Ana Sayfa Kritik Gündemden Uzakmış Gibi Bir Film: AÇLIK

Gündemden Uzakmış Gibi Bir Film: AÇLIK

Gündemden Uzakmış Gibi Bir Film: AÇLIK

 

Film yeni sayılır, 2018 yapımı; Türkiye’de ise Daha İyi Bir Hayat adıyla ve Türkçe dublaj eklenerek henüz dolaşıma sokuldu: Danimarkalı Michael Noer’in yönettiği ve senaryosunu Jesper Fink ile yazdığı filmin orijinal adı Før frosten (Before the Frost).[1]Pek bilindik değil, gürültüye gidecek gibi de duruyor.Norveçli Knut Hamsun’un romanı ise oldukça eski ve yeterince bilindik, hatta klasikler arasında sayılabilir. 1890’larda ilk basımı yapıldı ve 1920’de Nobel Edebiyat Ödülü aldı: Açlık.[2]

Gündemden uzak gibi duran filmle başlamalıyım. Çünkü kafamda zincirleme çağrışımlar yaptıran, asıl o oldu. Ama tabii, sadece bugünlerde değil, neredeyse bütün ömrüm boyunca, “karın doyurmayan” erdem’den vazgeçip onursuz tokluklara tenezzül ederek semiren, palazlanan, ünlü ya da ünsüz nice figüre tanık olmasam; belki filmin baş karakterini (baba Jens’i) başarıyla canlandıran Jesper Christensen’in performansı bende sadece teknik bir hayranlık uyandıracaktı. Dolayısıyla onun sergilediği rol (özellikle açlık sonrası ha bire yemek yerken), beni ne söz konusu bu malûm figürlere gönderecekti ne de o en ünlü romanı Açlık’tan prestijli bir yazarlığa açılan, semirip palazlandıkça Nazilere övgü koridorundan geçerek utançla kapanan hayatıyla Hamsun’u hatırlayacaktım. Ama önce filmle başlamalıyım.

DAHA İYİ BİR HAYAT YA DA AÇLIKTAN SONRA, AYAZDAN ÖNCE

Noer’in filmini, seyretmeyecekler için –ama henüz yeni sayılacağı için de mümkün olduğunca spoiler’sız– çok kısa bir özet geçiyorum: 19.Yüzyıl’da, yani Hamsun’un romanının ilk yayımlandığı yüzyılda ve Hamsun’un komşu coğrafyasında geçer öykü. Dul, yaşlı ve yoksul köylü bir baba; bir kızı ve öksüz-yetim iki yeğeniyle yaşama tutunmaya çalışır. Dönemin koşullarında o, ne bir ağadır ne de palazlanmaya başlayan bir burjuva. Toprakları vardır ama yarısından çoğu balçıktır o toprakların,  verimsizdir; işleyecek ve ıslah edecek ne parası, ne işçisi ne de enerjisi vardır. Kullanabildiği tek işgücü kaynağı, genç kızı ve biri çocuk diğeri ergen iki yeğenidir. Doğru dürüst bakamadıkları yaşlı bir inek ve işlenemeyen toprakları, onları küflü bir ekmeği paylaşmaya mecbur bırakan dehşetli bir açlıktan kurtaramamaktadır. Genç oldukları için babadan hallice komşuları çiftçi iki kardeş, bir gün onu ziyaret eder. Hediye cinsinden bir inek ile bir avuç peynir getirmişlerdir. Kardeşlerden küçüğü, genç kızla evlenmek istemektedir; ziyaretin amacı budur. Babanın itirazı ve “para” iması karşısında büyük kardeşin “hep beraber çalışırız, ne üretirsek ve ne kazanırsak hep beraber geçinir gideriz” teklifi babaya pek cazip gelmese de, “hiç yoktan iyidir” mantığıyla ve biraz da kızının evlenmeye hevesli olmasına dayanarak bu teklifi kabul eder. Bu vesileyle baba kız, onca yoksulluk içinde küçük bir keyiflenme atmosferi bile yaratabilmiştir. Ancak öncesinde, yörenin en zengin ailesi, topraklarının bir kısmını babadan satmasını istemiş; baba ise bu araziyi otlak olarak kullandığı gerekçesiyle teklifi reddetmiştir. İlerleyen zamanda, bir vesileyle baba aileyle yine muhatap olduğunda, ona bu teklif hatırlatılır. Baba ise, ailenin işlerini yaşlı ve dul annesiyle birlikte yöneten kırklı yaşlardaki oğluna bir karşı-teklif sunar: Satın alacaksa; tüm topraklarını ve hayvanlarını, karısı sıfatıyla kızını, karın tokluğu karşılığında işçi olarak da iki yeğenini satın almalıdır adam. Babanın kendisini ise dünür olarak ve tokluk güvencesiyle aileye katmalıdır. Bu teklifi kabul edilince baba, komşularına verdiği önceki sözünden caymış olur. Ardından olaylar, babanın gittikçe duyarsızlaşarak onurunu/ruhunu satmasıyla gelişir ve film trajik bir finalle kapanır.

Film; yoksulluğu ve gelir/servet uçurumunu, ekonomik tabakalaşmanın –kilisedeki oturma yerine kadar– sosyal statüye yansımalarını ve ayrıca –Friedrich Engels’in “famulus” ve “familia”nın etimolojisi üzerinden yaptığı tarihsel analizi hatırlatırcasına[3]– patron/baba egemenliği (patria potestas) tabanında kurumsallaşmış “aile”yi natüralist üslupla betimler. Hatta babanın, iradesi hilafına evlendirilecek kızı ve “müstakbel kaynanası” vesilesiyle, sınıf atlayınca kadın(lık) sorununu unutan “kadın”a da dolaylı bir gönderme yapar.  Bununla birlikte filmin asıl vurgusu, “baba” figürü üzerinden açlık-erdem gerilim hattında benimsenen kaba-pragmatizmin yabancılaştırıcı ve felaketlere/trajedilere yol açan etkisi üzerinedir. Çünkü baba, yeğenlerinin lehine diye verdiği sözünden cayma kararıyla bizzat yeğenlerinin aleyhine sonuçlar doğmasına sebep olmuştur. Dahası; –filmin serbest Türkçeleştirilmiş olmasının kattığı manidarlıkla– “daha iyi bir hayat” adına başlattığı bu ilkesizlik, onun yeni ilkesizlikleriyle ve ödünvericiliğiyle bir kişilik özelliğine dönüşmüştür. Kendini, kızını ve yeğenlerini aç bırakmamak için girdiği bu yolda, ilkeselliğiyle birlikte zaten eser miktardaki duyarlılığını, şefkatini ve korumacılığını, zaten kendinden menkul otonomisini ve erdemini bırakmıştır. Artık sadece, banyosundan ve gıdasından eksik kalmadığı parlamış saçlarından, temiz giysilerinden ve semirmiş yüzünden anlaşılan bir beslemedir o. Kızı da önceden üzülüp protest tavırlar sergilese degelin gittiği bu ailenin “hanım”ı olmaktan, “sınıf atlamaktan” ve artık karnı hep “tok” olacak olmasından dolayı, biraz da kocasının nezaketi ve sevgisi sayesinde bu yeni yaşantıdan memnundur (nitekim film, onca trajik gelişmeye rağmen, kızın babasına teşekkürüyle kapanır). Onun yabancılaşması da –finalden ayrıca,bir başka sekansta daha-, gönlü olduğu eski talibine karşı donuk tavrıyla vurgulanır. Ama özellikle baba figürü, Goethe’nin Faust’undan[4] Gorki’nin Yararsız Bir Adam (Halk Düşmanı)’na[5] kadar nice romanı; Kubrick’in Barry Lyndon’ından[6]Hackford’un Şeytanın Avukatı’na[7] kadar nice filmi hatırlatır. Roman ya da filmlerin de ötesinde, Nazım Hikmet’in de uyarladığı, La Fontaine’in “Kurtla Köpek” masalına da gönderen bir öyküdür babanınki: Semirmiş bir beden, tüyleri/kılları parlak bir kürk ama boyunda bariz bir tasma izi.[8] Açlık, fizyolojik olarak vücutta önce yağları ardından kasları eritir.Fizyolojik/maddi ya da psikolojik/manevi açlık olsun fark etmez, insanın açlığınındahası vardır: Önce ilkeleri sonra duyarlılığı ve ardından erdemi, etiği, kişiliği ve hatta özneliği/otonomiyi ve ayrıca empati, vicdan, merhamet, şefkat ve dürüstlük gibi insana yaraşır ne varsa tümünü bir bir tüketir. “Daha İyi Bir Hayat”ın başarıyla anlattığı budur.

Filmin orijinal adı Türkçe karşılığından daha anlamlı, daha alegoriktir: Danca Før frosten ya da İngilizce haliyle Before the Frost. “Frost”, Türkçede buzdolaplarının özelliği bir terim olarak no-frost/de-frost haliyle yerleşmiştir. İngilizcedeki baskın anlamı ve yaygın kullanımı “don/donmak, buzlanmak”tır. Ancak “ayaz (frozen/ice strom)” ve hatta nadiren “hayal kırıklığı, başarısızlık” anlamlarını da barındırır.[9] Dolayısıyla göstergebilimsel işlevi daha güçlüdür. Öncelikle “don” anlamıyla “donma noktasına” gönderme yapar. Kimyasal olarak radikal ya da biçimsel bir tepkime, ontolojik olarak da bir öznitelik ya da form dönüşümü ânını temsil eder. Bu bağlamda donma noktası, aynı zamanda bir “negatif-doyma noktası”dır; çeşitli etkileşim kombinasyonlarıyla gerçekleşen nicel birikim, pozitif ya da negatif doyma noktasından itibaren radikal nitelik farklılıkları (başka öznitelikler) barındıran “yeni” bir varlık türü ya da formuna vücut verir. Negatif-doyma noktası ve form dönüşümü bakımından kaba bir örnek verilecekse buhar soğuğa (ısı “azlığına”) doyduğu an su; başka bir soğuğa doyma noktasında ise buz olur. Böyle bakıldığında filmin adının manidarlığı anlaşılır. Babanın durumu açlıktan sonra, frost’tan öncedir. Açlıktan kurtulmasının, doymasının ve midesini lezzetli/besleyici yemeklerle doldurmasının bedelini gittikçe ayaza maruz kalarak ödemektedir. Karnı doydukça ruhu, insanlığı soğuğa “doyacak”, insan sıcaklığı gitgide azalacak, buz kesecektir; özne-iradesini, karar ve hareket yeteneğini yitirecektir. Açlıktan kurtulabilmesi bir başarı gibi görünse de varacağı nokta frost’tur, başarısızlıktır; doyma hayallerini gerçekleştirmiş gibi olsa da serüveni frost’a, hayal kırıklığına doğrudur. Film, “daha iyi bir hayat”, ne kadar daha iyidir; bunun konumlanan yere ama özellikle referans alınan değere nasıl da bağlı olduğunu düşündürmeyi sağlar.

İlk adımda ilgisiz gibi görünen film, neden Açlık’ı yazan ve güncelliğini kaybetmiş gibi duran Hamsun’u çağrıştırmaya elverişlidir? Filmin Danimarka, romanın Norveç menşeili olmasına rağmen ortak paydanın İskandinav ya da her ikisinin birer “19.Yüzyıl Serencamı” anlatısı olmasının bir miktar payı olsa gerektir. Ancak asıl, filmdeki baba figürü ile bizzat Açlık yazarının hayatının biçimde değil ama özde örtüşmesi, en azından bende bu çağrışımı kaçınılmaz kıldı. Artık filmden Açlık’a ve yazarının dramatik öyküsüne geçebilirim.

KNUT HAMSUN’UN AÇLIĞI VE TOKLUĞU

Her ne kadar Açlık romanıyla Nobel kazanıp ünlense de Hamsun, özellikle Göçebe, Pan, Gizemler, Dünya Nimeti, Son Bölüm, İstanbul’da İki İskandinav Seyyah gibi eserleriyle Türkçe literatürde de bilinen ve daha birçok eseriyle edebiyat tarihine geçmiş, üretken bir yazar.  İlk yoğun ilgi gören romanı Açlık’ın ve aldığı Nobel Edebiyat Ödülü’nün, onun tanınmasındaki rolü konusunda şüphe yoktur. Yazarın bu başyapıtı, yarı-otobiyografik bir roman olarak da kabul edilir. Gerçekten de Hamsun, yoksulluk ve açlıklarla dolu, zorlu bir yazar olma mücadelesinden geçerek ünlenmiştir. Öncesinde yayımlatsa da ilgi görmeyen birkaç tut(una)mayan eser ve “loser yazarlık” dönemi, dinleyici sayısı 10’u bile bulmayan edebiyat konferansı denemeleri, özellikle Açlık’ı yazarken çektiği açlık ve sefalet ile bu romanını yayımlatma taleplerinin kerelerce reddedilmesinin ardından nihayet “başarılı olmuş”, hayallerini gerçekleştirmiştir. Nobel kazandığı 1920’den İkinci Dünya Savaşı sonrası yargılanıp akıl hastanesine kapatılmasına kadar, savaşa ve Norveç’in Nazilerce işgaline rağmen, üne de paraya da alkışa da “doymuştur”. Gelgelelim karnının artık hiç aç kalmadığı bu dönemlerde; henüz işgal başlamamışken Hitler’e ve Nazilere methiyeler düzmesi, kesinlik kazanmasa da yerel Nazi işbirlikçi örgütü Nasjonal Samling’e üyeliğine ve Nobel ödülünü Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’e armağan ettiğine dair söylentiler[10] onun edebî maharetini ve prestijini gölgelemiş, daha savaş bitip de yargılanmadan bile hem ülkesinde hem de Nazi karşıtı dünyada derin bir tiksinti uyandırmıştır. Nitekim akıl hastanesine kapatılmasından çok, Norveç’teki evinin önüne eserlerinin bir bir bırakılıp bir tepecik oluşturulmasıyla gerçekleştirilen efsanevi protestonun[11], –utanma duygusu taşıdığına dair kesin bir bilgimiz olmasa da– onun belleğine bir utanç abidesi olarak kazınmış olması muhtemeldir.

Açlık romanı, Before the Frost’un tersine köyde değil kentte geçer ve Faustyen bir öykü de sayılmaz. Ancak betimlenen sefalet, açlık ve “tutunamayanlık”, filmle romanın karşılıklı olarak birbirlerini anıştırmasına müsaittir. Avantajlı ekonomik ve sosyal statüde olanlarca güçsüz yoksulların küçümsenmesi, edebi ustalık farkıyla romanda da betimlenir. Yine filmden farklı olarak romanda, açlıktan kurtulmak adına onur/şeref kaybına dair güçlü bir vurgu olmasa da yer yer, kahramanın gurur duygusu, onurluluk ve erdemlilik kaygıları aktarılır. Yazarda onur/şeref ve gurur kavramları iç içe gibidir ve yazarın onur kavramı, daha çok,aristokratik gururya da kibir ile örtüşmektedir (Türkçe çeviride “şeref” ve “gurur” sözcükleri eşit sayıda, yedişer kez kullanılmakla birlikte, birkaç kez de “şeref” yerine “onur” sözcüğü kullanılmıştır). Romanın, kendinden ve âşık olduğunu iddia ettiği kadından bizzat “kendi taktığı” adlarla söz eden kahramanı, insanlık onuruna aykırı durumlara maruz kalmasını zaman zaman gururuna yediremediği gibi, sadaka kabulünü ya da hukuk/ahlak dışı davranışlara başvurmayı da onursuzluk/erdemsizlik değil de gurur kırıcı sayar. Örneğin romanın bir yerinde onun, manidar bir şekilde, açlığını gidermek için hırsızlık yapmaktansa parmağını kesip kanını emerek doymaya çalışması aktarılır (s.118, 119). Buna karşılık başka bir yerde, kendine “Onuru bırak bir tarafa, zamansız gururu bırak!” diye direktif verir kahramanın iç sesi (s.187). Ek olarak, âşık olduğu kadınla tanışmasına vesile olan olayda kahramanın açlık-erdem gerilim hattında yaşadığı gelgite önceden de dikkat çekilmiştir: Kadının yaptığı ödemeyi takiben, bakkalın kalfası para üstünü yanlışlıkla kendisine verir ve o, bu yanlışlığa hiç sesini çıkarmayıp parayı cebine atar (s. 120 vd).

Bütün bu ayrıntılara ve yarı-otobiyografik niteliğine rağmen Hamsun’un hayatının ve özellikle Nazi terörünü destekleyici tavrının, onun tek bir eserine indirgenemeyeceği ya da tek bir filmle özdeşleştirilemeyeceği, yazarın ünlü ya da zengin olmak için Nazi yandaşlığını tercih ettiğinin iddia edilemeyeceği açıktır. Çünkü onun bu yandaşlığı, doymak için’den öte doyduktan sonra’dır. Çünkü bu dönemde onun “karnı tok”, “tuzu kurudur”. Kaldı ki açlığın, ille de maddi/fizyolojik açlığa gönderme yapması gerekmez; manevi/psikolojik doyumsuzlukları kapsayan bir metafor olarak da pekâlâ okunabilir açlık. Film de, Hamsun’un Açlık’ı da sadece ironik biçimde dramatik hayatıyla ilgili bir çağrışıma vesile olmuştur. Filmdeki baba, onursuz/erdemsiz bir edimsellik tercihiyle  “Daha İyi Bir Hayat”a geçtiğinde donmanın eşiğine dayanmıştır; Hamsun ise, biraz da filmdeki genç kızı anıştırırcasına, gençliğine göre “daha iyi bir hayat” yaşarken, insanlığından ödün vermesi hiç gerekmezken buz kesmiştir. İlkinin insancalık’tan yabancılaşması, ekonomik ve maddi/fizyolojik açlıktan ve biraz da loser’lıktan kurtulma arzusu ile “elitist olma özentisi”nden kaynaklanır. Hamsun’unki ise zaten loser’lıktan/açlıktan kurtulmuş ve artık elit olabilmiş birinin doymuşluktan, “tuzu kuruluk”tan doğan bir duyarsızlık ve ideolojiklik ile harmanlanmış, başyapıtından da ipuçları bulunabileceği üzere belki sadece aymazlık, belki yeniden aç kalma ve kaybeden olma korkusu, belki de “güç hayranlığı” ve “aristokrasi sevgisi” ile temellenen manevi/muhteris bir açlıkla ilgilidir. Savaş Hitler’in zaferiyle sonuçlansaydı o, belli bir doyma/donma noktasına ulaşabilecek ve gittikçe filmdeki trajik akıbetiyle baba figürüne benzeyebilecek iken, işler o kadar da “yolunda” gitmemiştir. Faşizm’in ve Nazizm’in dünyayı saran zulmüne, haksızlıklarına, adaletsizliklerine karşı direncin galebe çalan ateşinde, Açlık’ı yazma günlerindeki sefaletini ararcasına utançla kavrulmuştur. Farklı bir “doyma” noktasında kaynamış, buharlaşmıştır. Sonuçta filmin de Hamsun’un hayatının da finalleri düşünüldüğünde; filmdeki baba figürünün açlıktan onursuz tokluğa, Hamsun’un ise tokluktan onursuz açlığa doğru yolculuğunun sergilediği kontrast, ilkesizlik ve erdemsizlik uğraklarıyla dolu bu yolun son durağının aynı olduğunu zihinlere perçinler: Koca bir insanlık utancı. 

 

SONUÇ YERİNE:

SANATTA VE DÜŞÜN-YAZIN DÜNYASINDA AD HOMINEM ELEŞTİRİNİN ANLAMI ÜZERİNE

BİRKAÇ SÖZ

Genellikle bilindiği üzere,kısaltılmış haliylead hominem ortak paydasında yapılan eleştiriler ya da kurulan korelasyonlar, Schopenhauer’un Eristik Diyalektik‘te yaptığı gibi “tartışmayı kazanma taktiği” olarak konu edinilir.[12]Tartışma; yapıtın, tezin ya da bir ifadenin içeriğine, niteliğine, üslubuna yönelik olmaktan saptırılır ve özne’nin nitelikleri üzerinden bir mecraya kanalize edilir. Dolayısıyla polemiğin karşı tarafı kısa yoldan şaşırtılıp ilgisiz bir yola sokulduğu gibi; “hakem/hâkim” ya da izleyici konumundakiler de manipüle edilmiş olunur. Bununla birlikte ad hominem’esapıldığına dair iddialara çoğunlukla olumsuz eleştirilere hedef olanların savunmalarında rastlanır. Yani ortada kişiye yönelik bir yergi, kınama vardır ve savunma durumunda olan, “X’in eserlerini tartışırken, onun kişiliğinin konuyla ne ilgisi var!” şeklinde bir itiraz yöneltir. Ancak bunun tersi de söz konusudur: “X öyle yüce bir kişidir ki; ne yapsa, ne düşünse kabulümdür.” Yani kişi, kendi edimselliklerine yöneltilen eleştiriyi bertaraf etmek ya da başka bir sebeple kendini ya da başka birini övmek, pohpohlamak ya da ürünlerini/yapıtlarını pazarlamak amacıyla da ad hominem’e başvurabilmektedir. Üstelik bu yöndeki ad hominem girişimleri ya fark edilmemekte ya da hak ettiği bir tepki, itiraz ya da dirençle karşılanmamaktadır. Öte yandan, farklı kombinasyonlar da söz konusudur: “X ne kadar berbat biri olursa olsun, eserleri muhteşem; takdire şayan… İyi ki var!” Dolayısıyla ad hominem yaklaşım, eleştirme ya da eleştirileri bertaraf etme amaçlı olsun fark etmez, bir şekilde karşımıza çıkar; bizler de ister istemez, bir şekilde ad hominem’e kapılırız. Bununla birlikte ad hominem, bir kendinde-olumsuzluğu mu temsil eder?Ne bağlamda, ne kadar gerekli ya da gereksizdir? Ne zaman aydınlatıcı ne zaman bilinç karartıcı bir işlev görür? Ad hominem eleştiride “sınıfta kalan” birinin ürettiği eser ya da düşünceler ne kadar vazgeçilmezdir? Veyahut rezil düşünceler, berbat eserler üreten biri ad hominem’e hiç mi bağlanmayacak, ona önceden mazhar olduğu ad hominem övgüleri yağdıranlar, bu konuda hiç mi özeleştiri vermeyecektir?

Halen gösterimdeki, dikkat çekmesi ya da gündemle bağlantı kurulması pek muhtemel olmayan bir film değerlendirmesiyle başlayıp bir romana ve yazarının güncele hitap etmez gibi görünen hayatına bağlanan bu metninad hominem bağlamı kurulacaksa; sadece tek bir kişiden, Knut Hamsun’dan söz edilmesi dolayımıyla bu mümkün olabilir. Oysa Hamsun sadece bir örnektir. Kuşkusuz Hamsun yerine, yaşamış/yaşayan birçok kişinin hayat öyküsü ya da nice film de bu metinle anlatılmak istenenler için örnek oluşturabilecekti. Yani ad hominem bir eleştiri/değerlendirme gibi dursa da bazı tarihsel kişiliklerin düşünceleri, tercihleri, tavır ve eylemleri üzerine fikir üretmek sadece ad hominem değil, aynı zamanda ad societatis ya da ad humanitasolabilir. Çünkü pedagojik/eğitsel süreçler sadece bilgi ve deneyim aktarımı değil, “örnek (olma), rol-model (belirleme), ibret (alınma)” olgularıyla da ilintilidir. Nasıl ki ad hominem hiçbir eleştiri yöneltilemeyecek (!)kadar “tutarlı” ve “iyi” bir kimsenin ürettiği düşünceler ve yapıtlar, tercihler ve edimsellikler mutlak bir eleştirilmezlik zırhıyla kaplanmamış ya da mutlaka övülesi değilse, bunun tersi de geçerlidir. Düşünsel, bilimsel, edebî ya da sanatsal alanda şaheser niteliğinde ürünler çıkaran biri de ad hominem eleştiriden muaf değildir. Yine de; birebir bağlam kurulmayı engelleyen bu mantıksal zorunluluğa rağmen kişilik, sınıfsal (sosyo-ekonomik) konum,  düşünce (mantık, felsefe, ideoloji, ilgi, beğeni), pratik (yaşam biçimi, duyarlılık, politika, davranış/tavır ve eyleyiş)  parametreleri arasında korelasyon kurmanın uyarıcı ve fikir verici işlevi, metodolojik bir değeri vardır. Dolayısıyla ad hominem eleştiri, bir hedef saptırma niyeti taşımadığı müddetçe sakıncalı olmadığı gibi; yukarıda sözü edilen parametreler arasındaki çelişki ya da tutarlılığa dikkat çekilmesi, gerçek verilerle ve kanıtlarla desteklenebildiği ölçüde, tersine, gereklidir de.Yapıttan, yapılanlardan yola çıkılarak özneye bağlanan bir totolojiyi temsil edenad hominem yaklaşım, ancakparametreler arasındaki tutarlılık kanıtlanırsa temize çıkar ve eleştirinin kişiden/özneden başlatılıp yapıta, yapılanlara bağlanmasınınönyargı yaratıcı sakıncasını ortadan kaldırır: “Bütün bunları yapan X’ten, başka bir kişilik barındırması beklenemezdi zaten…” ya da “X’in kişiliği neydi ki yaptıkları iyi olsun!” gibi.Parametreler arasında tutarlılığın kanıtlanması, özellikle ürün/yapıt, düşünce, tavır ve eyleyiş eleştirisinin haklılığını perçinlediği gibi, bizzat aydınlatıcı bir işlev de görür. Çünkü bu durumda onca haklılığına rağmen eleştirileri,eleştirilenin “olumlu ad hominem” savunulmasında boğulan ya da ad hominem yüceltime bağlı bir stratejiyle“sessizliksuikasti”ne kurban edilen eleştirmen, artık bir tabuyu yıkmış, bir totemi parçalamış; fetişist mistifikasyonu ve yüceltimi akamete uğratmış demektir. Ama asıl problem, parametreler arasında çelişkiler mevcutsa ortaya çıkar: “Böyle bir kişiden böyle bir eser ortaya çıkarmasını, böyle şeyler yapmasını beklemezdim.” ya da “Böyle (iyi) eserler yaratmış, düşünceler üretmiş, böyle (iyi) şeyler yapmış birinin böyle bir kişi olmasını beklemezdim.” gibi… Tam bir hayal kırıklığı, tam bir kandırılmışlık hissi! Bu durumda fikir, eser, tavır, eylem ile öznesi arasındaki bağın koparılmasından; öznenin utancının ve örnek alınamayacak kişiliğinin ona bırakılıpeserlerinin, düşüncelerinin, tavır ve eylemlerinin insanlık mirası (ad humanitas) sayılmasından başka bir çare yok gibidir.Tersi durumda da, yani yapıtlarının ve yaptıklarının “kötü”, öznesi olarak kendisinin “iyi” olduğunun tartışma götürmediği durumlarda da bu kişi, insanlığa örnek bir kişilik ya da miras değeri taşıyan bir eser değil, olsa olsa kocaman bir çelişki bırakmış demektir. Çelişki dense de, onun ille de olumsuz sayılması gerekmez. Çelişkinin olumluluğu ya da olumsuzluğu, “daha iyi bir hayat” örneğinde olduğu gibi, konumlanan yere ve alınacak referans değerlere bağlıdır.

[1]https://www.imdb.com/title/tt7523180/

[2] Knut Hamsun, Açlık, Çev. Behçet Necatigil, Varlık Y., İst., 2017.

[3]Famulus ‘evcil köle’ anlamına gelir ve familia, ‘bir tek adama ait bulunan kölelerin bütünü’ demektir.” Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Kenan Somer, Sol Y., Ank., 1987,s. 63.

[4] Johann Wolfgang Von Goethe, Faust, Çev. Ali Çankırılı, Antik Y., İst., 2016.

[5] Maksim Gorki, Yararsız Bir Adam (Halk Düşmanı), Çev. Şemsa Yeğin, Oda Y., İst., 1986

[6] Stanley Kubrick (Senaryoya uyarlayan ve yöneten) Barry Lyndon (William Makepeace Thackeray romanı), 1975 (https://www.imdb.com/title/tt0072684/).

[7] Taylor Hackford (Yönetmen); Jonathan Lemkin (Senaryoya uyarlayan), , Şeytanın Avukatı (Andrew Neiderman romanı), 1997 (https://www.imdb.com/title/tt0118971/?ref_=fn_al_tt_1).

[8] Nazım Hikmet, La Fontaine’den Masallar, Adam Y., İst., 1987, s. 12-14.Bilmeyenlerce bu masal mutlaka okunmalı; özellikle de Nazım Hikmet’in uyarladığı haliyle… Şairin her dizesini ironi ile işlediği, yoğun anlamlar yüklediğibu uyarlamasının tamamını aktarmak isterdim. Bu iki sayfacık uyarlamanın okunmuş olsa da sıcağı sıcağına yeniden okunmasını, bir daha bir daha okunmasını dilemekle yetineceğim.

[9] Nitekim Türkçede de “don, donma, donukluk” ve “soğuk/soğukluk” kavramları baskın olarak olumsuzluğa gönderme yapar; “karakış”, “buz kesmek”, “donup kalmak”, “buz gibi soğumak”, “soğuk davranmak”, “donuk donuk bakmak”, “güvendiğin dağlara karlar mı yağdı” deyimlerinde olduğu gibi.

[10] Hamsun ile ilgili bu söylentiler, her ne kadar yeterince kanıtlanmamış olsa da Knut Hamsun’un Goebbels ile buluşması, Hitler ve Üçüncü Reich adına bağlılık yemini edilen Viyana’daki Uluslararası Gazeteciler Kongresi’nin “onur” konuğu olması gibi durumlar, fotoğraflarla sabittir. Bkz. Uğur Hakan Hacıoğlu, “Bir Savaş Bir Yazar: Knut Hamsun”, Nouvart, 2020:   https://www.nouvart.net/bir-savas-bir-yazar-knut-hamsun/

[11]Bkz. Ali Lidar, “Faşizmin Gölgesinde Bir Büyük Deha: Knut Hamsun”, Artfulliving, 2016:  https://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/fasizmin-golgesinde-bir-buyuk-deha-knut-hamsun-i-5016

[12] Arthur Schopenhauer, Eristik Diyalektik: Haklı Çıkma Sanatı, Çev. Ülkü Hıncal, Sel Y., İst., 2012.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl