Zizek, global kapitalizmin kriziyle birlikte, bir kez daha Lenin’e geri dönmeyi önerir –ancak kendisine has bir tarzla.1 Lenin figürünün radikal sol teori tarafından yeniden içerilmesinin momentumu olarak bu Kehre, basit bir şekilde Stalinist iradecilikle ya da aşikar bir saldırı taktiğine “dönüş”le özdeşleştirilemez; öncelikle karşımıza çıkan şey, meşhur 11. tezin tersine çevrilmesi olacaktır. Zizek’in ima ettiği ve Lenin üzerinden gönderimde bulunduğu edimsellik, Hegelci historsist şema için kurgulanmış baştan çıkarıcı bir tuzaktır aslında. Buna göre sorun, dünyayı düşünmek yerine değiştirmek vb. değildir. Adorno’nun negatif diyalektiğinin katmerli bir ters yüz edilişidir işleyen. Adorno’ya ait şu cümleyi hatırlayalım: “Bir zamanlar miadını doldurmuş gibi görünen felsefe bugün hala yaşıyor çünkü onu gerçekleştirme fırsatı kaçırıldı.” Burada Adorno’nun geç kapitalizmle sembolik bir suç ortaklığı içine girmesine yol açan politikasızlaştırılmış ontolojisi, Leninist-Sovyetik momentumun yadsınmasının ardından, kültür endüstrisinin histerisinde kendisini kuşatılmış hisseder. Bu histerinin kaynağı geç kapitalizm midir yoksa Adorno’nun negativitesi mi? Bu soruya cevabımız, ikinci şıkkın türevselliğine işaret ederek biçimlenecek. Bunun boyutlarını anlamak için, psikanalizin temel bir klinik ilkesine, Übertragung’a bakalım: Hasta kendi semptomlarını açıklarken bunları analistinin bedenine transfer eder. Adorno da filozofun divanını görünmez bir klinik odaya çevirirken, kendi nevrolojisini kapitalist reel tahakkümün dönüştürdüğü bireyde bir eko gibi sahneler. Bundan dolayı, felsefenin gerçekleştirme tarzının yani pratik aklın üstü çizilirken, saf spekülatif uğrağa geri çekiliriz ve Marx’ın son-felsefesinin yerini bir tür ilk-felsefe alır. Zizek’in 11. tezin tersine çevrilmesini planlarken önermek istediği felsefi konum bu mudur? Sanmıyorum: Şayet Leninist terimlerle ifade edersek, Adorno’nun felsefi stratejisi yerine Zizek’teki ters yüz edilme tamamen taktikseldir. Lenin, bu idealar evreninde, yüceltilmiş bir fetiş ya da jenerik bir otorite falan değil, basbayağı kendisini yargılayan bir Kampfplatz’dır.

Lenin’e geri dönüş. Peki, ama buna neden gerek olsun ki? Yapısalcılık-sonrası kuramlar bizi politik ve/veya teorik olarak tatmin etmekten uzak mıdır? Bu sorunun cevaplandırılmasının (evet ya da hayır, fark etmez), Lenin’i geri çağırmak için yeterli olduğunu düşünmek, işaret ettiğimiz gibi Lenin’i figüratif bir alan olarak değil, ikame bir otorite olarak sahiplenmeye kararlıdır; oysa biz bunu reddediyoruz. Bunu anlamak için, Troçki’nin 25 Haziran 1935’te günlüğüne geçirdiği rüya kaydına bakalım:

Dün gece, ya da bu sabah erken saatlerde rüyamda Lenin’le konuştuğumu gördüm. Çevremde bulunan nesnelere bakılırsa, bir geminin üçüncü sınıf güvertesindeydik. Lenin bir köşede uzanmıştı: Ben onun yanında ya ayakta duruyordum ya da oturmuş vaziyetteydim, hangisi olduğundan emin değilim. Hastalığım hakkında endişe içinde beni sorguya çekiyordu. “Belli ki sinirsel bitkinlik yaşıyorsun, dinlenmelisin…” Doğuştan gelen Schwungkraft’ırnla (canlılığımla) bitkinlikten hep çarçabuk kurtulmuşumdur, fakat bu sefer sorun galiba daha derin bir süreçten kaynaklanıyor, diye yanıtladım… “O halde cidden (bu sözcüğü vurguladı) doktorlara danışmalısın (çeşitli isimler saydı)…” Ona zaten pek çok defa muayene olduğum yanıtını verdim ve Berlin seyahatimi anlatmaya başladım; ancak Lenin’e bakarken ölmüş olduğunu hatırladım. Konuşmayı bitirebilmek için hemen bu düşünceyi zihnimden uzaklaştırmaya çalıştım. Berlin’e l926’da tedavi olmak amacıyla gerçekleştirdiğim seyahati anlattıktan sonra, “Bu, sen öldükten sonraydı” diye eklemek istedim; ancak kendime geldim ve “Sen hastalandıktan sonra … ” dedim.2

Freud’un rüyalardaki Goethe motifinin analizinin bagajını açarsak (rüyada kültürel-sembolik evrenin heroon-karakterlerini görmek), Lenin’in görüntüsünün Hamletvari bir ödipal takıntı sahnesi olduğu görülebilir. Ancak bu rüyada enteresan bir şey vardır: Lenin vardır ancak yaşamıyordur –rüya bizi basitçe Lenin’in yaşadığı bir perde-anıya taşımaz. Lenin’in ölümünün hatırlatılması, formalist Bolşevik siyaset setlerinin yeniden düşünülmesi ve tartışılmasına ilişkin kapalı bir ima mıdır? Hasta Troçki, hastalığının psişesini Lenin’in ölümüne bağlamakta gibidir. Lenin’in yaşamadığı bir evrende devrim-olayı sembolik evrensel kertesinde kapatılmamış ve Lacancı gerçek’in direncine matuf olarak kurulabilir. Hayali otoriteler ve birden fazla Lenin alıntısının arasındaki filolojik patikalara indirgenen sekter politika, ölü Lenin’in yaşayan portresiyle kendi kendisini sakatlar. Buradaki Lenin’e bakış, Lenin’in, Leninist bir muhakemesi –yani basitçe “somut durumun somut tahlili”nin peşinden koşan politik bir analitiği– değildir.

Bu yazının sınırları sadece Lenin’in dili üzerine geliştirilmiş kısa bir taslaktan ibaret olacak. Daha geniş bir Lenin analizi için, Negri’nin Lenin Üzerine 33 Ders3’ine bakılabilir: Burada çok geniş bir Lenin profili ve Leninist siyasetin, kapitalist formal tahakküme karşı çıkışının stratejik nirengi noktalarını bulabiliriz. Ben bu metinde sadece Negri’nin kurduğu, Lenin’deki sermaye-örgütlenme-ayaklanma teorileri üçlüsüne dikkat edeceğim. Ancak, bunun için ve bununla birlikte, Negri’nin bahsedilen pedagojik Lenin’ini açımlamak adına, Lenin’in dili hakkında poetik bir tartışmaya girmemiz gerekiyor.

Liberal konsensüsün evrensel zaferini ilanın melankolik kabulünün üzerinden neredeyse onlarca yıl, 2008 krizinin ve bu krizin akdeniz ve ortadoğudaki patlamalarının politik canlılığının üzerindense çok az zaman geçti. Bu tarihsel aralıkta şuna dikkat çekmemiz gerekiyor ki, gerçek tahakküm evresindeki kapitalizm, gündelik hayatı yeniden kolonyalize ediyor. Bu ondokuzuncu yüzyıldaki dünyanın emperyalistler arasında paylaştırılması ve yeni pazar alanlarının açılmasına denk bir maddi ve maddi-olmayan ekonomipolitik diyalektiğe işaret ediyor. Siyasalın geri dönüşünün eşiğindeki bizler, bunun içindir ki, Lenin’in hevesli okuyucuları olarak, Lenin’deki kararlı ve aşikar yazım tarzını görünce şaşkınlığa uğrarız. Lenin, bütün asil ve yeni sol teorilerimizin yanında, artık gerçekten de nezaketten yoksun gibi görünür –ve biliriz ki, sözkonusu nezaketimizi, kaba kapitalist saldırılar ve baskılar karşısında, ancak bu Leninist şekilde muhafaza edebiliriz. Biz, mikro-direnişler ya da sivil itaatsizlikler hazırlamak üzere aktüel sol teori çerçevesinde programlanmışken Leninist hegemonya, nesnel zorunluluklar ve süreksizlik barındıran öznellikler hakkında müstehcen bir şekilde konuşur. Lenin okumak bu anlamda, neoliberal paradigma ve (Mouffe’un popüler terimini kullanırsak) onun post-politik dil oyununa şizoid bir meydan okumadır –aynı zamanda bu şaşaalı nesnel ve öznel (kapitalist) yönetişim tekniklerinin kendiliğinden çöküşünün curcunasına agitato katılmaktır. Lenin’in metinleri, kristal ve camsılaşmış bir nehir yatağına benzer: Sözcüklerin art arda sıralanmasında ve kısa kelimelerin birbirlerine çok kısa boşluklarla birlikte dolanmasındaki bünyemizi saran klostrofobi, bizi öncelikle korkutabilir. Yoksa, aynı otoriter sosyalizm deneyimine ve Stalinist Thermidor’a mı tosladık? Bunun böyle olmadığını kanıtlamak için, Negri’nin Lenin fenomenolojisinin askıya alınmış poetik boyutunun yeniden analitikleştirilmesini öneriyorum.

Negri, Lenin üzerine derslerinde şundan bahseder: Lenin’in özgül zaman-mekan eğrisinde işleyen kartezyen mantık, ilk bakışta herkesin kavrayabileceği kadar sarihtir. Öncelikle Marksist sınıf mücadelesi nosyonu bir alan olarak tanımlanır ve işletilmeye başlatılır –iki sınıfın mücadelesine dinamik ve diyalektik yollarla indirgenebilir tarihin karmaşası: proleterya ve burjuvazi. Sonrasında, proleteryanın göreli ve mutlak artı-değer üretme süreçlerine ilişkin bir yakın okumaya girişirken, aynı zamanda kapitalist mekanların, proleteryayı nasıl kendinde-varlık (ansichsein) haline getirdiğini görürüz. Bu noktada Leninist arşimet noktasıyla birlikte, Fabrikaların işçi sınıfına kanalize ettiği homo laborans etiği, pekala, yıkıcı Parti için bir yakıt haline getirilir. Böylelikle, kendinde ve kendi-için (fürsich) kipliği varlıkta (genç Lukacs’ın terminolojisini kullanırsak, “işçi sınıfının bilinci”nde) kurulabilir; özneleşen proleterya, burjuvazinin örgütlü ideolojik ve zor aygıtları karşısında, kendi kendisini harekete geçirebilir. Bütün bu geçişler, öznellik üretim ve kaymaları, başlı başına, Negri’nin Lenin’de tasnif ettiği örgütlenme ve ayaklanma teorilerinin motifleriyle açıklanabilir.

Bugünlerde, Marksolojik literatürde, proleteryanın örgütlenme ve ayaklanmasının taktik ve stratejik içerimlerinin söylemsel kistinin enflasyonist büyümesinden geçilmediği için bunları uzun uzun tartışmaya açmayacağım. Ancak, Negri’nin altını özenle çizdiği şu sahne önemlidir: Lenin II. Enternasyonelin asyatik altkültür barbarı olarak Kautsky-Bebel vs.leri tarafından dışlanırken dogmatik veya kanonik bir Marksizmin yeniden sunumunu önermiyor ya da savunmuyordu –bunları yapanlar Kautsky grubuydu zaten. 1910’lar ve 20’lere ilişkin detaylı bir bakış, Lenin’in sekter ortodosksisinin aslında muğlak bir heterodoksi olduğunu görünce şaşkına uğrayabilir. Lenin’den çıkaracağımız ders, bizim başlangıçta reddettiğimiz türden bir politik fetişin reddi (bu Lenin’in kendisine ya da Marksist kanona yerleştirilmiş olabilir) ve kitlelerin kendiliğindenliğinin aktifleştirilmesinin diyalektik dokusudur. Negri’nin söylediği gibi, “Lenin kendiliğindelikten kendiliğindeliğe doğru ilerler.4 “Ne Yapmalı?” metninin unutulan başlangıcı, kitlelerin kendiliğindeliğinin iradeci zorlanması ve parti-proleterya önderliğinde yeniden üretimini işaret ederken, Lenin’in bu iradeci tezi bir varsayım olarak kitlelerin kendiliğindeliğinde kurduğudur. Bunun için Lenin’in bize hatırlatılması, ne Hamletvari bir yeniden üretilen ödipalizmdir ne de Stalinist Thermidor’un yol taşlarını yeniden döşemek. Lenin’in devlet teorisi ya da kapitalizm teorisi, mevcut ampirik hallerde aşılmış olabilir (Gramsci’nin sivil-siyasal toplum kavramları ya da otonom Marksizm’i düşünüyorum bu “aşma”dan bahsederken). Ancak Lenin bize hala bir şeyler öğretir: siyasalın kuruculuğunu. Marksolojik vulgar siyaset, Lenin’i “iktidarı/devleti ele geçirme” sorunsalının analitiğine sıkıştırmışken, Lenin aslında bundan daha fazlasıdır. Lenin’in dilinde, belki geri dönmeyen ve enerjik bir çizgi gibi uzayan bir tonalite olabilir, ancak bu dilde sadece Lenin’in konuştuğu yerlere değil, sustuğu yerlere de bakmalıyız, böylece onda bastırılan şu kakafoniyi de yakalamak olası: İktidar mücadelesi, siyasetin kurucu kertesidir ancak bütün siyaset yukarıdan iktidar dinamiğine ya da baskı tekniklerine indirgenemez. Bunun için Ranciere’in şu önermesi bize Sartre’ın ultra-bolşevizmini hatırlatabilir: “Siyaset, iktidarın icrası değildir. Siyaset, özgül bir özne tarafından hayata geçirilen ve aklın belirli bir biçimden kaynaklanan bir eyleme tarzı olarak kendi kendisiyle tanımlanmalıdır. Bir öznenin (öznelliğin) olabilirliğini düşünmeye imkan veren şey siyasal ilişkidir, tam tersi değil.”5 Halihazırdaki Leninist siyasetin fetiş sözcüklerinden biri olarak iktidar ya da iktidarı ele geçirmek motifi, melankoliğin yitirilmiş nesnesine benzer –halbuki (Leninist) özne ona hiç sahip olmamıştır. Buna bağlı olarak, Lenin’in üslubundaki klostrofobinin kendisini patlatması ve bir hiper-siyasala ulaşmasını beklemek için geri çekilebiliriz. Zizek’in 11. tezi ters yüz etmek istemesinin anlamı bu olabilir.

Bununla, makro-siyasallaştırma tekniklerinden cayıp gündelik içkin dönüşümler üzerine partiküler formatlara yoğunlaşmamız gerektiğini söylemiyorum: Makro-kozmosun, mikro-kozmosla bir ve özdeş olduğunu öne süren Platoncu arkaik ilkeye atıf yapıyorum. Veya Wittgenstein’ın Tractatus’undaki 5.63 nolu önermesi gibi: “Ich bin meine Welt. (Der Mikrokosmos.)” Buna göre, beden ile dünya arasında varsayıldığı gibi epistemolojik bir yarık falan yoktur, die Welt bana, anlığımı transandantal kipte kuran, burada hem langue hem parole anlamına gelebilecek yapısalcılık-öncesi diyalektte Dil aracılığıyla taşınır –bu taşıma işleminin adı “istenç”tir– ve ben, bedenimde dünyaya dokunurum. Bu yolla, Lenin’e dayanan ve Zizek’in kurmaya çalıştığı biçimiyle Lenin’i hatırlayan bir özne ya da siyaset, Lenin’in formal ampirik setlerini taşımasa ya da ona hayali otorite olarak sürekli referans edip durmasa dahi, Leninist jesti korkusuzca sergiler: Bedenlerin politikleşmesi ve yoğun bir şekilde örülü zırhın içinden akan sıcak kan gibi hızla ilerleyen dil oyunları pratiğinin dünyaya dokunması. Siyasalın geri dönüşünün dünya-tarihsel zamanında, hepimiz bu dilden etkilenir ve kendimizi ona benzetmeye çalışırız –artık kapitalizmin uzamsal koordinatlarında ondan sonsuz şekilde uzaklaşmış olsak da. Lenin’in dili bu yüzden siyasalın geri dönüşüne bakmak için muazzam bir imgesel platformdur.

1 Zizek, Lenin Üzerine, Çev. Nilgün Ateş, Encore, 2004.

2 Leon Trotsky, Diary in Exile, 1935 (Cambridge, MA: Harvard University Press 1976), s. 145- 146. Aktaran, Troçki’nin Terörizm ve Komünizm’e yazdığı önsözde Zizek.

3 Negri, Lenin Üzerine 33 Ders, Çev. Nagehan Uskan, Otonom, 2015.

4 Age s. 87

5 Çağdaş Marksist Kuramda Tartışmalar, Siyasalın Düzenekleri, Çev. Sercan Çalcı, Dipnot, 2017, s.151