Ana Sayfa Kritik Kendin Olmaya İzin Verebilmek

Kendin Olmaya İzin Verebilmek

Kendin Olmaya İzin Verebilmek

Hayat döngülerden oluşur. Yaşantımızın ilk döneminden itibaren öğrenip geliştirdiğimiz ilişkilenme biçimleri hayatımızın farklı dönemlerinde farklı ilişkilerimizde bambaşka şekillerde ama özünde benzer kodlarla karşımıza çıkar. Ne zaman biz bu döngülerde hoşumuza gitmeyenleri fark edip değiştirmeye karar veririz, işte o zaman yeni bir yaşam başlar. Bu tabii ki bir kez, bir olayda, bir şekilde olan bir şey değil. Hayat döngülerden oluşur, biten bir döngü yeni bir döngüyü oluşturur. Bir döngünün değişmesi içinse kişinin değişmesidir elzem olan.

Nikâh Sarhoşluğu’nun Döngüleri

Ferhat Uludere’nin son romanı Nikâh Sarhoşluğu’nun isimsiz kahramanı da hayatında yeni bir döngünün arifesinde ve eski bir döngünün terki çabasındadır. Evlenecektir ve babasına benzemek istememektedir.

Kahramanımız bir Trakya kasabasından İstanbul’a gelmiş, işletme okumuş ve bir şirkette çalışmaktadır. Sevgilisinin de benzer şekilde çalıştığını anlarız. Bu çift artık alışkanlıkları değişmiş olan orta sınıfa mensuptur. Ancak iş yaşantılarına, beyaz yakalı oluşlarına dair çok da bir şey anlatılmaz bize romanın içinde. Bizim onları tanımamız başka bir karakter aracılığıyla olur: evlilik.

Genel olarak birinci tekil anlatıcı ile anlatılan hikâye, yazarına göre kahramanının biraz geveze olmasıyla beraber duygulara açılır. Bir erkeğin evlilik arifesinde neler hissedip neler hissetmeyeceği yönünde okura ipuçları verirken topluma, geleneklere, günümüz yaşantısına da eğlenceli ama sert eleştirilerde bulunur.

Evlilik bir karakter gibidir romanda. Çünkü onun sözü edilmeye başlandığı anda her şey aynı olmasına rağmen hiçbir şey aynı kalmamıştır hayatlarında. Gelenek ve görenekler dahilinde – ama her şeyi kent yaşamına uydurarak, evliliğin bütün gerekleri yerine getirilecek; tanışmalar, yemekler, bekârlığa veda partisi, kız isteme, alışveriş listeleri, nişan bohçası derken – umulmadık bir kişi dışında – kimse adamın kadını sevip sevmediğini merak etmeyecektir.

Adam kadını seviyordur da – herhalde; sınanmamıştır çünkü. Sadıktır sevgilisine, ufak tefek flörtler dışında bir vukuatı olmamıştır; ama sınanmamıştır da. İşte bu zeminde düşünceleri yalpalar karakterin. Hayır, bu bir aldatma veya aldatmama romanı değil; bu yalpalama ve zaman zaman bu git-gellere sebep olduğunu düşündüğüm atalet, roman boyunca kahramanın düşünce dünyasında karşımıza çıkar. Onu dengede tutan ya da ilerlemesini sağlayan ise doğrusal bir biçimde, şaşmadan ilerleyen sistemdir. Sistem öyle güzel ilerler ki kahramanın sorgulamasına fırsat tanımaz, yuvarlanıp giderler. Çarklar dönüyordur, adam kurallara uyuyordur, sistemin devamlılığı için ekstra bir şey yapmasına gerek yoktur.

Kahramanımızın en büyük çatışması ise babasına benzemek istememesidir. Babasıyla ilişkisi zayıftır. Bir araya geldikleri, baba oğul olarak paylaşım yaptıkları zamanlar çok az olmuştur. Annesi oğlunu da alıp babasını terk ettikten sonra ise başka bir adamla evlenmiş; “sevilmeden sevmeyi” kabul eden bu uysal adam annenin istekleri doğrultusunda iyi bir koca olmuştur. Hem vardır hem yoktur. Annesinin kahramanımıza bulduğu her fırsatta biyolojik babasını kötülemesi ise kahramanımızın babasına dönük tarafsız bir duygu geliştirmesini engellemiştir. İsimsiz kahraman, babasından nefret ettiğini söylemesine rağmen ondan nefret edememiş, ama onu sevmeyi de tam beceremeden duygularını baskılaması gerekmiştir. Ve bu baskılanan duygular, özlemler, içsel boşluklar ve içsel çatışmalar kahramanımızı “Ben babam gibi olmayacağım” noktasına getirmiştir. Babası kadar ihmalkâr ve dikkatsiz olmayacaktır o.

Rakı ve Bira Çatışması

Ferhat Uludere bu çatışmayı kitap boyunca rakı ve bira üzerinden işliyor. “Ben rakı içmeyi sevmiyorum, biracıyım ben” diyen kahramanı; babasının meyhanesini ve gelenekselliğini, geçmişin hüzünlerini, yaşanmamışlıkların ağırlıklarını rakı sofralarına hapsediyor; biranın her yere uyum sağlamasına, çok emek gerektirmeyişine, hafifliğine ve sıradanlığına sığınıyor.

Uludere, içkinin kültürel yaşantının bir parçası olduğu Lüleburgaz’da doğup büyüdüğü için içki onun karakterlerinde rutinin bir parçası. Gündelik hayatlarında buna alışık olmayan okurların veya bu rutini kabul ederek okumaya başlamayan okurların romanın içindeki alkol kokusunu garipsemeleri veya fazla bulmaları mümkün. Ancak okur konuya ahlakçı bir bakış açısından yaklaşmayıp içkiyi yaşanılan kültürün bir parçası olarak görmeyi başarabilirse bu durumda Uludere’nin edebiyatındaki alkol, özellikle de Nikâh Sarhoşluğu romanındaki içkinin anlamı, düşündürdükleri ve etkisi üzerinden yepyeni kapılara açılabilir, yeni bir bakış kazanabilir.

Körkütük Bir Film: Druk

Yazımın bundan sonraki bölümünde niyetim alkol güzellemesi yapmak değil; ancak bahsedeceğim filmle birlikte yazının alkol seviyesi yükselecek, hatta içkilerle birlikte roman ve film birbirine karışacak. Dolayısıyla bir yudum almadan önceki son çıkış burası. Hayatınızın sorumluluğunu alıp kararında içiniz diyerek devam ediyorum.

Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in son filmi Druk (Another Round) – Körkütük, 2021 senesinin Oscar ödül töreninde en iyi uluslararası film kategorisinde Oscar kazananıydı. Bu sayede bir özel gösterimi denk getirip filmi izleme fırsatı bulmuştum ben de. Tam da o sırada Nikâh Sarhoşluğu’nun etkileri üzerimde dolaşıyordu ve Druk’ı izlememle birlikte roman ve film arasında kuvvetli bir bağ kurmaya başladım.

Vinterberg de içkinin, büyüdüğü kültürün bir parçası olduğunu belirtiyor ve bu filmi çekerken ahlakçı yaklaşmadığını söylüyor. Derdi alkol reklamı yapmak olmadığı gibi alkolün hayatları mahveden bir tarafı da olabileceği gerçeğini kabul ediyor. Hatta ister istemez alkolün kötü sonuçları da filme girmiş durumda. Ancak filmin başrol oyuncusu Mads Mikkelsen’in de belirttiği gibi insanlar onları alkole karşı uyaran bir film bekliyorlarsa bu çektikleri filmin misyonu değil…

Filmin temel düşüncesi Norveçli bir psikiyatrist olan Finn Skarderud’un 20 sene önce ortaya attığı insanların kanlarındaki alkol seviyesinin %0,05 eksik olduğu şeklindeki görüşe dayanıyor. Psikiyatriste göre eğer bu miktardaki seviye tamamlanırsa kişiler daha iyi ve daha başarılı olabilir; daha rahat, daha neşeli ve açık olabilirler… Ve “… en cesur kararları her zaman alkollüyken almıştım” diyen Nikâh Sarhoşluğu romanının kahramanı gibi daha cesur…

Skarderud bu önermesinden sonra Kuzey ülkelerinde bile epey tepki almış. Ferhat Uludere’nin romanında anlatıcısına, “Dışarıdan ne kadar iyi, düzgün, mutlu ve huzurlu görünse de her ailenin dikiş tutmayan bir yanı vardır. Herkes işinde gücündeyken biri çıkar kendi hayatını yaşamak ister, olduğu gibi davranmaya kalkar ve sırf herkesin yaptığını yapmadığı için kıskançlığımızdan kızarız ona…” dedirtmesi gibi; filmin başrol oyuncusu Mads Mikkelsen, herkesin Skarderud’un söylediğinin doğru olduğunu bilmesine rağmen, “politically correct” olmayı, politik doğruculuğa yaslanmayı, yani dil ve eylemlerinde başkalarına zarar verebilecek sözlerden kaçınmayı ve bu tarz bir önerme karşısında olumsuz tepki vermeyi seçtiğini söylüyor.

Film birini veya ikisini daha ön planda tutsa da dört adamın hayatını anlatıyor. Hepsi aynı okulun farklı branşlarında öğretmen olan bu adamlar 40 yaş bunalımının eşiğinde, hayatları son derece sıradanlaşmış insanlar. Evliliğinde iletişim kuramayanından, güzel ve zengin bir karısı olup deniz kenarındaki evlerinde çocuklarına bakana, rutini tekrarlayarak müzik ve beden eğitimi derslerine devam eden karakterlere kadar her birinin hayatı bunaltıcı bir noktaya gelmiş. Bunun bilincindeler mi çok emin değiliz ama aralarında gereklilikleri yerine getirdiği ve daha farklısını düşünmediği için mutlu olduğunu düşünen de var, sıkıcı olduğunu düşünen de… En nihayetinde gözlerinden anlıyoruz ki bu adamlar mutsuzlar… Ve o gün, içlerinden birinin 40. yaş günü kutlamasında Skarderud’un bu görüşünü test etmeye karar veriyorlar. İşte maceralar tam da burada başlıyor.

Alkolün Düşündürdükleri

Alkol bu adamların performanslarını yükseltiyor, kendilerine güvenlerini arttırıyor, espri yeteneklerini ortaya çıkarıyor, kendilerini daha rahat ortaya koymalarını sağlıyor. Alkol onlara kendilerine, kendi özlerine giden yolda bir kapı aralıyor.

Romanımızın kahramanı ise erkekler arasındaki sohbetten ve birbirleriyle ilişkilerinden bahsederken erkeklerin kendileri olmayı beceremediklerinden yakınıyor. Kişisel eleştirisinde ise kendine karşı ikiyüzlülüğü ve hayatı ne kadar saçma yaşayışıyla ilgili birtakım alkollü ayılmalar yaşıyor. Öyle ki “Kendimi bir kadına tamamen sunmam için rakıya ihtiyacım varmış demek ki…” diyerek hem kendi kendine bir özeleştiri yapıyor hem de duygularına temas etmeyi başarıyor. Nitekim Ferhat Uludere efkarlanıp içen değil, içince efkarlanıp acılarını dile getiren insanları yazdığını kendisi söylüyor… Romanda da filmde de erkekler duygularına biraz alkol ile erişmeyi başarıyor.

Kierkegaard’ya Referansla

Film Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’dan bir alıntıyla başlıyor: “Gençlik nedir? Bir rüya. Aşk nedir? O rüyada gördüğün şey.”

Bu açılışla film; sanki roman kahramanımızın içinden geçtiği ve bırakmakta olduğu bir zamana sesleniyor. 40’lı yaşlardaki erkek karakterlerden biri de belki roman kahramanımızın temsil edebileceği türde bir kişinin 40’lı yaşlardaki versiyonu… Çünkü romandaki kahramanımızın bir adı yok. Kierkegaard’nun tanımladığı “kalabalık” tan biri o.

Film, ortalarında da Kierkegaard’ya referanslar vermeye devam ettiğinden ben de biraz oradan devam edeceğim.

Kierkegaard felsefi düşüncesinde “nasıl yaşamalı, ne yapmalı” kavramlarını temel alarak başlıyor. Felsefeden beklentisi bu. Çünkü kişinin kendine has ve benzersiz en temel bağlılıklarını bu bilgi üzerine kurduğunu düşünüyor. “Kişi” önem kazanırken “kişisel” olanın kalmamış olmasından yakınıyor. Kişiye ve özgünlüğe yaptığı vurguda insanın asıl derdinin kendini anlamak ve kendini bu bireysellikte gerçekleştirmek olduğunu söylüyor. Özünü bu şekilde ortaya koymayı kıymetli bulurken buna cesaret edemeyen, düşünmekten kaçan ve kendini ortaya koymaktan vazgeçen bireyin gündelik rutinleri devam ettiren “kalabalık”tan biri olacağını söylüyor. İşte romanımızın kahramanı da filmimizin karakterleri de o kalabalığa katılmış durumdalar; ama yine de işlerin iyi gitmediğinin farkındalar.

Kalabalığın Rutini ve Rutinden Çıkış

İnsan, ait olmak ister bir yere. Kendini rahat hissetmek, burası benim demek ister. Ve bu yüzden de bir rutinin içinde yaşayıp gider. Rutinden sıkılıp yenilikler arasa da bulduklarından yeni rutinler çıkarıp onları muhafaza eder bir süre” diyen roman kahramanımız “egemen ideolojiyle, çağın gerekliğiyle ve iktidar ile uzlaşı içinde olmak” isterken, “arada yalpalayıp sistemin dışına çıksa da” sistemden atılmayı göze alamaz. “Ben babam gibi değildim” der, “Annem gibi olmak istiyordum” diye ekler.

Babası gibi olmadığını söylese de babasının yalnızlığı olarak tanımladığı meyhane, dedesinin de babasının da “asıl hikâye”sidir ve babasının saygınlık kazanmak için çabalamamasına, kendisi gibi olmasına, babalık dahil istemediği hiçbir rolü üstüne giymiyor oluşuna özenir.

Filmdeki karakterlerimiz ise daha önce de belirttiğim gibi toplumun onlara biçtiği rolleri üstlenmişlerdir. Bunlardan sıkılmış olduklarının pek de farkında değillerdir – en azından bunu “düşünmediklerini” söyleyebilirim. Ve kanlarındaki alkol miktarı “olması gereken” seviyeye geldikçe işler değişir. Alkol tatlı bir özgüven, biraz başına buyrukluk, bolca cesaret, düşüncede farklılık getirir. Filmi izlerken onların o coşkulu halleriyle empati kurarız. Kendileri olmaya verdikleri izni keyifle izleriz. Duygular su yüzüne çıkar…

Sarhoş olmanın en güzel yanı nedir biliyor musunuz? Bir dozdan sonra konuştuklarını unutuyor olmak. Kelimeler ve sözler kayboluyor, geriye gecenin duygusu kalıyor sadece” diyen roman kahramanımız gibi bu adamların duygularına en çok temas edebildikleri yerdir kendilerine izin verdikleri yer…

Roman kahramanımız “Hiçbir zaman ne kadar içeceğimi bilemedim. Çünkü sarhoş olduğumu bir türlü fark etmiyordum” diye yakınır bir yerde. Bunun gibi “biraz” alkol her zaman “biraz daha”yı getirir ve filmde izleyici bunun sebep olabileceği kötü sonuçları görürken, romanda okur hatırlanmayan gecelere eklemeler yapar.

Kontrol Edilemeyenin Kontrolü ya da Başarısızlığa İzin

Vinterberg filmin kontrol edilemez olanla alakalı olduğunu söylüyor. Hayatımızda kontrol edilemeyene yer kalmadığını, hırs ve korkunun yaratıcılığı yok ettiğini belirtiyor. Gençlik yıllarına özlem tam da burada ortaya çıkıyor. Çünkü belki de sorumluluğun en az olduğu, en hafif olunabilen, sisteme tamamen kapılmadan, sistemin içinde istenilen gediğin açılabildiği yer gençlik yılları…

İnsan gençliği geride bırakıp sistemin içine dahil oldukça korkuları da kaygıları da gelişiyor ve en iyi ve en kötü huyu olan çabuk alışmasıyla birlikte kalabalığa rahatlıkla karışıyor. Çünkü sistem devam ediyor. “Sistem sizsiz devam ediyorsa, babanız kadar cesaretli de değilseniz, elinizdekilerin kıymetini bilmelisiniz. Kaybetmeyi bilmek ve kayıplarla baş edebilmek herkesin harcı değil” diyor roman kahramanımız. Filmin Kierkegaard’nun endişe kavramından bahsedilen bir yerinde; insanın başarısızlık ile nasıl başa çıktığı sorusu soruluyor. “Diğer insanları ve hayatı sevebilmek için yanılabilir olduğumuzu kabul etmeliyiz” cevabı geliyor. Başarısız olabiliriz, diyor film; kaybedebilir ve kayıplarla baş edebiliriz diye fısıldıyor roman.

Kendin Olmak ve Dans

Hayat döngülerden oluşuyor. Bugün olduğumuz halimizle yaşadıklarımız da bu döngülerin içinde şekilleniyor. Kişi kendi özüne doğru değişip dönüşmediği sürece de hayat hep tekrar ediyor. Üstelik sistem dediğimiz şey içimize o kadar çabuk ve rahat işliyor ki onun farkına varmak, hatta onun ne olduğunu tanımlamak bile zorlaşıyor.

Kierkegaard nasıl bir yaşam istediğine bak ve karar ver diyor; ve o yolda adanmış olarak yürü. Adanmış olarak diyor, çünkü o adanmışlığımızı bozmak için karşımıza çıkacakları biliyor. “Sürekli ve bilinçli bir iç mücadeleyi” savunurken “salt varoluşu” bu şekilde aşabileceğini söylüyor.

Romanımızın kahramanı daha ilk sayfada bizi bir meyhanede rakı içerken karşılıyor. Babasına benzememeye çalışırken aslında babası gibi olduğunu daha o başlarda anlıyoruz. Roman sonunda da neden o hale geldiğini… Onun bir döngüyü kırdığını ve kendine ulaşıp babasını bulduğunu düşünmüyoruz ama. Romanımızın kahramanı acı ve hüzünle içiyor rakısını… Sistemin ve yokluğun kabulü gibi geliyor daha çok ve bir kaçış; iyi ya da kötü ama bir kaçış…

Filmin son sahnesindeki dans ise bizi başrol oyuncusuyla birlikte karakterin özüne götürüyor. Beden, duygular ve varoluş bütünleşiyor. Tahmin ediyorum ki filmi seven erkekler duygularına temas eden, verdiği kararlardan dönebilen, özgürce dans edebilen erkeğin katarsisini yaşarken kadınlar bu bütünlenmiş danstaki coşkudan etkileniyorlar.

Bu iki erkek hikâyesinin temelinde bir yerde kendin olmaya izin vermek ya da vermemek var… İnsan mutlu sonları sever. Kim bilir belki bir gün o meyhanede kandaki alkol seviyesi tam kararını tutar, bir döngü kırılır ve yeni, dengeli bir dans başlar…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl