Ana Sayfa Kritik KORONA GÜNLERİNDE ‘VASAT’IN ROLÜ: “HAYAT SİTEYE SIĞAR!”

KORONA GÜNLERİNDE ‘VASAT’IN ROLÜ: “HAYAT SİTEYE SIĞAR!”

KORONA GÜNLERİNDE ‘VASAT’IN ROLÜ: “HAYAT SİTEYE SIĞAR!”

Yeni-Türkiye’yi anlamlandırabilmek için sosyalist tezlerden çok dil teorilerine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum; çünkü dil, işaret ederken gizleyen, gizlerken işaret eden müthiş bir sistemdir. Bu süreçte Marx yerine Harold Bloom, Wallerstein yerine Ranciere ya da Derrida tercih etmek sanırım çok daha isabetli olacaktır…

Henüz ikinci yüzyılda, “Önce konuştuğun şeyin anlamını öğren sonra konuş!”  diyen Epiktetos’un aksine, Yeni-Türkiye’de, tıpkı arkasından kurmalı oyuncak bebekler gibi, söyleyeceği şeyin anlamını unuttuktan sonra söylemeye ayarlanmış tuhaf bir tür var: Ben bu türü ‘Vasat’ olarak adlandırıyorum. Eğer az da olsa parlak bir zekaya sahip isek, vasatın neler söylediğine kulak verdiğimizde aslında onu kuluçkalayan politik iklimin neleri gizlemeye çalıştığını da keşfetmiş olacağız. Dolayısıyla bir vasatın özelliklerini saptarken, aynı zamanda ülkenin politik panoramasını da çizmiş oluyoruz. Bu uğraş keyifli olduğu kadar meşakkatlidir; çünkü vasatın söylemi sürekli ton ve renk değiştirir.

Vasatın hızına ve çeşitliliğine yetişmek mümkün değildir; onun muhtelif görünme biçimleri vardır. Mesela bu tür kimi zaman Yemekteyiz yarışmasında, sıranın kendisine geleceği günü iple çeken bir yarışmacı halinde görünür. Rakibini nakavt etmek için yıkıcı bir söylem kuşanmıştır ve hiçbir yemeği asla ama asla beğenmeyeceği aşikârdır; o zaten bunun için buradadır. Ağzından güzel sözcükler duymamız için yarışma sırasının ona gelmesini beklememiz gerekecektir. Üç kuruş için insanlıktan çıkmanın zevkini ancak vasatın bu türü bilebilir… Bu türe şu alt-türler de dâhil edilebilir: Yönetilecek elamanı bulunmayan ama yine de yöneticiymiş gibi takılan yöneticiler, bulaşık yıkamaktan ellerinin derisi incelmiş elli yaşındaki zavallı kadından başkasına şeflik taslayamayan takım şefleri, ana babasıyla seminer verir gibi konuşan şizofren kariyeristler ve bilumum zombi türleri.

Bu türün uzaktan akrabası olan, az çok bir tahsil sürecinden geçmiş vasatlar da vardır: Beyaz Yakalılar! Onların tabiri ile “Plazalılar.”  Bu türün ayırt edici özelliği ise şartlar ne olursa olsun sürekli şirin görünme prensibidir! Direktörünün doğum günü için kek pişirir. Yöneticisinin dandik esprisine “Ay ben bu yönünüzü bilmiyordum hiç.” der, telaş içinde gülmeye çalışır. Akıllı telefonun şarjı bittiğinde dünyası başına yıkılır. Yaşamını küçük pozlara sıkıştırarak tüketir; çünkü etrafında sürekli fotoğrafçı ordusu varmış gibi hisseder. Fakat Korona virüs günlerinde bu türün canı oldukça sıkılmıştır. Kendi kendine moral vermek için, bir elinde nutellası, diğer elinde kağıt israfı bir bestseller ile minnoş pozlar verip instagramda paylaşır, altına da şöyle bir not düşer: “Madem eve tıkılıp kaldık ‘bari’ bol bol kitap okuyalım…” Paylaşımdan sonra kitap okumaya en fazla üç dakika daha katlanabilir. Telefonun bildirim ışığı yanıp söndükçe canından can gider. Kitabı bir köşeye fırlatıp kimlerin like attığını yahut atmadığını kontrol etmeye başlar. “Satın alma sorumlusu Buğrahan Berk like atmamış! Ben de bir daha onu layklamıyacağım…”

Borges bir yerde, “Kitap okumak, bir seyahate çıkmaktan yahut âşık olmaktan aşağı kalır bir deneyim olamaz.” diyor. Fakat vasat familyası için okuma eylemi alelade bir meşgaledir, can sıkıntısını alır. “Bari bol bol kitap okuyalım…” ifadesi, onu kuşatan cahilliğin ve çapsızlığın kamusal alandaki şirin deklarasyonu olarak değerlendirilebilir. Peki bir vasat niçin böyle bir şey söyleme gereksinimi duyar? Çok basit: Yalan dolanlarla ayakta tuttuğu yaşamına yalan dolansız bir hakikat monte etmek için! Bunun da yolu belli: Her mecrada, her fırsatta,  ‘Hiçbir zaman boş vaktim yok’ imajı yaymak! Üstelik bunu utanıp sıkılarak değil, aksine caka satarak yapar: Sanki korona günlerinden önce, yani ‘bol bol kitap okuma zamanı’ yokken Walter Benjamin okuyormuş gibi!

Vasatın şikâyet dili sınıfsaldır! Sahiden yorgun olduğu için değil, muhatabından daha üstün olduğunu, daha ciddi işlerle cebelleştiğini deklare etmek için sözde-yoruculuğundan dem vurur. Sürekli yorgunmuş gibi görünmeye çalışır, sürekli perişan, sürekli kaygılı. Çünkü çalıştığı plazada ona panik yapmanın iş yapmaktan daha karlı bir şey olduğu öğretilmiştir. Bu kıvraklığı ona, bütün sevdiklerini az önce trafik kazasında kaybetmiş gibi bir ses tonunda konuşan operasyon sorumlusu Ceren Su öğretmiştir. Bu kıvraklığı ona, alış-veriş merkezinde aradığı babet çorap tükendiği için bir ton açık rengini almak zorunda kalmanın üzüntüsüyle dert yanan bilmem ne direktörü Berkecan Tuğ öğretmiştir. Vasat, kariyer basamaklarını o Cerensu’lara, o Berkecan’lara öykünür bir halde tırmanır. En tepeye çıkacağı gün gelene dek tamamen replika bir hayatı yaşayacak olmaktan gocunmaz. Sonunda amacına ulaşır ve şirketin en güzide konumlardan birine yerleşir. Fakat o zaman da artık etrafında öykünecek –kıskanacak- birileri kalmamıştır. Bu sefer de bunun için kaygılanmaya başlar. Vasat familyası, kullandıkça kaygının kendisi haline gelmeye başlayan o kaygı giderici haplar gibi, kimyasal bir illüzyondur.

Vasatın türü saymakla bitmez! Fakat bu cinsin en kadim ve ortak özelliği şudur: Herkesle herkes, her şeyle her şey olmak! Bu yüzden vasatları en çok politikacılar sever. Vasat, politikacıların tedavüle soktuğu kelimelerle konuşmaya bayılır. Demokrasiyi katleden adamlardan bahsederken, “Biz IMF’den artık borç almıyoruz değil mi?” yahut “Biz sağlık alanında birçok Avrupa ülkesinden öndeyiz.” gibi şeyler zırvalar. BİZ! BİZ! BİZ! Aslında sağlık bakanın dolaşımı soktuğu slogan tam da vasatın duymak istediği şeydi: “Hayat eve sığar!” Daha doğrusu, vasat bunu “Hayat siteye sığar!” şeklinde algıladı. Çünkü vasatın, çalıştığı plaza ile oturduğu site arasına sığdıramayacağı hiçbir şey yoktur! Hep düşünürdüm: Düğüm düğüm bir kenara atılmış saçlardan, kömürleşmiş bedenlerden, bir duvarın önünde kurşuna dizilmiş cesetlerden daha ürkünç bir görüntü olabilir mi? Bal gibi olurmuş! Islıklarıyla, yanıp sönen ışıklarıyla, pencerelerden karşılıklı olarak birbirlerini alkışlayan ve bir yandan da “Evde kal!” sloganı atan vasatların toplu görüntüsü beni çok daha fazla ürpertiyor. “Bunlar gayet insani şeyler, bence sen fazla abartıyorsun…” dediğinizi duyar gibiyim. Eğer böyle düşünüyorsanız yazının geri kalanını okumaktan vazgeçin; çünkü birazdan sizin gibi çekimserlere de sıra gelecek…

“Starbucks da kapalı dimiioa?..”

“Evet hayatım maalesef… Neyse ki Yemeksepeti hala aktif.”

“Neyse ki…”

Uludere bombardımanından sonra, kanın, barutun içinde yana yakıla oğlunun cesedini arayan çaresiz ihtiyarın fotoğrafı ile yukarıdaki diyalogun işaret ettiği vahşeti tuttum kıyasladım. İkincisi daha karanlık, daha vahşi… İhtiyardan bağımsız söylüyorum, o fotoğrafta estetize edilmiş bir acı var çünkü. Fakat hem bu şirin diyalogun hem de birbirini alkışa boğan site zombilerinin altında hiç mi hiç tesadüfi olmayan, sistematik bir vahşet yatıyor ve bu vahşeti “Bunlar gayet insani şeyler, bence sen fazla abartıyorsun…” diyenler meşrulaştırdılar! Tescillediler! Yumuşattılar! Neden mi sistematik vahşet? Çünkü vasat familyası pencerelerden birbirini alkışlarken en kadim insani duyarlılıklarla yahut sağlıklı günlerin sahici özlemiyle hareket etmiyor. Onların asıl gayesine birazdan değineceğim. İlkin şunu belirtmeliyim: Bu bir meydan okuma teşebbüsüdür! Politikacılar, kurguladıkları vasatlar eliyle, bizlere, yani hayatını sükûnet içinde, kaliteli ve incelikli bir formda tamamlamaya kararlı olanlara bir mesaj gönderiyor: Kurduğumuz bu yeni, bu rezil, bu kepaze dünyaya siz de katılmalısınız!

Şimdi gelelim vasatın gayesine… Vasat tabi bu meydan okumanın farkında değil. Çünkü kendi üzerinden dizayn edilmekte olan yeni-yaşamın şikâyetçisi değil; aksine gönüllü ortağı, kurtarıcısı. Vasatın alkış yaygarasının tek izahı şu: Dezenfekte edilmiş bir ‘şimdi’ye kapak atmak! Çünkü vasat yaklaşan her felaketi, kötülüğün ve tehlikenin sansürlendiği bir ‘şimdi’ yaratarak atlatmaya ayarlanmıştır; bu onun öz-savunma refleksidir. Vasat için kötülük ve tehlike site duvarları dışında kalan her yerdedir… Olup biten her şey vasat için olup bitiyorsa olup bitiyordur. Salgınlar, buhranlar, felaketler herkesten çok onu mağdur etmiştir. Bütün tıbbi tedbirler hep o ölmesin diye alınmıştır. En canlı ve en parlak gökkuşağını hep kendi çocuğu çizmiştir. Betona ve griye boğulmuş ve hayal gücü yeteneği baypas edilmiş çocuklar hep başka sitenin çocuklarıdır! Güvenlikli, otoparklı ve İngilizce isimli sitesi o hep ölümsüzlük havasında yaşasın diye inşa edilmiştir. Şuna inanın: Vasat, imkânı olsa kendi mezarını bile yaşadığı sitenin içine kazdırmaktan gocunmaz.

Sabah 6’daki uçağına fönlü, makyajlı, sırıtarak binen kadınlar ve şirket logosunu anlının ortasına dövme yaptıracak kadar gözünü karartmış erkekler eliyle kurulmakta olan beyaz yakalı dünyadan korkun!

Vasat familyası, kendi içinde kapalı, steril bir aile değil; keşke böyle kalsalardı ama değil işte. Toplum içinde bir baskı unsuru olarak fonksiyon gösteriyorlar. Örnek mi? Mesela, onlara ahlaki değerler hatırlatıldığında, kaypakça üste çıkıp, bütün güzelliklerin artık mazide kaldığını savunmaya başlarlar. Üstelik çağın barbar koşullarına ayak uydurmayı reddettiğimiz için bizi suçlamaya yeltenirler. “Hız”ın bayraktarlığını üstlenirler. Dikkat edin: Bunlar sülalece yavaşlık düşmanıdırlar.

Ormanları katleden yağmacılara laf söylemekten imtina eden fakat plazanın -7.katında orman temalı bir kafede çalışan garsona lattesini geç getirdiği için kan kusturanlardan korkun! Vasatlar sayesinde duble yol yapmanın bir övünç kaynağı haline geldiğini unutmayın. Vasatlar sayesinde siyasal partilerin siyam ikizleri gibi birbirine yapışık ve benzer halde doğduğunu unutmayın! Her bir vasat organize olmuş büyük kötülüğün birer şubesidir.  “Bunlar gayet insani şeyler, bence sen fazla abartıyorsun…” diyenler ise, henüz bir vasatlık şubesi açamamış çekimser girişimcilerdir!

Şu hususta mutabık olalım: Tüketim kültürünün hâkimiyeti altındaki bir insanla –vasatla- temas kurmanın sonucu muhakkak nesneleşmeye varıyor! Ne yazık ki bu temastan kaçınmak artık neredeyse imkânsızdır. Onlar her yerdeler, her şeydeler… İşte bu sebeple, bizlere bir ölçüt, bir tutum, bir strateji gerek! Bir yasa gerek! Esasen bu yazıyı yazma amacım da zaten bağlı olduğum yasanın gereğini yerine getirmek içindi. Nedir mi o yasa? Vasatın ‘en insani’ reflekslerine bile vesveseyle bakmak! 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl