Ana Sayfa Kritik MASKEDEN YÜZLER, YÜZLERDEN MASKELER

MASKEDEN YÜZLER, YÜZLERDEN MASKELER

MASKEDEN YÜZLER, YÜZLERDEN MASKELER

John Berger:” Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler.” der. (1) Bu fenomenin, kendimiz, kendi görmelerimizin nesnesi olduğumuzda da bu şekilde gerçekleşebileceğini düşünebiliriz. Yani, görmedeki hakikiliğin, algımızın biçimleriyle sınırlı olduğunu ve hissedilen hayatın bireyselliğimizde temellenen yapısını anladığımızda görmelerimizdeki sübjektiviteyi kavramış oluruz. Gündelik rutinde, hissettiğimiz hayatın değerinin, kendilik bilincimizde ve bireyselliğimizin başkalarında tecrübe edilmeye izin vermeyen tekil duyarlılığında geliştiğini ve görmelerimizin, öznelliğimizde biçimlendiğini fark ettiğimizde, inandıklarımızın görüşümüzü nasıl etkilediğini de anlarız. Bu öznelliğin de, bakışlarımız bir sebeple daha çok kendimize yöneldiğinde ve özellikle Covid virüsü sebebiyle hassas dönemlerden geçtiğimiz, rasyonalitemizin zayıfladığı, kendimize ve çevremize yönelik duyarlığımızın bir çeşit anomaliyle bozulduğu mevcut şartlarda daha da uçlarda geliştiğini deneyimleriz. Sağlığımıza ilişkin tehlike algımızın üst boyutlarda bir hassasiyet içerdiği salgın sürecinde, kendimize ve başkalarına yönelen görmelerimizin niteliğinin giderek olumsuz anlamda değiştiğini de gözlemleyebiliyoruz.

Bu kötücül durumlara ilişkin deneyimleri, özellikle maskelerin ardına saklı yüzlerimizin görünüşe çıktığı son yıllarda daha da çok yaşamışızdır. Nitekim bu bağlamda, Covid-19 virüsünün yayılması, riskleri, semptomları, durmadan geçirdiği evrimi ve nihayetinde salgınıyla bağlantılı olarak ölümcül sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalan insanların, tüm yerküreye yayılan bir paniğin şaşkın, mutsuz ve korkulu kurbanlarına dönüşmelerinin de tecrübe edildiğini gördük. Her birinin bir diğeri için potansiyel bir tehlikeye dönüştüğü bu süreçte, tüm dünya insanlarının kendilerini korumak için gönüllü veya gönülsüz olarak sokaklarda, alışveriş merkezlerinde yüzlerini maskeyle gizlemelerinin sağlık boyutu dışında da irdelenmeye değer bir yönünün ortaya çıktığı muhakkak. Nitekim maskelerin, bir sağlık aparatı olmanın dışına taşan, yüzümüzle girdiği gergin ilişkisellikte, kendi aşkınsallığını üreten niteliğiyle de bu süreçte karşılaşmış oluyoruz. Zira maskenin bir şeyi gizlerken(bizi) bir başka şeyi(tehlike) de ifşa ediyor olması onun, güncel olarak yaşadığımız küresel sağlık tehlikesinin doğasında saklı ikiliğinin de temsilini yüklendiği anlamına gelir. Çünkü virüs tehlikesinin, algılarımızla doğrudan erişilebilir olmaması; maskeyi, görünmezi görünür kılan bir nesne olarak söz konusu anlam vektörü için bir tehlike işaretine de dönüştürür.

2020 yılından bu yana hayatımızın bir parçası olan maskeler, her ne kadar Antik Çağ’dan beri sanatsal, dini ve geleneksel ritüellerde bir metafor olarak kullanılıyor ise de günümüzde, en azından bulaşıcı Covid virüsünden bu yana salt bir sağlık aracı olarak vazgeçilmez bir gereklilikle yaşamımıza müdahale ediyor, diyebiliriz. Fakat bu yazının özgün içeriği, bir sağlık gereci olmanın ötesinde maskenin, yüzümüzü saklayan, mecazi anlam üretiminin momentumu olarak da üstlendiği rolün ve bir maske olarak giyindiğimiz çıplak yüzlerimizin üzerine düşünmektir. Maskenin, insanın hiçbir zaman gerçeği tüm açıklığıyla göstermek istemeyişini, şeffaflığa karşı direnişini de afişe eden bir yönü var. Fakat bu süreçte öncelikle maskeli yüzümüzün, yüzlerimiz arasından bir başka yüz olarak ötekiyle ilişkimizi nasıl etkilediği sorusu üzerinde düşünmek gerekecektir.

Salgın süresince maske salt kendimizi bir diğerinden koruma işlevi için değil, kendimizle ve bir diğeriyle ilişkimiz üzerinde yarattığı baskıyla da ele alınmayı gerektirmektedir. Öyle ki maske bir yönüyle bir sağlık aparatı olarak ötekinin sağlığı konusundaki hassasiyetimizin ifadesine dönüşüyor, bir yönüyle de ötekiyi kendimizden uzaklaştırmanın bariyeri oluyor. Ötekine ihtiyacımız olan kendi benimizi de bizden uzaklaştırıyor. Kendini bize dışarıdan dayatarak kendini ve ötekini koru, diyor. Ama ötekini, yanımızda isteyişimizin niteliğini bozarak yapıyor bunu. Çünkü öteki hem potansiyel virüs taşıyıcı olarak huzurumuzu bozan hem de kendimizi, kendimiz olmayana açma ihtiyacımızın muhatabı olarak bir gerginlik kaynağına dönüşüyor. Maskenin kendini durmadan hatırlatan bu mevcudiyeti, daha önce bizde var olan teyakkuz hallerimizi de bozarak ötekiyle olan ilişkimizi biçimsizleştiriyor, muallakta bırakıyor: Yanaktan öpmeleri, sarılmaları seven bir toplum olarak; tokalaşsak mı, sarılsak mı, öpsek mi, yeni bir temas figürü mü geliştirsek türündeki karasızlık anlarında, ilişki ritüellerimizi yerinden ederek, sosyalleşmemizin önünde bir bariyere dönüşüyor.

Maske, iletişimimizi akamete uğratmasına rağmen yine de yüzlerimizi kapatırken ötekiyle aramıza muğlak olmayan, kesin ve sınırı baştan belli bir mesafe koyar. Figürsüz, ifadesiz, donuk yüzeyselliği bu sınırı en baştan yaratarak ötekini, ben olanla yanılsamalı bir karşılaşmadan uzak tutar. Ancak yüzlerimizin bu kesinliği ve sınırı içermeyen tekinsiz ikiliği, maskenin yarattığı ikilikten daha muammalı bir ilişki ağı yaratır. Yüzün maskedeki plastik kapalılığa sahip olmayışı, onu, öteki için bir taraftan açıklık çağrısı içinde hazır tutarken bir taraftan da asla öngörülemeyen bir giz, yanılsama, aldanış ve kapalılık ihtimaliyle baş başa bırakır. Çünkü yüzün zengin ama yanıltıcı okunurluğu, onu öteki için aynı zamanda hem açık hem de muammalı bir çağrıya dönüştürür. Ancak bütün bunlara rağmen yüzümüzün ilişkilerimiz için hiçbir şeyle telafi edilemeyecek işlevselliğinden mahrum kaldığımızda, insan olma hallerimizin çok önemli bir ölçüsünden yoksun kalacağımızı biliriz. Sanırım bir diğeriyle ilgilenmelerimizin nasıl bozulacağını, hatta imkânsızlaşacağını tahayyül bile edemeyiz. Çünkü yüzümüz, tüm bedenimizin ürettiği anlamsal sınırların ötesine taşan otonom semantiğiyle, kendi nesnelliğinin türlü tezahürlerini de aşkınsal düzeyde üreten kompleks bir ifade aracı olarak işlev görür. Yani iletişim odaklı bir yazılım programı olarak belli kodlara, şifrelere, anlamsal işaretlere sahip, metamorfik bir yapıdan bahsediyoruz. Dolayısıyla Balzac’ın, yüzümü ilk gördüğün andan itibaren kalbimi gördün, dediği yüzümüz, ruhumuzun yansıdığı yer olarak bedenin herhangi bir yeri değildir.

Bedenimizde başka hiçbir parça, yüzümüz denli özerk, özgün bir semantiğin doğurgan, yaratıcı üretim kaynağına dönüşmemiştir. Yüz, aynı zamanda ruhumuzu, niyetimizi hem ustaca gizlemenin hem de sahihliği içinde görünüşe sunabilmenin mekânı. Bu anlamda her durum için özel bir tasarım olarak giyilebilir bir yüz, istediğimiz gibi görünmenin, benliğimizin fragmanlarını sahnelemenin ve onu simüle etmenin de aracı. Dolayısıyla bir maske olarak yüz, belki de ömür boyu üstümüzden çıkaramadığımız ve hep taşıdığımız bir gizlenme aracına dönüşür. Elbette nedensiz yere takmayız o maskeyi: Sevilmek için, otoritelerce nasıl algılanacağımız korkusunu aşmak için, birini veya kendimizi incitmemek için, dışlanmamak ve başkalarıyla birlikte olabilmek için, onay görmek için vs. takarız maskelerimizi. Ancak maske takmak için gerekçelerimiz çoğaldıkça zamanla kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, ne istediğimizi, yani gerçekte kim olduğumuzu unutacak hale de gelebiliriz. Böylece çıktığımız yolda kaybolur ya da artık yüzümüzün ardına saklayamayacağımız kadar şey biriktirip delirmenin eşiğine geliriz. Nitekim bizde ve başkalarında anlamlı olarak görünüşe çıkan şeyin yüz olması, yüze ilişkin algımızı da belirleyen bir etken olur. Yüzü, anlamlı bir nesne olarak düşündüğümüzde, maskeli veya maskesiz olarak onu nasıl görüyoruz’u ve onda nasıl görünüyoruz’u da merak ederiz.

Yüzün hem gelişkin bir ifade aracı olması hem de gerçek niyetlerimizin yanıltıcı maskelenmesi olması bir yana, son yıllarda salgın nedeniyle taktığımız maskelerin yarattığı bulanık iletişimin olumsuz etkilerinin de ayrıca bir engele dönüştüğünü görüyoruz. Çünkü ötekinin yüzünün yokluğu, bizi, tanımadığımız, tekinsiz bir diğerine gitmek konusunda ikircimde bırakır. Onun niyetine, duygu ve düşüncelerine erişemeyeceğimizi düşündüğümüzde, kendini bize açmayan ötekiyi, potansiyel bir tehlike olarak algılamamız da mümkün olur. Yüzün tümünden mahrum olmakla, yüzsel iletişimi temsil eden ifadenin büyük bir bölümünden de mahrum kalırız. Zira İtalyanca “sahte yüz” anlamına gelen ‘maschera‘dan türetilen maskenin, kapattığı yüzün sahibi için, mutlaka bir kimlik problemi yaratacağı, onun tanınırlığını ortadan kaldıracağı, dolayısıyla onu iletişime kapalı hale getireceği ve sahteleştireceği bir durum ortaya çıkar. Nitekim ne kadar değişik formlarda olursa olsun, bir insan yüzü, bir diğer insan yüzü için tanıdıktır, çünkü kendi yüzünün bir benzeridir. Onda, kendimizde de olan bir şeyler yakalayabilir ve ona erişebiliriz. Hatta ondaki farklılıklar bile bizi, bize gönderebilir, kendimiz için anlamlı bir çağrıya dönüştürebilir. Ötekinin yüzündeki kırılganlık bizim için, bizde saklı olanın üzerindeki örtüyü kaldırabilir. Ona ulaşma arzumuz, kendimize ulaşma arzumuzu ilerletebilir. Ancak maskeliyse erişimimiz engellenir ve dolayısıyla böyle bir durumda maskelenmiş yüzün ürettiği gerçek niyeti, yansıttığı duygu ve düşünceyi yakalamamız da mümkün olmaz. Böylece sözsel ifadenin insafına terk edilmiş, duygusal yanı kötürüm, yanılsamalı bir iletişim durumuyla baş başa kalmış oluruz. Tabi yine de fiziki maskelerimiz olmadan, yani salgın, fiziksel mesafe ve bariyer jestlerinden önce, birbirimiz için daha mı yakın, erişilebilir ve ulaşılabilir durumdaydık, diye sorabiliriz. Maskenin belki de bu durumu ifşa eden yönü daha da dikkate değerdir.

Fakat diğer taraftan da Covid salgını sürecinde maskeyle ilişkimizin de paradoksal biçimde geliştiğini gözlemleyebiliyoruz. Bir taraftan ondan nefret ediyor, onu bir an önce çıkarmak istiyoruz, bir taraftan da bizi daha çekici, baştan çıkarıcı yaptığı türünde duygulara sahip oluyoruz. Bu algıda belki de sinema dünyasında maskeli kahramanların yarattığı illüzyonun çekim gücü de vardır, kim bilir? Her ne kadar, sağlık maskeleri, diğerleri gibi pek sevimli görünmese de bu mümkün olabilir. Ya da bu algı, yüzün alt kısmındansa bakışın, genellikle gizemin bir parçası olan gözlerden etkilenmesinin bir yansımasıdır da diyebiliriz. Bu çekiciliğin, yüzün geri kalanı söz konusu olduğunda hayal gücünü serbest bırakan bir tarafı da var. Yüzün alt kısmının hayalde tamamlandığı estetik bir onarımdan bahsedebiliriz. Tıpkı, yüzün sağ veya sol kısmını gizlediğimizde, diğer tarafı beynin tamamlaması gibi. Bu tamamlama ve onarımda estetik bir süreç işletildiğinden, hasarlı unsurlar da ayıklanmış oluyor. Bu durumu, son yıllarda, göz ve alınları hariç yüzlerini görme şansına sahip olmadığım öğrencilerimin, maskeyi bir an için de olsa çıkarmak istemeyişleriyle deneyimlemiş oldum. Nitekim sonradan, çoğunun maskeyi hiç çıkarmak istememesinin nedeninin salt sağlıkla ilgili olmadığını, üstte ifade edilen estetik kaygıların bunda daha etkin olduğunu öğrenmiş oldum. Yüzlerinden çıkarmak istemeyenler için maske, adeta yüzlerinin doğal bir parçasına, kusurları da kapatan yeni bir deriye dönüşmüştü. Bu ilginç deneyime, maskelerini çıkaran öğrencilerin yüzlerinin üst kısmıyla alt kısmını birbirine yakıştıramamam, parçaları birleştirememem de eklenince, algının görmeyle ilgili bir probleme dönüştüğü de ortaya çıkmış oldu. Sanırım bunun, Berger’in, düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler, dediği durumla ilgisini gösteren bir yönü var. Öğrencilerin yüzlerinin maskeyle silinen parçalarını, kendi düşünmelerime göre hayalde tamamladığımı gösteren bir deneyimdi yaşadığım. Yüzlerde görmediğim, eksik kalan parçaya ilişkin bende kendiliğinden beliren inanma ve düşünme, görmelerimi etkilemiş, içeriğini değiştirmişti. Böylece maskenin, hakikate erişimimizde bir engele dönüşen ve zaten evvelden hakikate ilişkin yaşadığımız zorluğa farklı bir boyut kazandıran bir işlevi de ortaya çıkmıştı. Yanı sıra maske, paradoksal olarak bir yandan kendimizi başka bir kimlikte sahte bir gerçeklik olarak açmanın, diğer taraftan da kendi yüzümüzün doğal gerçekliğini kapatmanın bir aracı oluyordu.

Yüz, bedende en anlamlı parça, ancak anlaşılıyor ki maskeli yüz, artık başka anlamlar üreten bir metafora dönüşmüş olarak “maske ve yüz” üzerine yeni düşünmelerin kapısını aralamış oluyor. Anlamını sakınmamış açık bir yüzün, daha önceleri kendini bize tam olarak açtığını, görünür olduğunu; bir diğerine sansürsüz sunduğunu da düşünmüyoruz elbette. Yani maskeler olmadan da yüzümüz yeterince görünür ve okunur değildi, ancak yine de anlamın deşifre olduğu alan olarak açık bir yüz, kapalı bir yüze göre çok daha fazla okunmaya imkân verebilir. Yüzün, kamusal kimliğimiz için bir imaj üretim merkezi olduğunu da düşündüğümüzde, muhakkak ki maskeyle parçalı hale getirilmiş, bütünlüğünü kaybetmiş ve sadece alın ve gözlerden oluşan tek yönlü, basit bir zemine dönüşmüş yüzün, üstlendiği imaj üretimini de yeterince yerine getiremeyeceği bellidir. Öyleyse yarısı silinmiş, bütün olmaklığı bozulmuş bu eklektik yapı, artık etkin bir imaj için yeterli bilgiyi üretemez de diyebiliriz. İmajın, bütüncül bir perspektife sahip olmayı gerektirmesi buna neden olur, denebilir. Ulus Baker, Kanaatlerden İmajlara kitabında bu durum için şöyle der: “ Bir imaj kesinlikle tek yönlü değildir: basit bir ‘yüzeye’ indirgenemez, buna rağmen biz ondaki bütün yayılımları, örüntüleri ve boyutları kavramak zorundayız. Bizler ‘ seçici’ varlıklar olmamıza rağmen, bir imaj bize asla bütün cephelerini ve ilişkilerini göstermediğinden seçimimizi ‘aktif’ şekilde yapmak zorundayızdır(bu ilk başta önemli ölçüde bir algı meselesidir) ve buna bağlı olarak Walter Benjamin’in çok derin gözleminde örneklendirdiği üzere, imajlar inceden inceye ‘fikirler’ olmaya yönelirler.” (2)

Baker’in vurguladığı şeyi, kendi tematiğimiz açısından şöyle yorumlayabiliriz: Yüzde elde ettiğimiz imajın tek yönlülüğe, basitliğe indirgenememesi; ayrıntılar ve tüm örüntülere hâkim olma gerekliliği içinde oluşması, maskenin etkin bir imaj üretimi için bir engele dönüştüğünü anlatır. Ancak Baker’in, bir imaj bize asla bütün cephelerini ve ilişkilerini göstermediğinden seçimimizi ‘aktif’ şekilde yapmak zorundayızdır, dediği gibi, yüzün maskeli veya maskesiz, bilgiyi bize bütün olarak sunmaması, bizi algısal düzlemde aktif bir verimlilik ilişkisi içinde üretici olmaya itiyor ve yarısını gördüğümüz yüze ilişkin fikirler geliştiriyor, imajı düşüncemizde tamamlıyoruz. Maske bu bağlamda anlamlı, bütünsel bir imajın görünümü için ilerlemeyi engelleyen bir şeye dönüşmeyebiliyor ve tersine kendisi de duyguların bir maskesi olan yüzümüzün yazılımlarını ya eksiği tamamlayarak ya da bütünüyle silerek baştan yazılıma imkân tanıyor. Burada hem Baker’in hem de Berger’in görmeyle ilgili olarak bizde oluşan algıya ve kanaate dikkat çektiğini fark etmişizdir.

Covid sürecinde yüzümüzde bir çeşit deriye dönüşen maske, duygu ve ruh hallerimiz üzerinde hakikati örten illüzyonlar yaratsa da onun ürettiği yanılsamanın gücü, yüzün, hakikatlerimizi daha bir ustalıkla perdeleyen yanıltıcı gücüne erişemez. Tam tersi, maskenin yüzlerde durmadan beliren illüzyonun kıvılcımlarını söndürdüğü bile söylenebilir. Nitekim maskenin, yüzü yarım ve olmamış bırakan figürsüz fizyonomisi, yüzün ürettiği aldanışı sonlandıran bir ironiye de dönüşerek onu boş bir levhaya dönüştürdü, denebilir. İyimser bir bakışla, maske sayesinde edindiğimiz bu tabula rasa’yı, hem yüzümüze ilişkin tüm iyicil veya kötücül okumaları ve hem de yüzümüzü hileli bir metin olarak sunduğumuz arızalı ayartmaları sonlandıran toplu bir katarsis ayini olarak adlandırabilirdik. Zira maske bir yönüyle de hiçbir şeyi gizlemeyen, yanılsamaların, aldanmaların olmadığı, düz, ifadesiz, saf bir dışsallıktır, denebilir. Nitekim yüzü maskeyle gizlemek, günün sağlık koşulları gereği geçici bir tedbir olmanın dışında, onu başkalarının niyet okuyan bakışlarından korumaya yarıyor.

Bir başka açıdan baktığımızda da maske, yüzün, insan vücudunun bütünlüğü içindeki ayrıcalığını, onu okunamaz kılarak deşifre ediyor. Ruhsal ifadenin yeri olarak yüz, vücudun diğer bölgeleri gibi sadece etten oluşan bir beden parçası olmadığını maske üzerinden belirginleştirmiş oluyor. Maske hem onu gizliyor hem de ona ilişkin farkındalığı ortaya çıkartıyor ve yanı sıra gizlediği şeyin de bir gizlenme aracı olduğunu deşifre ediyor. Bu nedenle yüzü gizlemek, başka bir bölgeyi gizlemek gibi masum bir jest olmuyor. Çünkü yüzün görünmesi de başlı başına bir maskeleme biçimi olarak en usta bakmalardan kendi hakikiliğini saklıyor ve yanıltıcı bir metafor olarak iş görüyor. Bu anlamda bir maske, bir yüzden çok daha fazlasını görmemizi sağlayabilir. Yüzün, herhangi bir indirgemeye kolayca izin vermeyen çoklu anlam taşıyıcılığı, ona erişimi elverişsiz hale getirir. Maskenin kendini algıya hemen açan plastik bir nesne oluşu, onu yoruma açık, semiyotik bir anlam alanına dönüştürmek konusunda bizi zorlamaz. Oysa yüz, içeriğini hemen kavrayamayacağımız, bütünlüğüne ulaşamayacağımız, zapt edemeyeceğimiz akışkan bir organik yapı olarak bizi muammalı bir yorumsalın karmaşasına taşıyor. Yüz, bu yönüyle nesnelliğinin dışına taşarak kendi aşkınsallığını üretmenin de olanaklarını yaratıyor. Burada yüzün, esasında maskenin örtemediği, ortadan kaldıramadığı ve yetkilendirdiği herhangi bir kimliğe hapsedilemeyen sınırsız bir hareketliliğinden bahsediyoruz. Yüzün maskelenmesi de bu anlamda bütün bunların iptal edilmesi anlamına gelmeyebilir, daha çok yüzün kılık değiştirmesi, mevcut olandan daha başka bir anlam teklifi, anlam bağışı veya anlam arayışı olarak da iş görür.

Bir başka açıdan bakıldığında, bir yandan da maskeler, yüzde beliren anlamsal ifadelerimizi sadece gizlemiyor, onları eritip kendi kimyasına katıyor, temsil gücünü elinden alıyor ve giderek boşluğa transfer ediyor. Maskeler, yüzümüzün yerine ödünç alınmış yeni yüzler olarak, asıl yüzlerimize yönelmiş verili olumsuz fiilleri; önyargıları, suçlamaları, sevgisizlikleri vs. yok ederek, geçersizleştirerek yüzümüzü geçici bir korumaya alıyor. Yüzümüz, kendisinde beliren komikliği, aptallığı, sevimsizliği, iticiliği, banallığı, hileli ayartıcılıkları ve tüm bunlara ait jestleri, kipleri maske sayesinde yitirerek hiçbir şey olmaya doğru evrilip bakışların indirgemeciliğinden de kurtulmuş oluyor. Açık bir yüzün anlam dikte eden, sorgulayan, belli bir etiği dayatan, buyurgan, otoriter, yanılsamalı baskısından kurtulan bakışlar daha gerilimsiz, esnek bir karşılaşmanın rahatlığını taşınıyor.

Yüzün maske yoluyla okunurluktan tecrit edilişinde, yüzlerimiz, bir yandan da bir rekabet ilişkisi içinde birbirlerinin görünüşlerine çıkan yüz yüze karşılaşmaların neden olduğu sertlikten, bencillikten ve dolayısıyla bu ilişki denklemi içinde ortaya çıkan savunma ve saldırı mekaniğinden de kurtulmuş oluyor. Sonuç olarak hayatın çıplak yüzlerimizle yaşadığımız haliyle de maskeli bir balo olduğunu düşündüğümüzde, sağlık maskeleri aracılığıyla da olsa bu karşılıklı gizlenmenin yaratacağı yeni bir yüzleşme biçiminin bir nebze de olsa eşit asgari koşulları sağlayabildiğini varsayabiliriz. Yüzü, alışkın olduğumuz halleriyle tamamlanmış-bitmiş bir ürün olarak tasvir ettiğimizde; maske onun, anlamsal kurulumunu yeniden başlatmayı domine ediyor da olabilir. Nihayetinde yüz, vücudun herhangi bir yerinden daha çok “kendiliğimizin” oluştuğu bir yerse, maskeler üzerinden benlik bilincimizin yeniden inşa edilmesine ilişkin, yaratıcı bir metafora da dönüşebilir; tam tersine, biyopolitikalarla da ilgili olarak salgını bahane eden otoriter yönetimlerin kurdukları baskıcı sistemlerin özgürlükleri kısıtlama iradesinin bir aracına da dönüşebilir.

  1. John Berger, Görme Biçimleri, Metis, çev. Yurdanur Salman, 19.baskı, 2013:8
  2. Ulus Baker, Kanaatlerden İmajlara, Birikim Kitapları, İstanbul, 5. Baskı, 2018:214

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl