleri, hayatımızın her alanına uygulanabilecek müthiş bir düşünce potansiyeli taşır. Das Kapital muazzam bir eserdir. Sadece sermaye birikiminin nasıl oluştuğunu göstermesi açısından değil aynı zaman diyalektik yöntemin nasıl kullanıldığı açısından da…

Diyalektik yöntem hayatın her alanına uygulanabilir. Mesele sadece onu nasıl kavrayacağınızla ilişkilidir. Marx’ın bunu kullanış tarzı felsefi bir yenilik içerir.

Örneğin Marx, sermayenin nasıl gelişerek büyüdüğünü (birikimini) incelerken, onu durmaksızın birbiriyle çatışan iki parça ve kutuba (sabit ve değişken sermaye) ayırır. Sermayenin birikim süreci gerçek anlamda ancak böyle anlaşılabilir. Sermayenin sürekli artmasının sebebininse değişken sermaye olduğunu ortaya koyar.

Bu buluş, ekonomi politiğin ve dolayısıyla kapitalizmin kuramsal tarihinde bir devrimdir. Buna göre değişken sermaye, sabit sermayeyi her an harcanan emek-değer üzerinden dönüşüme uğratır; bir bakıma onu büyüterek değişime (büyüterek aşılmasını sağlamak) uğratır.

Düşüncemiz Nasıl Gelişir?

Peki bu yöntemi düşüncenin gelişimine de uygulayabilir miyiz?

Ya da düşüncemiz nasıl gelişir veya bilgi, zihinde nasıl düşünceye dönüşür?

Önce bilgi nedir? Bilgi maddenin, olguların, fenomenlerin yüzeylerinde görülebilen ve bizim açımızdan da doğrudan hissedilebilen (duyu organlarımız üzerinden) anlık durumları ifade eden algı kodlarıdır. Dolayısıyla bilgi, nesnel gerçekliğe dayanır; olgusal ve somuttur. Beynimiz onu algılayabilmek için değişmez ve katı hale sokar . Bir nevi biz onu mevcut gerçeklik olarak algılayabilmek için onun fotoğraf karesini çekeriz. Bilgi aslında hem bir buz kütlesi gibi dokunulabilir, anlaşılabilir, görülebilir ve saydamdır hem de her an hareketin ve sürecin akışkanlığı içinde eriyemeye veya değişmeye de mahkûmdur. Peki biz bu bilgileri ne yaparız ya da düşünürken algıladığımız somut, katı ve durağan bilgileri nasıl düşünceye çeviririz?

Düşünce iki temel unsurdan oluşur: biri maddi gerçekliği ifade eden somut bilgidir. Diğeri ise metafizik spekülasyondur, yani henüz gerçekleşmemiş olan ve muhtemel gelecekte muhtemelen ortaya çıkacak olan ya da beklentimize karşılık gelecek olan olgunun “bilgi”si. Bu ikisi (somut ve henüz ortada olmayan sadece tasavvur edilebilecek bilgi) bir sentezle insanoğlunun düşüncesini oluşturur.

Bilgi somut ve gerçektir; spekülasyon ise tahmindir, öngörüdür, hipotezdir, tasavvurdur ve geleceğe işaret eden ütopik bir yanı vardır. Düşüncelerimiz tam olarak gerçekliği ifade etmezler fakat gerçek verinin omuzunda yükselerek geleceği işaret eder. Bu nedenle de düşüncelerimiz, hipotezler içerdiği için şekilsiz ve belirsizdir. Gösterdiği yön henüz sislerin ardındadır. Gerçekliğin sırtına basarak yükselir ancak daha ilerisine yönelmek, yani kanatlanmak istediği an, güneşe çok fazla yaklaşan İkarus gibi yere çakılabilir. Gerçekliğin omuzunda yükselir fakat daha ilerisine gidebilmek için ayaklarını kaldırdığı an yere çakılabilir. Bu, düşüncenin temel özelliğidir. Hem gerçekliğin sırtında yükseldiği için sağlam bir zemine basar hem de daha çok ilerisine ulaşmak istediği an yere çakılarak bir cam parçası gibi dağılabilir. Geleceğin yönünü, yani ufku işaret eder, ancak onun bir seraba dönüşmesi de mümkündür.

Bir bakıma gerçeklik, içinde yaşadığımız “şu an”dır. Donuk olması nedeniyle somut ve belli bir birikimi simgeleyen olgusal bir “kütleye” dayanır. Temsil ettiği bilgi, somut elle tutulabilen kütlesinden daha fazlasını içermez. Hareketsiz durduğu için de her an yıkıma uğramakla karşı karşıyadır.

Ütopyasız Düşünce Kısır ve Kabızdır

Gerçeklik ve algısal bilgi, düşüncemizin üzerinde yükseleceği bir zemin ve birikim sunar. Ancak bu zemin ve birikim, bizi “şu an”ın dışına götüremez. Çünkü fiziğin yer çekim kanununa karşı direnemeyecek kadar da güçten yoksundur. Şeklini, ağırlığını ve içerdiği bütün birikimini “yer çekim kanuna” borçludur, ancak varlığı (birikimi ve kütlesi) her an hareketin girdabında yutulmakla, tuz-buz olmakla yüz yüzedir.

Şimdi sermayenin birikimi ile düşüncenin oluşumunu karşılaştırırsak: somut bilgi, düşüncemizin “sabit sermayesini” oluşturur. O kendi kendisini çoğaltamaz çünkü kısırdır veya “tek cinsiyetlidir”; durağandır bu nedenle de ömrü anlıktır ve her an çürümeyle karşı karşıyadır.

İnsanoğlunun ütopik bilinci ise, yani geleceğe ilişkin tasavvurları ise düşüncemizin “değişken sermayesini” oluşturur. O henüz yoktur fakat potansiyel olarak (emek-gücün yaratacağı katma değer) düşünceyi yaratmaya adaydır. O durmaksızın hareket halindedir. Ütopik bilincin, yani geleceği tasavvur etme yeteneği insanın temel özelliğidir. Biz istesek de istemesek de o arka planda çalışmakta, görevini yerine getirmektedir. Çünkü sürekli hareket halinde olmak onun varlığının sebebidir. Ölü ve sabit sermayeyi değiştirecek olan, büyümesinin esas kaynağı odur. Bu nedenle de varlığın ve hareketin yaşamsal kaynağıdır.

Belleğimizdeki bütün birikimin canlanmasını (düşüncemizin oluşmasını) o sağlar. Hem onun üzerinde yükselir hem de onu her an olgusal „gerçekliğinden“ kopararak ortadan kaldırır ve onu başka bir şeye dönüştürür. Ütopya, yani ütopik bilinç bir bakıma düşüncemizi dölleyendir, onun dönüşmesini sağlayan mayadır. Doğurgan olan gerçeklikten olmayan “düşünceyi” yaratır.

Bu nedenle de ütopya, düşünsel katma değerdir. Sabit sermayeyi değişken sermayeyle buluşturarak/çatıştırarak büyümelerini sağlar. Ütopik bilinç, düşünsel artı değerimizdir. O henüz yoktur ancak üretkenliği ifade eder. O sürekli kendisi olabilmek için devinim içinde olmalı, hareketli ve doğurgan maddeyi (nesnel bilgiyi) dölleyerek düşünsel doğuma (devrime) katkısını sunmalıdır. Bu nedenle de düşünsel gelişmenin motorudur.

Ütopyanın Devrimci İşlevi

Ütopya, üretimin üretken (verimli) tarafını temsil eder. Bu nedenle de esas “sömürülen” kısımdır. Onun ürününe (ütopik bilinç) el konulmalıdır, onun işlevi el konulması gereken katma değerin yaratılmasını sağlamaktır. O “el konularak” tüketilen ancak düşünceyi çoğaltan tohumu taşır ama bu arada düşüncenin tarihsel sıçramalarını yaratmış olur. Her düşünsel devrim veya sıçrama, bir önceki birikimin yaratılan katma değerle aşılması demektir.

Ütopik düşünce sanıldığı gibi sakınılması gereken, uçuk, temelsiz ve ayakları havadaki düşünce değil, reel düşüncenin devrimcileşmesini sağlayan üretici güçtür. Üretme potansiyeli onunla ortaya çıkar. O hem gerçeklik zemininde yeşerir hem de yeşerdiği ortamı devrimcileştirerek aşılmasını sağlar. O hem birikime ve düşünsel zemine hayat aşılar hem de ona can vererek aşılmasını sağlar.

Dolayısıyla ütopik bilinç, insan düşüncesinin, yani mevcut birikiminin devrimci yanını temsil eder. O yoksa, ne gelişme ne hareket ne de canlılık olur. Düşünsel birikimimizde, yeni düşüncelerin yeşermesi için bizlerin de buna açık olması gerekir. Yani ütopik bilincimizle barışık olmalı, birikimimizin onunla hemhal olmasına izin vermeli ve böylece birikimimizin çoğalmasını ve dolayısıyla ortadan kalkmasını sağlamalıdır. Muhafazakarlık ile ilericiliğin kökeni de burada yatar. Gelişmeye açık ilerici insan ütopik bilinci benimserken, ondan korkmazken, yenliğe açıkken, muhafazakar insansa ütopik bilinçten korkar, çünkü gelecekteki değişiklik onu ürkütür.

Tam da bu noktada trajedi belirir.

Trajedinin Düşünsel Kaynağı

Değişikliğin, düşünsel değişikliğin gönüllü yapıldığı hiçbir yerde görülmemiştir. Birikim, çoğalmak ister ancak gerçekliğe dayanan katı doğası gereği, donuk ve muhafazakardır. Dolayısıyla zorunlu olarak içerdiği ve doğurduğu yeniliklere ve geleceği işaret eden ütopik karşıtına da düşmandır. Çünkü o onda kendi düşmanın, yok edicisini görür.

Düşüncenin trajedisi budur.

Hem varlığını devam ettirmek ister hem de yeniliğe karşı durur; hem çoğalmak ister hem de kendisinden doğacak olana düşman kesilir; hem ebedileşmek ister hem de onu ebedi kılacak yeni sürgünleri kıskanır ve yok olup gideceğini hatırlar. Ama bu kaderin cilvesidir.

Bu düşüncemizin, aşması gerektiği bir ölüm kalım mücadelesidir. Her madde, varlık, düşünce ve birikim ancak aşılarak, yani yeni sürgünler vererek varlığını devam ettirebilir. Tıpkı ham yünün, ipliğin ve kumaşın aşıla aşıla, dönüşe dönüşe ceket haline gelmesi gibi.

Ütopyayı kabul etmeyen, ona yabancılaşan kendi birikimini de heba etmiş olur. Bu da diyalektiğin bir cilvesidir.

İsaac Newton, bilimsel başarılarının hikayesini doğa bilimcisi Robert Hooke’a şöyle ifade etmişti: “If I have seen further it is by standing on ye sholders of Giants” (Eğer ben, biraz daha fazlasını görebilmişsem, bunun nedeni, devlerin omzunda oturuyor olmamdandır.)

İşte Newton’dan, bilimin ve dolayısıyla düşünce dünyamızın daha doğrusu uygarlığın nasıl geliştiğine dair muhteşem bir betimleme…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl