Ana Sayfa Litera Gülmekten Öldük Vallahi…

Gülmekten Öldük Vallahi…

Gülmekten Öldük Vallahi…

Kabahat Annibale Caracci’nn değil ki!

On altıncı yüzyılın İtalyan Rönesansı ressamları başında gelen Caracci’nin tablolarına davet ettikleri oraya gelip gülmek bize yakışmaz diyerek somurtursa, kendilerini yüzyıllar boyu seyredeceklerin içini karartmaya vazifeli olduktan sonra, ressamı ne yapsın!

Caracci’nin tablolarına bak, sabahleyin ayna başında zar zor edindiğin o azıcık âzametin de yıkılsın gitsin.

Caracci kahkahanın ressamı olamadı, gülümsemeleri bile eğretidir.

Zoraki gülüyor, sanki gıdıklamışlar da öylesine sırıtıyor gibi gülmeye benzeyen portreler çizmiştir, biz onların gülüşüne katılamayız, seyreder geçeriz.

Caracci’nin ¨Gülmek¨ başlıklı, 35 santim yükseklik ve 46 santim genişlikte, hani şöyle koltuk altına al götür ebatlarındaki tablosunda renkler ve tüm ayrıntılar muhteşemdir.

İki genç erkek sadece biraz neşelenmiş gibi gülmeye çalışırken resmedilmiştir.

Otuz iki diş bir arada gülümsüyorlar, fakat bu dişler bakımsızdır; arada sanki çürükler, karartılar, lekeler görülmektedir. Caracci’nin yakaladığı renk tonundan anlıyoruz ki, bu delikanlıların acilen bir diş hekimine müracaatları da şarttır, lakin aradan epeyi zaman geçtiği için tavsiyemiz lüzumsuzdur.

Sadece Caracci değil, ressamlar pek öyle kahkahanın resmini çizemezler.

Bunu becerenler pek nadirdir. Bunlardan birisi, İngiliz sosyal tarih ressamı William Powell Frith ise ötekisi İtalyan Claudio Rinaldi’dir; ikincisini biraz sonraya bırakalım da biz şimdi Frith’e bakalım.

Frith’in kahkahayı tablosuna nakşeden becerisini yere göğe koyamıyoruz: 1852’de tamamladığı bir tablosunda, İngiliz sosyetesinden Madam Lady Montague’nin kahkahasını kulak tozunuzda hissedecek biçimde resmeder. Romantik İngiliz şair Alexandre Pope’ın aşk ilanına kahkahalarla cevap veren bu küstah kadına, onun kahkahası kulağınızda tatlı tatlı çınladığı için kızacak vakit bulamazsınız.

Niye böyledir; öyledir çünkü kahkaha gelgeçtir, insan yüzünde pek uzun süre durmaz, ele geçmez, yakalanmaz. Oysa üzüntü, göz yaşı, keder ve acı insan yüzünde derin çizgiler bırakır, ressam da onu kolayca yakalar.

Zaten bu nedenle Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sına bakar, bu kadarı bize yeterli deriz. Zira Mona Hanım gülüyor mu, bu da muallaktadır; sanki sırıtmıştır, belki de bize öyle gelir.

Gülmek bir asabi kriz gibi gelir geçer, ressam yakalayabilirse ne âla! Yoksa geriye hüzün kalır. Zaten bütün kadim lakırdılar gülmenin aleyhindedir, eski zamanlardan beri gülmekle ardından gelen nedeni tarif edilemez o tuhaf durgunluğun farkındadırlar.

Öyle değil midir; ¨Çok gülene, ardından ağlayacaktır¨, diye vah vah bile edilir.

Nitekim, gülmekten başına bir bela gelmediyse bile, bu taşkınlığın kurbanı olan birinin kahkahaları az sonra ağlama benzeri bir sele dönüşür, sonra, göz yaşı pınarları kurna tıkacı bozuk çeşme gibi boşalıverir.

Zaten olur olmaz her şeye, sapa samana, ota çöpe, şuna buna, vakitli vakitsiz, yerli yersiz gülene azıcık kafadan zoru var, gözüyle bakılır.

Ağır ol, molla zannetsinler” kuralına sıkı sıkıya bağlı kalıp ağzına fermuar çekenlerin, kasım kasım kasılanların ortalık yerde kahkaha salması bir yana, gülmek şöyle dursun, sırıtması, azıcık tebessüm etmesi bile yakışık almaz.

Böylelerinin kahkahasını nasıl zapt ettiği de bilinmez şeydir. Kahkahayı ayıplayıp kendine yakıştıramayanlar, bu durdurulamaz çılgınca haykırışı kimseye göstermeden dışarı verip rahatlamak için banyoya, helâya koşup, hatta oradaki aynalarda kendine dil çıkarıp, sonra göbek hoplata zıplata gülüp, kendi başlarına bir güzel eğlenirler mi, bu da bilinmez.

Gülmek ciddiyetin tersi zannedildiğinden, kerli felli adamların hüviyetini bozar. Bunlar eski hikâyelerdir:

Dikkat ederseniz ¨gülmek ile adam olmak¨ arasında böylece bağ kurulmaktadır. ¨Erkek adamın¨ öyle kolay kolay gülmeyeceği, gülse bile bıyık altından tebessümle yetineceği bir azap gibi yüzyıllarca öğretilmemiş midir?

Öte yandan, kahkahası hiç duyulmamış kadınlara da rast gelinir: Öyle ki kadınlar arasında da hiç gülmeyen, hatta eğer evliyse evliliğinde kocasına dünyayı zindan etme kararlılığında ısrar edip, abus suratlı, asık yüzlü, çatık kaşlı, sert bakışlı, eli belinde, dili dışarda, kaşları bitişik, dudakları bıyıklı olanlar da vardır.

Gazetelerin dedikodusuz ve ilansız kaldığı zamanların boş sayfalarında gülmenin faydalı olduğu, bir kahkahanın bir kalem pirzolaya eşit sayıldığı türünden savlarla arada sırada okura nasihat verilse de, aklı başında, lâkin cebi boş olan okur buna gülümsemekle yetinir. Kasapta pirzolanın kilosu ateş pahasıdır, kahkaha yanında bedavaya hiç verilmez.

Gülmenin insana yararlı olduğu tartışmasız kabul görmektedir. Ne ki, gülmenin insan çehresinde on yedi adet kası çalıştırması, vücutta endorfin salgılaması, bundan insan beyninin geçici süreyle sarhoşluk benzeri bir keyif, mutluluk, azıcık da kaçıklık hissi duyması her zaman iyiye işaret sayılmaz.

İtalyan romancımız Umberto Eco, işi gücü bırakıp, bu konuya değnek uzatarak roman kovanını bir güzel çomaklamıştır.

Il Nome della Rosa başlığını kullandığına göre, demek, kitabının adı Gülün Adı’dır. Romanda on dördüncü yüzyıl kilisesinde gülmek günâh mıdır, değil midir tartışmasına kalkışan papazlar, rahipler kanlı bıçaklı kalırlar, kitap sayfalarından birkaç ceset çıkar.

Niye kavga ederler, dertleri nedir, neymiş efendim diye roman sabırla okunursa anlaşılır ki, Hz. İsa’nın güldüğüne dair hiçbir ipucu olmadığına göre mümin Hristiyanların gülmek bir yana, tebessüm bile etmemesi gerekir; kavga nedeni budur…

Gülmek, papazlara göre, şeytan işidir…

İşte, bu yüzden, papaz efendilerin gülelim mi surat asıp oturalım mı tartışması manastır karakollarında son bulacaktır.

Rahiplerin yine de güldüğünü biliyoruz. Deneme yazımıza ressamları davet ederken sözünü etmiştik, biz lafımızı unutmayız; şimdi sıra Rinaldi’ye geldi: On dokuzuncu yüzyıl İtalyan ressamı Claudio Rinaldi, ¨Dört Rahip¨ tablosunda, kahkahanın zaferini ilan eder. Rahiplerden biri bunlar niye gülüyor ki diye kaş çatıp biraz küskün onlara yan yan bakıyorken, diğer üçü makarayı koyuvermiştir.

Surat asan rahip efendiye sarılmış öteki rahip, ¨Kızma be birader¨ diye bir yandan gönlünü almakta, belli ki gülmeyi kendisine yasaklamış rahibi teskin etmektedir. Diğerlerinin niye güldüğünü bilmiyoruz, Münih’teki özel bir sanat evi olan Dorotheum Salonu’nda asılı oldukları duvarda, hâlen gülmeye devam ettikleri ise malumdur.

Eco’nun romanında gülmek üzerine felsefi ve ilahiyata dair tartışmalar yüzünden cinayetler işlenip, her sayfasında karşımıza maktûl ve katil çıksa da roman bir yana, gülmekten ölenlerin sicili epeyi eskidir.

Bizim kulağımıza çalınanlardan ilki Antik Yunan falcısı Calchas’dır.

Dediği dedik falcılardandır, yabana atılmaz, o yüzden de Truva’yı zapt etmeye giden Agemennon, Achilles, Menelaus ve zoraki savaşa sürüklenmiş Odysseus’a – zavallı, büyük kahramana buradan bir selam göndermeliyiz, satırı kapatmadan- ne dediyse bir bir doğru çıkmıştır. Öyle ki Homeros, İliada eserinde, Truva Kralı Priam’la Kraliçe Hekabe’nin kızı Kassandra’ya olağan üstü sezgi ve kehânet gücü verdiyse de, zavallı prenses kızımızın gelecekte olacakları görüp dili tutulduğundan aklından geçenler, ona malum olanlardan hayır beklenmez. Fakat Calchas denildi mi akan sular durur. Tahta Atı bile o falında görmüş, “Neyse hâlin, çıksın falın” demiştir.

Calchas, kendi ölümünü falında seyredememiş, yakın arkadaşlarından başka bir falcının ona, sakın bu şarabı içme yoksa ölürsün demesine kulak asmamıştır. Nedir, Calchas, kendisinden yüzyıllar sonra bu eğlence yeri olan dünyaya gelecek Ömer Hayyam gibi bir şarap severdir; Oenophile listesinde adı en başa yazılmalıdır. Sonra, daha ilk kadehin dibine varmadan, artık ne görüp ne hayal ettiyse, bir kahkaha krizine girmiş, oracıkta katılarak can vermiştir. Zamanın 12. yüzyıl, hem de İsa’dan Önce olduğu kayıtlara girmiş bulunuyor ve Strabo adlı bizim Amasyalı hemşerimiz, tarih ve gezi yazarımız bunu bir bir nakletmiştir.

Bu ilk kulak misafirliğinden sonra, yine hemşerilerimizden olan İzmir-Efesli bir ressamın kah kuh kah diye öldüğünü söyleyenler çıkar. Ressamın adı Zeuxis’dir, yıllardan 415 yılıdır; İsa’dan Önce tabii… Ressam evvela bir yaşlı kadını resmetmiş, sonra çizip boyadığı fresk duvarının karşısına geçip, o âna kadar dilini ısırıp tuttuğu çenesinin kaytanını gevşetmiş, kahkahayı basmıştır. Yanındaki çömezleri, çırakları bir iki kahkahayla bu iş biter zannedip ustalarına tebessümle karşılık verirler. Fakat; on, hatta belki on beş, günâhı söyleyenin boynuna olsun belki de yirmi dakika güldüğünü aktaranlar bulunmaktadır ve yine onlara bakılırsa, soluksuz kalıp pattadak yere düşmüştür.

Pekâlâ, bunlara hep yalandır deyip inanmadınız, ya buna ne buyrulur? Hepsi uydurma olsa bile şahidi tiyatroda seyirciler olan bir başkası sırada bekliyor:

O yüzden Philemon adlı Atinalı tiyatro yazarının makus kaderine laf edemezsiniz…

Yine İsa’nın doğmasını beklemeden tarih düşersek, 362’de dünyaya gelmiş ve 262’de ölmüştür. Üstat sahne arkasındadır, oyunu geriden izlemektedir ve yazdığı kendi oyununa kahkahasından soluksuz kalıp tıkanarak oracıkta cartayı çeker. Yüzyıl yaşamış olan tiyatrocunun 97 adet oyunu vardır, en komiği ise son yazdığı ve onu Yeraltı Tanrısı Hades’in mekânına gönderenidir.

Chrysippus adındaki Yunanlı feylosof da güle güle kasıklarını tutarak çatlayıp ölenlerdendir. Onunkisi pek akıl kârı iş değildir. Sen tut, 77 yaşında bir koca adamken, üstelik felsefenin ağırbaşlı bilinen Stoisizm akımında dirsek çürütürken, bir eşek şakası yap; olacak iş mi! Eşeğine şarap içirmiş, sarhoşluktan ne yaptığını bilmeyen eşek, tabii eşek bu, gidip yaban inciri yemiştir, Chrysippus bu manzaraya dayanamayıp nalları dikene kadar gülmüştür. Bu ne zaman olmuştur diye meraklanana 207 yılı gösterebiliriz; İsa’dan Önce…

İsa peygamber artık bir doğsun, takvimleri ileri alalım.

Şimdi 15.yüzyılın İtalya’sında bir şair, yazar, hem de pornografi türünden belden aşağı yazan bir yazarı kapı kapı arıyoruz. Adı, Pietro Aretino’dur. Aretino yazdıklarını bir de gravür ressamına resimletince İtalya’da best-seller olmuş mudur, vallahi olmuştur. Aretino hayatı ti’ye alıp dalga geçerken, her şeye gülmenin uzun yaşamın sırrı olduğunu hep söylerken, tam tersi olur. Bir gün, kız kardeşinin ona anlattığı komik bir olaya öylesine gülmüş, öylesine tepinmiştir ki, gülmekten beyin kanaması geçirecek, damarları çatlayacak ve oracıkta can verecektir.

Takvimi karıştırdık; az öncesinde Aragon Kralı Martin Efendiyi söylemeyi unuttuk: 1410 yılında, Barcelona’daki tahtında kendisini eğlendirmek için salona çağırdığı şarlatan soytarısı haddini aşmış, kralı gıdıklamaya başlayıp bir yandan açık saçık fıkralar anlatmıştır. Kral tahtından yere düşüp kapaklanır, kahkahası sarayın koridorlarında duyulur, e kral bu, kim ne karışır ama sonunda cızlamı çeker; Aragon Kilise çanları ertesi gün çan çan öter…

Yine buna benzer bir hikâye İskoçya’da vuku bulur. Pek inanılmaz bir olayı işitince güle güle ölenlerden birisi de on yedinci yüzyılın İskoç yazarı Thomas Urquhat’tır. İngiliz monarşisinin pek yakında İskoçlarla ve hatta İrlandalılarla barış yapıp birleşeceği ona söylenmiş, buna gülecek ne varsa, o tutmuş gülmeye başlamıştır. Önce tebessümle başlamıştır gülmeye, sonra kahkahalara dönüşür. Çevresindekiler bu kahkaha fırtınası kısa sürecek zannedip önce beklemişler, sonra sıkıcı hale gelen bu durumda onu kendi haline bırakıp tek tük civarından ayrılmışlardır. O da kahkahasını boğazına kaçmış horoz düdüğü gibi öttürerek öteki dünyanın trenine binmiştir.

Londra’nın havasından mı suyundan mı bilinmez, böyle kıkırdayıp dünya değiştirenler orada sıkçadır. İngiliz sosyetesinden gelip kraliyete karışmış, hafifmeşrep bir güzel olan Maria Fitzhbert de aynı kaderi paylaşır. Şimdi sıkı durun, nefes kesen bir gülme maratonu başlayacak: 1782 yılında, nisan ayının ilk çarşambasının gecesi Piccadilly’de tiyatroya giden Maria, Dilenciler Operası’nı izleyecektir. Oyun başlar başlamaz, oyunculardan Polly adlı karakterin kıyafetine önce hafiften kıkırdayarak güler, sonra kahkahalar atar, bu kahkaha seli isterik çığlıklara dönüşünce tiyatro yöneticileri onu dışarıya davet eder, Maria açık havaya çıkar, sokaklarda güle güle yıkılarak, zar zor evine gider. O gece, ertesi gün, hatta cuma akşamına kadar hep güler. Cuma günü gecesi artık gülemez, cumartesi cenazesi kalkar.

BBC’de yayınlanan “The Goodies” adlı komedi dizisi de böyle bir can almış, ne ki mevtanın dul kalan eşi sonradan yönetmene bir teşekkür mektubu yazıp kocasının son ânında yüzüne bir gülümseme takarak uzun yolculuğa çıkmasına vesile olduğunu belirtmesi ile ortalık tatlıya bağlanmıştır.

Meğerki, kocacığı hayat boyu gülmemiş, karısı da onu gülümsetememiştir. TV’deki diziyi seyre dalıp, ekrandaki bir komik adama gülerek kalp krizi geçiren İngiliz seyircisin adı Alex Mitchell’dır. Duvar ustasıdır, bütün gün çalışıp yorulmuş, karısıyla baş başa yemek yedikten sonra TV düğmesini çıt diye çevirmiştir. O çıt hayatına mal olacaktır; Tarih 1975 yılıdır.

Okuru bu acınası komikliğe nasıl inandıracağı telaşında olan yazar, bu seferki anlatacağı, kahkaha esiri birine ait kalp atışının dakikada 500’e ulaşmış olduğuna ait hikâyesinde biraz oyalanmakta, lafı gezdirmektedir.

Ole Bentzen adında uluslararası üne sahip Danimarkalı bir kulak-burun-boğaz hekimi, 1989 yılı kış aylarında bir gün bir film seyretmiş, sonra hayatı değişmiştir. Wanda Adlı Balık-A Fish Called Wanda, filminde John Cleese’ye iyisinden gülmeye başlamış, nabzı önce 150’ye, sonra 250’ye, ardından 500’e çıkmış, oracıkta hüccetten nakli hane eyleyip öteki tarafa gitmiştir.

Bütün bu olanlardan sonra Cennet-Cehennem kapısında sorguya alınan bu kahkaha mağduru ve mağdureleri, orada kendilerine neden geldikleri sorulduğunda, hep bir ağızdan zebanilere, “Gülmekten öldük be âbi!” demişlerdir.

Son gülen iyi gülen olacağından, bu duruma zebanilerin de güldüğü kurgusal olarak rivayet edilebilir.

O sırada şeytanın, aralık duran Cehennem kapısı ardında ellerini ovuşturarak sırıttığını görenler de bulunur!

Latin şairi, tiyatro yazarı Horatius komik eserler yazardı. Bunlara gülen seyircilere ise içerler, kuliste kendini zapturapt altına alan perde çavuşlarının, ki bunlara biz şimdi Kondüvit diyoruz, işte onların elinden sıyrıldı mı ver elini doğruca sahneye koşar, orada halka çıkışırdı:

Quid rides de te fabula narattur!”

Ne gülüyorsun, bu anlatılan senin hikâyendir!

Gülmek ses çıkartmaksa, buna sedâ diyen eski Osmanlı atalarımız çok haklı olarak, çok da hoş bir şey demişlerdir:

Bâki kalan bu kubbede bir hoş sedâdır…

Hamam kubbesinde çın çın çınlayan bir kahkaha sesiyle can vermek, ölümler arasında tabiattan yardım alınarak gerçekleşmişlerin en iyisi sayılmalıdır.

Unutulmasın ki, Montaigne’nin deneme yazılarında doğanın gücüne değinirken söylediği gibi, ölüm ânından korkmaya gerek yoktur, zira doğa işini iyi bilir, işlevselliğini yitirmesine göz yumduğu bir parçasını, bunu anlamayacak ne var, bir insan bedenini toprağa geri çağırırken ona yardımcı olup işini kolaylaştırır.

Montaigne der ki, “Tabiat ölene son ânda yardımcı olacaktır!”

Bize kalırsa, gülmekten öldük vallahi diyenlere tabiatın gösterdiği nezâket ve cömertliğin bu kadarı olur…

Dikkatle bakınız, göreceksiniz, tabiat zaten pek komiktir!

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl