Toplumsal mücadele alanına dair bir şeyler yazmak her zaman belli kaygıları beraberinde getiriyor. Bunların başında gerek tartışma kültürümüzün düzeyi ve gerekse tabu haline getirilmiş teorileri, değişmez ama ‘’bilimsel’’ kabul edilen muhafazakarlıklarla uğraşma sıkıntıları yer alıyor. Kişi kültü yaratılarak, tarihin herhangi bir noktasına takılıp kalmış ve ‘’resmi’’ kabulleri dışında doğruları sınırlı olan bir sol…

İngiliz Sanayi Devrimi ile başlatılıp, tarihsel olarak Fransız Devrimi ile kapatılsa da etkileri hala devam eden Aydınlanma Dönemi’ne dair, artık ezber haline gelmiş sözlerle başlarsak üç önemli çocuğu: Liberalizm, Marksizm ve Anarşizm’dir. Birbirlerine olan etkileri bir yana mevcut işleyişin devamcısı olan Liberalizm dışında, solda iki akım, iki düşman kardeş yer alır: Marksizm ve gayrı meşru duruşuyla Anarşizm.

Burjuvaziyi, ağır bedeller ödeyerek iktidara taşıyan yoksul emekçi sınıflardı. Fransız Devrimi kitlelere, demokrasi adına temsiliyetin bir anlamda teslimiyet olduğunu öğretmek de geç kalmadı. Bugün devrimci mücadelenin tüm esasını, gönüllü olarak verilmiş insiyatifin(erkin) tekrar ele geçirilmesi üzerine dayanıyor olmasının kaynağı buralardadır.

Bilinir Aydınlanma Dönemi’in akla ve bilime dayalı ilerlemeci tarih anlayışıyla bir önceki dönemin üzerinde yükselir. Modernizm’in sanayi ve şehirleşme gibi görünen yüzünün arka plana ikame edilen düşünsel yapısının temeli akıl ve bilimdir.

Marxizm ve Anarşizm, sınıf mücadelesi konusunda farklı görüşler taşısalar da genel olarak bu temelde hareket eden iki akımdı. İkisi de Aydınlanma Dönemi’in doğum lekelerini taşımışlardır. Akıl Çağı olarak da zikredilen Aydınlanma döneminin insan-merkezci hümanist felsefenin etkisinde ki anlayışları nedeniyle akıl, bilim ve insana karşı bu aşırı iyimserliğin etkisi hakimdir. Bu önemli akımlar arasındaki çekişmeler aynı ipte oynayan iki cambaz misali ayağını çelme mücadelesine dönüşse de Anarşistler çoğu zaman yapıcı tavır içinde olmuşlardır. Marks ise, tamamıyle mücadele dışına atma yönünde hareket etmiştir. Anarşistlerin o muazzam gücüne rağmen Enternasyol’den tasfiye edilmeleri ve Marxist hareketin ana akım olarak tarih sahnesinde yer almasının önünün açılması aynı dönem hareketleridir. Marx, onca entikayla anarşistleri tasfiye etmiş, iktidara giden kral yolunu açmış, anarşistlerin uyarı ve eleştirilerine rağmen sonraki toplumsal yenilgilerin taşlarını bu yola döşemiştir. Sol siyaset sahnesine çalınan ilk büyük kara lekedir bu.

Her yapı mutlaka bir temel üzerine oturacaktır. Marxist felsefenin iki temel ayağı Hegel ve Feuerbach olarak gösterilir. Onlardan beslenip ama onları aşan eleştirisiyle kurmuştur felsefesini Marxizm. Aynı dönemin bir gerçeği olarak Anarşizm haliyle farklı mecralarda olmayacaktı. Esas olarak Feuerbach’ın insan merkezci iyimserliğini ve onda somutlanan hümanizmi çıkış noktası yapmışlardır. Ama Genç Hegelciler olarak bilinen kesim içinde aykırı bir ses yükselir: Max Stirner. Onun daha o zaman büyük bir öngörüyle sorguladığı noktalar bugünkü siyaset ve felsefesinin gündemindeki konulardır. Engels’in büyük bir coşkuyla karşıladığı Stirner’in eserine Marx mesafeli dursa da kendi felsefesini bir anlamda yeniden onun üzerinden kurmuştur: Alman İdeoloji’sin üçte ikisi Stirner eleştirisidir. Stirner genel anlayışın önüne barikat olmuş, kışkırtıcı dili ile sadece Marxizm’in değil, klasik olarak nitelenen anarşistleri de eleştirisinin menziline almıştır.

Friedrich Engels’in kaleminden Max Stirner

Godwin gibi kendisine hiçbir zaman anarşist olarak nitelememiş olsa da birçok araştırmacı tarafından Stirner adı klasik anarşizm içinde görülmüş, gösterilmiştir. Aynı dönemin insanları olmalarından dolayı tarihsel dizilime göre yer verilmiştir. Anti-otoriterliği, devlet ve kurumlara dönük belli tutumlarıyla ile ortaklaştığı anarşistlerden çok net olarak ayrılır oysa ki. Eseriyle çelişkili bir biçimde bu sinik ve silik kişiliği Engels heyecanla karşılamış, daha sonraları Nietzche göklere çıkarmış dikkatleri bu adam üzerine çekmişti.

Gerek kendi dönemini ve gerek sonrasını etkileyen bu adamın duruşunun bugünden bakıldığında hala önemli bulunması siyasi ya da akademik yeniden bir keşif mi yoksa gerçekten belli noktalara basan teorisinin önemi mi? Elbette amaç yeni bir şeyler derlemek, devşirmek değil. Zaten genel anarşist anlayış buna geçit vermez. Nietzsche ile başlayıp Postyapısalcılarla devam eden büyük anlatılara dair eleştirinin muhatabı hiçbir zaman anarşistler olmamıştır. Onların doktriner olmayan yapıları, kırmızı çizgilerine rağmen bütünlüklü bir eser çıkarmamıştır ortaya. Zira sınırları olan her kuram kendi normalini yaratarak belirler insanı ve belirlenmek ciddi bir sakatlanmadır. Buna izin vermemişlerdir. Kesinliklerin keskinliğinde her insanın kurbana dönüştüğü inanç ritüellerinden uzaktırlar. Anti-otoriter yapılarıyla çelişen düşünsel bir yapı kurmadılar. ‘’Sağlamcı tüccar’’ olmadılar hiç. Hata mücadele tarihinin, şair Dimitrios Antoniu’nun şiirindeki ‘’Kötü Tüccarlar’’ıydı onlar.*

Stirner’i o dönemde ‘’öteki’’ kılan Aydınlanma felsefesine sirayet etmemesi ve keskin eleştirileri Marksist ve Anarşist çıkış noktalarını oluşturan membaya, Aydınlanma’ya yöneltmesidir. Ki bu eleştirilerin temelini insan ve topluma dayalı özcü politikalara bakışı belirler. Devrim ve isyan konularındaki düşünceleri bir yana toptancı genel anlatılara dair ciddi sezgilerini paylaşır. Bugün Postyapısalcıların bu konudaki eleştirilerini Stirner sıcağı sıcağına yapmıştır.

Özcülük, sabit, değişmez bir içeriğin baskılanmasına tepki olarak da ortaya konulmuştur. İyi bir özün önüne çekilmiş perdeyi kaldırıp açık etme mücadelesi. Geçmişin tüm kurtuluş teorilerinin kaynağını bu bakış oluşturur. Aydınlanma, tanrıyı öldürüp onun vasıflarını insana yükleyerek insani bir öz yaratmıştır. Hümanizm, Feuerbach’da teorik ifadesini bulmuştur. Nietzsche’in ‘’tanrı öldü’’ feveranı bir yanılgı gibi kalır tarihte: çünkü yaratılan yeni tanrı insandır ve Stirner, yüceltilmiş insana ve aklına aşırı güveni paylaşmaz eserinde.

Sorunu, ‘’baskılanmış özü ortaya çıkarmak’’ olarak ortaya koyunca, Marksizm’in sınıfsal ekonomik baskı ve sömürüyü, anarşistlerde ise devlet ve kurumlar başta olmak üzere her türlü otoriter baskının ortadan kaldırıldığında toplumsal ve insani özün ortaya çıkacağı ve bilimle ulaşılacak ahlak yasalarının güdümüne girip özgürleşeceği inancı ile pozitivizmin kucağına düşmüşlerdir. O ilahi özün insanileştirilmesine ve Stirner’in devreye girip, özcü her anlayışın daha kötü iktidar odakları oluşturağını öngörmesi o dönem için önemlidir: mücadeleyi dair daha baştan kaybetme riskini görür.

1800’lü yıllarda yürümeye başladığı andan itibaren çalışmaya başlayan ve ortalama ömrü kırk yılı geçmeyen proletarya o günkü proletarya değil ve zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyi var. Gelişen teknoloji, farklı mesleki alanlar, çoğalan işbölümü, iletişim vb. O dönemde sınıfsal netlik vardı ve baskılanan diğer kimlikler fazla görünür değildi. Kapitalist hegemonya altına alınmanın huzursuzluğunu kitleler sürekli yaşıyorlardı. Feodal dönemin belirli, yerleşik yaşamları, düşünce ve inançları dumura uğramış olan insanlar nasıl bir değişimle karşı karşıya olduklarını henüz tam olarak bilince çıkaramamıştı. O dönem bir kaç yayınla kitle nabzı tutulurken şimdi iletişim ve bilgi çağını yaşıyoruz ve tüm ağların kontrolü egemenlerin denetiminde ve daha birçok değişken sayılabilir. Ama değişmeyen tek bir şey var o da özel mülkiyetin varlığıdır.

İlkel komünal toplumdan kopuşu ve insanlık tarıhinde en temel kırılmayı oluşturan özel mülkiyetin varlığı ortadan kaldırılmadığı sürece, yeryüzüne bırakılmış bu siyanür, insanlığı zehirlemeye devam edecektir. Modernizmi(kapitalizmi) post’a da bürüseniz, birileri ideolojin sonunu, bir diğeri tarihin sonunu ilan etse de tüm ezilen ve öteki ilan edilenler bitti demeden hiçbir şey bitmeyecek.

Yenilgi, devrim’i ‘’iktidar sorunu’’ olarak görenlerin yaşadığı bir duygudur. Belli bir hazırlık döneminden sonra alınamayan’’ iktidar’’ yenilgi nedeni olarak görülür. Kitle eylemlerine göre yükselme ve geri çekilme dönemleri yaşayan Anarşizm’in bu anlamda bir yenilgisi olabilir mi? Hatta kitleler adına iktidarın alınması devrimin yenilgiye uğratılmasının ilk günüdür. Yirminci Yüzyıl’da devrim perdesini ilk açanlar anarşistlerdi. Önce Meksika’da, ardından Ukrayna ve sonrasında İspanya ile devri kapandığı ilan edilen Anarşizm, 68 de Fransa da ve 93 de Seattle’ de açmıştır kara bayrağını. Yeni Dünya Düzeni adı altında küreselleşen kapitalizm, neo-liberal politika ve uygulamalarıyla ulus devlet sınırlarını aşındırmaya çalışarak dünyayı tekellerin yöneteceği tek bir pazar haline getirmeye çalışmasına karşı Küresel bir direniş hattı oluşturmaktalar. Komünist Manifesto da bahsedilen hayalet, kara bayraklarıyla ve yeni mücadele formlarıyla anarşistlerde anlam buluyor şimdi. 1980 sonlarına kadar var olmuş sosyalist bürokrasilerin minyatürü olarak küçük devletçikler gibi davranan Marxist parti ve örgütlerin esneyerek daha yapıcı ve yaratıcı olmalarının önünü açıyor.

Marxist’lerin o determinist anlayışları(ekonomik indirgemeciliği) sınıf mücadelesi dışındaki alanlara karşı kör kalmasına neden olmuştu. Kendi tabirleriyle esas olandan taliyi göremez haldeydiler. Bugün ajandaları daha geniş ve belli alanların önemini kavrayıp var olmaya çalışıyorlar. Anarşistlerin her zaman mezhepleri genişti ve mücadele edilmesi gereken her alanda var oldular. Anarşizme dair ’tür’ler ya da akımlar (anarko-sendikalizmden anarka-feminizme kadar) sayılır bazen. Bunlar tür olarak değil çeşitli mücadele alanları olarak görüp zenginlik saymak daha doğru bir yaklaşım değil midir?

Stirner ile kapısını araladığımız özcü çıkış ve politikalara dair çok şeyler söylenebilir. Soyutlama elbette hayatı anlamak ve kolay kılmak için insanın önemli zihinsel yeteneği. Genellemeler de soyutlama olduğuna göre, konu toplumsal alan olduğunda sıkıntı başlıyor. Her büyük soyutlama, ulus, toplum hatta insan gibi farkları ortadan silen ortak paydada buluşturmaya çalışmasıyla ideolojik manipülasyon ve siyasal manevra aracına dönüyor.

Farkların silinmesi sinirleri alınmış organizmaya benziyor: canlı ama hissetmiyor. Bu soyutlamalar üzerine oluşturulmuş büyük anlatılar tüm idealize edilen muhalifliğine rağmen bireye kadar nüfus etmiyor. Atardamardan kılcala yayılmıyor. Ortaklaştırılmış kimliklerin ayrışması, parçalanması, her parçanın da bireye kadar inmesi gerekmiyor mu? Evrensel bir akıl ya da ahlak dayatması gibi insan ve toplumu herhangi bir iktidara göre homojenleştirme(tekleştirme)çabası da bireye kadar uzanan bir ihanet değil midir?

Farklılıkların korunduğu heterojen bir yapıda, her kimliğin diğerlerine geçirgenliğini sağlayarak kesin sınırlar çizmediği, esas tali ayrımından uzak bir eşitlikte, merkeziyetçi olmayan, doğrudan katılımın sağlandığı , tekleştirmeden, ötekileştirmeden anti hiyerarşik ve anti otoriter bir platformda hayata geçirilemeyecek hiçbir şey yoktur. Hep beraber bir kurtuluş olacaksa, özgürlüğü mücadele formu yapmaktan geçecek. Yoksa tarihin gösterdiği gibi ‘’kurtuluş’’ olarak adlandırılan yeni bir esaretin başlangıcından başka bir şey olmayacak…

—————————————————————————————————————————

*’’Tanrım biz kötü tüccarlardık/mal alıp satmaktı bizim işimiz/ ve kimsenin almayı düşünmediği/mallardı ruhlarımız/kumaşın kenarına bakıp paha biçmezdik/ ölçtüğümüz kumaşta hile hurda olmazdı/ hiç yarı fiyata satmaya kalkmazdık kalan parçaları/ buydu bizim günahımız// Yalnız iyi mal alıp satmaktı bizim işimiz/hayatta bir küçük köşemiz olsun bize yeterdi/ değeri çok olan eşya hayatta az yer tutar/ biz nasıl ölçü kullandıysak şimdi sen de/ bizi o ölçüyle yargıla biz mülkümüze mülk katmadık/ tanrım biz kötü tüccarlardık’’ çev: Cevat Çapan

KAYNAKÇA

  1. Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, çev: Selma Türkiş Noyan, Kaos Yayınları
  2. George Crowder, Klasik Anarşizm, çev: Sinan Altıparmak, Öteki Yayınevi
  3. Paul Thomas, Marx ve Anarşistler, çev: Devrim Evci, Ütopya Yayınları
  4. Saul Newman, Bakunin’den Lacan’a, çev: Kürşad Kızıltuğ, Ayrıntı Yayınları
  5. George Woodcock, Anarşizm, çev: Alev Türker, Kaos Yayınları