Ana Sayfa Kritik MFÖ’NÜN SUDE’Sİ ve Şiirin Dili

MFÖ’NÜN SUDE’Sİ ve Şiirin Dili

MFÖ’NÜN SUDE’Sİ ve Şiirin Dili

Özkan Uğur’un Anısına

“Dilimin Sınırları, dünyamın sınırlarıdır” diyen Wittgenstein’la şiire ve hakikate, “Dil varlığın evidir” diyen Heidegger kadar yaklaşabilir miyiz? Şiir ve dil konusu epey çetrefilli bir konu. “Anlamın sınırında dili çıldırmak” belki bu, şiirin tanımı noktasında bize bir şeyler söyleyebilir. Bu noktada İsmet Özel’den bir alıntı yapmak istiyorum: “susuyor, söylemiyor bildiği tek şiiri, “güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez” demiş çünkü Valéry.” Valéry’nin böyle bir sözünün olup olmamasının ya da okuyucunun bu sözün gerçekten Valéry’e ait olup olmamasını sorgulamasının ve bunu İsmet Özel diye bir şairin bir şiirinden yola çıkarak yapmasının, “şiirin mümkünatına” ve “dile rağmenliğine, hatta anlama rağmenliğine” dair güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğer bu söz Valéry’nin değilse, İsmet Özel’indir, en nihayetinde kendi şiirinde geçen bir dizedir. Burada bu sözün Valéry’e ait olup olmaması, İsmet Özel’e ait olup olmaması, İsmet Özel’in Valéry’nin bir sözünü kendi şiirinde geçirip, Valéry’e bir gönderme yapıp yapmadığı hiç hiç önemli değildir, benim üzerinde durup, vurgulamak istediğim nokta da burası değildir. “Şiir nedir?” sorusu, belki de “şiir ne değildir?” sorusuna verilecek cevapla daha iyi anlaşılacaktır. Ben MFÖ’nün Sude şarkısını, bütünüyle; bestesiyle, müziğiyle ve Mazhar, Fuat, Özkan’ın özellikle “MFÖ – Sude – TRT Müzik Akustikvideosundaki mimikleriyle, duruşlarıyla, tamamen “şiir” olarak görüyor ve değerlendiriyorum. Şarkı sözleri diyeceğim ama bana kalırsa bu şarkı sözü değil kesinlikle bir “şiir”dir. Sözlere bir bakalım:

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hiya Hiya

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos
Sude Sude Su
Sude Sude Su

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hi Yahi Ya

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hi Yahi Ya

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos
Sude Sude Su
Sude Sude Su

Da Hiya Hiya Hiya Hum
Da Hiya Hiya Hiya Hum
Da Hiya Hiya Hiya Hum

Da Hiya Hiya Hiya Hum
Yaaa Heeey.

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hi Yahi Ya

Gele Gele Gel Gel
Gele Gele Gele Gele
Gele Gele Gel Yar Gel

Gele Gele Gel Gel
Gele Gele Gele Gele
Gele Gele Gel Yar Gel

Sude Sude Su
Sude Sude Su

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hi Yahi Ya

Day Dahi Ya Hum

Müzik belki de diğer sanat dallarından tamamen ayrı bir yerdedir. “Müzik gerçektir… Müzik evrendeki melekleri kendine çeker.” diyen Bob Dylan’a katılıyorum. Nitekim Dylan Müziği tanrısal bir güç olarak kabul eder ve vahyin ulvi bir aracı olarak göklere çıkarır. Her müzik parçası, videosu, konseri, bestesi, solosu bize böyle hissettirmeyebilir. Nitekim yine Dylan’a göre: İnsan duyguları büyük bir diktatördür.” “İstisna halleri” diktatörden, diktatöre elbette farklılık gösterecektir. Benim olaya bakışım da elbette doğrudan benim kendi ben’imden kaynaklanmaktadır. Müziğin, şiirden, resimden, romandan, öyküden (ama belki de sinemadan değil!) ayrıldığı en büyük nokta: Şiirde, resimde, romanda, öyküde sanatçı yalnızca oradadır. Başka alternatifi yoktur. Bir metin yüzyılları aşsa bile, sanatçı metinsel olarak orada kalmaya mahkumdur. Müzik söz konusu olduğunda, bir sanatçının verdiği konser örneğin, bir sanatçı olarak müzisyen oradayı sıçrayabilir, aşabilir. Yine orada olarak oradayı aşabilir. En azından diğer sanat dallarına nazaran daha güçlü aşabilir diyelim. Bakıldığı zaman Beethoven, Bach, Vivaldi’yi canlı olarak izleme şansına sahip olmasak bile, görmemiş olsak bile, bestelerini dinleriz. Rimbaud’unun bir şiirinin oradayı aşabilme ihtimaliyle Bach’ın bir bestesinin oradayı aşabilme ihtimalini kıyaslayacak olursak acaba hangisi oradayı aşmaya daha yakındır? Müzik notalarının ve şiir dilinin oradayı/lığı aşma olasılığı, hakikate ilişkin bir soru olarak sanatı bizim gözümüzde nereye koyar? Asıl soru ise şudur oradalık aşılabilir bir şey midir? Her ne kadar biri müzik, biri şiir olsa da ikisinin de sesini duymayız. Örneğin Jim Morrison ve Turgut Uyar’ı ele alalım. Jim Morrison’ın bir konserini izleyerek, dinleyerek ve burada görmek ve dinlemek eylemlerini birlikte işleyerek hissettiklerimizle, yalnızca görmek yoluyla okunan bir Turgut Uyar şiiri arasında belli bir fark olacaktır. Burada, şiir her ne kadar okunan bir şey olması dolayısıyla işin içine dinleme eylemini soksa da bireysel bir perspektiften bakıldığı zaman, doğrudan bireyin kendi okumasını ön plana çıkarıyorum. Fakat yukarıda Dylan’dan alıntıladığım cümleye geri dönecek olursak: İnsan duyguları büyük bir diktatördür” ve bir sanat eserini okurken, dinlerken, izlerken ki bu hissiyat ve ruh durumları her diktatöre göre farklı olacaktır. Ben kendi ben’imden baktığım zaman karşımda duran manzarayı açıklıyorum yalnızca. Bu örnekler genişletilebilir. Fakat bir sanatçı tarafından oluşturulmuş olan herhangi bir eserin ister görsel ister işitsel olsun, oradalık durumu bana Derrida’nın söz ve yazı arasındaki ilişkisine dair yorumlarını hatırlatıyor. Bu noktada Derrida’nın Yazı Ve Fark başlıklı eserinden bir alıntı yapmak istiyorum: “”Aklını yitirmemek için, insanın bir düzen kurması gerekir.” Savrulmak rüzgar güzelse bazen iyi gelir. Bilmediğiniz güzelliklere sürükler bizi. Ancak hayatı bir savruluşun üzerine inşa etmek korkutucudur. Biraz sabitlik isteriz, istediğimizde ayaklarımız yere değsin isteriz. Bu tıpkı derin bir havuzda yüzmek ile boyunuzda bir havuzda yüzmek arasında yaşadığımız kaygı farkı gibi. İkisinde de yüzmeyi biliriz ama birinde işler kötü giderse zeminin yakınlığı rahatlatır bizi. Hayata dair de derin kayboluşlardan galiba bu yüzden çekinir bir düzen isteriz. Gittiğimiz bir evimiz, sevdiğimiz bir kafe, yüzünü gördüğümüz sabit insanlar olsun deriz. Bambaşka insanlarla mekanlara tanışmak heyecanlıdır, kalbimize de ruhumuza da zihnimize de iyi gelir. Yine de bize zemine yakın hissettirecek rutinini tutturduğumuz bir yaşam lazım.” Benim “oradaki”, “oradalık”, “o an” dan kastettiğim şeyle Derrida’nın “biraz sabitlik, bir zemine yakınlık” olarak kastettiği şey birbirine yakın. Ben 16. Yüzyılda kaleme alınmış bir şiiri okuyabilirim, aynı şekilde bir tiyatro metnini de. Yine aynı şekilde, 14. Yüzyılda yapılmış bir besteyi de “şu an” dinleyebilirim.

Bir tiyatro metnini izleyebilirim de. Burada “bir tiyatro metnini okumak, bir tiyatro metnini izlemek ve bir tiyatro metnini insanın kendi kafasında canlandırması” noktalarında biraz durmak istiyorum. “Okumak, izlemek, kafada canlandırmak”. Herhangi bir metni okuduğum zaman, zaten ister istemez kafamda onu canlandırmaya başlarım. Aynı metni okumayıp izlediğim zaman, okuma eylemimle birlikte kafamda imgelere, şekillere, sembollere, görüntülere, karakterlere bürünen/bürünecek olan, hazır olarak zaten karşımdadır. Bir tiyatroyu izlerken, yazarın aynı metni yazmış olduğu oradasıyla, benim metni sahnede canlandırılmış bir şekilde izlerken ki o anım, o oradam arasında muazzam bir fark vardır. Bir tiyatro metninin, bir şiirin, bir öykünün, bir romanın bireyde oluşturduğu etkiler elbette çok farklıdır. Örneğin aşk ve özel hayatı karmakarışık olan ve dolayısıyla kafası karışık olan bir Anna Karenina karakterinin istasyon sahnesi, herkese farklı bir kapı açacaktır. Anna’nın elindeki romanı okumaya çalışırken ki duygu durumu, trenin gidişi, trenin geçtiği yerler yalnızca Anna’nın değil artık eseri okuyan herkesin oradası olmuştur. 2023 yılında, elinde kitabını okurken, hemen masasının üstünde akıllı telefonu duran birinin Anna Karenina’nın oradasına ulaşması, kendi oradasından ne kadar uzaklaşabileceği kişiye göre değişiklik gösterecektir. Bu Goethe’nin Faust’u için de böyledir, Hölderlin’in Hyperion’u için de. Ayrıca bütün bunların dışında şu da önemlidir, Tolstoy acaba Anna Karenina’nın istasyon sahnesinde, Anna Karenina’nın oradasına ne kadar yakındı? Bu soru bütün sanatçılar ve eserleri için geçerlidir.

Derrida Yazı ve Fark başlıklı eserinde şöyle demiştir: “Kafka ne diyordu: ”Bizler Tanrı’nın beyninde doğan nihilist düşünceleriz.” Bir başka yerde: “”Kelimeler şairi seçer.” Bir başka yerde: “Hegel gibi söylersek, varoluşun kelimeye feda edilmesi ama aynı zamanda varoluşun kelimeyle kutsanması.” Bir başka yerde: “Biz mi sözü dile getiririz, yoksa söz mü bize şekil verir?” Bir başka yerde: “Şair olmak, sözü bırakabilmektir.” Bütün bunlardan sonra, insan oradalıktan kaçmak için yazar ve konuşur dersek aslında çok da yanlış bir şey söylemiş olmayız.

MFÖ’nün Sude şarkısı ve video klibi bana bütün bunları düşündürdü. Sude’nin sözleri bana kalırsa şiirdir. Bakıldığı zaman hiçbir şey anlatmaz. Bu anlatmayışı alışık ve bilindik anlamda bir anlatış olmadığı için sanki anlamsızmış gibi gelebilir. Hölderlin’in şiir tanımlarından biri de şöyledir: “Birinin karanlık bir ormandan geçerken, korkmamak için, kendi kendine ıslık çalması, şiirin ta kendisidir”. Hölderlin’in bu mealdeki sözlerinde yer alan “ıslık sesi” müzikle ilişkimi daha da canlandırıyor, müziğe inancımı daha da arttırıyor. Yalnız yazıyla kurulmuş, dizelerden, harflerden, cümlelerden oluşmuş bir metnin, bir takım müzik aletlerinin çıkardığı seslerle bir araya gelip bir harmoni oluşturması bazen insanı çıldırtmaya yeter. Metallica’nın One şarkısının nakaratını düşünüyorum. The Doors’un Riders On The Storm’unu düşünüyorum ve daha birçok muazzam şarkı ve grup…

MFÖ’nün Sudesi benim için bunlardan biri. Özkan Uğur’un bas gitarı çalarken, çıkardığı sesler ve yüzündeki mimikler, bana Schopenhauer’ın “Şeytanın Gülüşü” benzetmesindeki hazzı veriyor. Yalnızca MFÖ’nün bu parçası değil, Teoman’ın Paramparçası için de aynı şey geçerli. Elbette daha birçok muazzam parça ve birçok harikulade sanat eseri için de. Sude’nin şiir özelliği, MFÖ üçlüsünün notalarında, mimiklerinde, seslerinde, elektro ve bas gitarlarında yatıyor. “Nurunda, nurunda, nurunda” dizesiyle, Turgut Uyar’ın “GECİKMEMİŞ” başlıklı şiirinde yer alan şu dizeler arasında ben aynı zemin, aynı oradalık bağlantısını kuruyor ve buluyorum: “KOCA MEYDANLARDA AT KESERLER, KOCAMAN KUPALARDAN SU İÇERLER, ADAMLAR BÜYÜK, KALIRLAR, GÜNEŞ EVİNE GİDER…” Turgut Uyar’ın bu şiirinde bütün şiiri BÜYÜK HARFLERLE yazmış olmasını ve dolayısıyla şiirinde biçimsel bir farklılık tercih etmiş olmasını, Özkan Uğur’un, yukarıda belirtmiş olduğum klipteki (MFÖ – Sude – TRT Müzik Akustik) mimiklerine ve çıkardığı seslere benzer buluyorum. Bence Turgut Uyar’ın yukarıda geçen şiirinde gittiği anlamsal ve biçimsel farklılıklar, şiirini kurduğu anlam-biçim zemini, Özkan Uğur’un bu klipteki sözler ve müzik yanında çıkardığı sesler ve yüzünde beliren mimiklerle aynı zeminde. Aynı varoluşsal kökten. Burada Schopenhauer’ın “Şeytanın Gülüşü” benzetmesini tekrar hatırlatmak istiyorum. Turgut Uyar’ın bu ve hemen hemen bütün şiirlerinde aynı şekilde güldüğünü düşünüyorum.

Bütün bunların dışında Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler kitabından bir alıntı yapmak istiyorum: “Öyle derine dalmış ki, kendini kaybetmiş orada.” Sanatçının derine dalmışlığı ve bu derine dalmadan önceki durduğu yerle, daldıktan sonra kendisini kaybettiği yeri, Turgut Uyar’ın yukarıda örnek olarak verdiğim dizelerinde ve Özkan Uğur’un MFÖ – Sude – TRT Müzik Akustik klibinde 2:16-2:28 dakikaları arasındaki yüzünde buluyorum. Şimdi bu yazıyı yazarken durduğum yer de tam orasıdır. Elbette yalnızca bu ikisinde değil. Ben’im açısından baktığım zaman bende oradalığı ve kaybolmuşluğu bir anda, büyük bir tazyikle canlandırmış olmalarından dolayı, özellikle bu iki sanatçı, bu grup, bu şiirler üzerinden doğrudan bir örneklemeye gittim. Yoksa bütün bir dünya tarihi bence aynı zamanda biraz da oradalığın tarihidir. “Hiç, hiç bir zaman, hiç değildir. Nesne anlamında biraz bir şeydir. O Varlığın kendisidir, insan özne olmak bakı­mından kendini aştığında insan varolanı, artık nesne olarak göz önüne getirmediğinde Hiçin varlığı insana verilecektir.” Heidegger’in bu sözlerinden Sanat-Sanatçı-Sanat eseri arasında, ben öznesini göz önüne alarak ve aynı zamanda sanat eserini hem nesne hem özne olarak ele alarak sözü İlhan Berk’in şu dizesine bağlıyorum: “Atımı istedim evin göğü gerindi.” Bence Hölderlin’ın şiire dair tanımındaki “ıslık sesi”, İlhan Berk’te “evin göğü”dür (Elbette yalnızca bu şiir ve dizesiyle kısıtlamıyorum). MFÖ’de Sude’nin: Ha Bu Ya Da Feste Sebaha, Ha Bu Ya Da Feste Sebaha” dizesidir, Turgut Uyar’da “GÜNEŞ EVİNE GİDER”dir. Bütün bu gayet spesifik dizeler ve kişiler büyük dünya sanatının ben gözünden birer yansımasının sonucudur.

Örneğin Philips Wouwerman’ın “The White Hourse” isimli çalışmasında, çocuk ve at orada mıdır? Ne kadar oradadır? Ben şu an’dan bu tabloya baktığım zaman ne kadar oradayımdır? Belki de 1600’lü yıllarda yaşamış birinden daha çok oradayımdır. Heidegger Sanat Eserinin Kökeni başlıklı eserinde Van Gogh’un ünlü resmi üzerine şunları söyler: “Resimde fazladan ne var? Ayakkabının ne olduğunu herkes bilir. Eğer bunlar ağaç ve kenevirden değilse, deri tabanlıdır ve iğne, biz ve sicimle dikilmiştir. Bu tür araçlar ayakları örtmeye yarar. İster tarlada ister dansta olsun hizmetine göre kullanılan malzeme ve biçimler farklıdır. Buna benzer doğru bilgiler daha önceden bildiklerimizi açıklamaya yarar. Aracın araçsal varlığı kendi hizmetselliğinde yatar. O bununla nasıl örtüşür? Hizmet eden araç kendi hizmetini de aramak zorunda değil mi? Tarladaki çiftçi kadın ayakkabı giyer. O burada ne ise odur. Çiftçi kadın işinde ayakkabıyı ne kadar az düşünürse veya ona az bakarsa veya onu az hissederse, bu o oranda gerçek olur. Kadın onunla ayakta durur ve yürür. Ayakkabılar gerçekten hizmet eder. Araç kullanımının bu sürecinde araçsallıkla gerçekten karşılaşmayız. Bir çift ayakkabıyı göz önüne getirerek veya resimde salt duran, boş, kullanılmamış ayakkabılara bakarak, aracın araçsal varlığının ne olduğunu asla öğrenemeyiz. Van Gogh resmine bakarak bu ayakkabıların nerede durduğunu belirleme şansımız da yok. Bu çiftçi ayakkabılarının çevresi bomboş, ne işe yarar ve nereye aittirler o da belirsiz. Ne olduğunu bilmediğimiz öylesine bir mekan var. Üzerinde kullanımına ilişkin olarak tarla veya yol toprağından bazı parçalar bile yok. Bir çift ayakkabı, başka hiçbir şey yok. Ayakkabı aracının boş içinin, karanlık ağzından iş basamaklarının güçlükleri adeta sızıyor. Ayakkabının sert yapılı ağırlığında, üzerinde sert rüzgarların estiği tarlanın uzun, birbirini hatırlatan çizgiler yardımıyla uzun gidişin uysallığı toplanır. Derinin üzerinde nem ve toprağın çukurları var. Tabanlarda, çöken akşamdan dolayı tarla yolunun yalnızlığı karışır. Ayakkabıda toprağın sessiz çığlığı, olgun başakların sessiz ödülü ve kışı yaşayan tarlanın, nadasa bırakılmış tenha tarlanın açıklanmamış başarısızlığını fısıldar. Bu araç yardımıyla ekmeğin güveni, sıkıntıyı atmanın verdiği dile getirilemez sevinci, doğumun verdiği çalkantı ve ölüm tehdidindeki titremenin şikayetsiz korkusunu hissederiz. Bu araç toprağa aittir ve köylü kadının dünyasında yurt tutar. Araç bu yurt tutmuş aitlikten kendi içindeki dinginliğini yaratır. Bütün bunları biz, belki yalnızca resimdeki ayakkabıdan çıkarıyoruz. Buna karşın kadın, ayakkabıları öylesine giyiyordur. Keşke bu kadar basit olsaydı. Kadın ağır ancak sağlıklı denecek yorgunlukta, ayakkabıları acaba kaç kere çıkarmış ve sabahın erken saatlerinde onları tekrar giymiştir. O, uzun uzun düşünmeden gözlemler yapmadan bütün bunları bilir. Aracın araç varlığı gerçi onun hizmetinde yatar.” Heidegger’in Van Gogh’un meşhur eseri üzerinden Sanat Eserinin Kökenine dair yaptığı bu yorumlardaki “keşke bu kadar basit olsaydı” cümlesini ben aynı şekilde örneğin Orhan Veli’nin “Bir de rakı şişesinde balık olsam” dizesini alıntılayarak, şairin birinci yeni akımını (Garip) başlattığı şiir atmosferine bir örnek olarak verebilirim. Orhan Veli’nin şiirinde “şiiri sokağa taşıması”, yalın cümleler kurması, keşke bu kadar basit olsaydı. Şairin şiirinde durduğu yerle bir ressamın kendi resim algılayışı noktasında durduğu yer aynıdır. Bu bir yönetmen için de böyledir.

Orhan Veli’nin Türk şiirine açmış olduğu yol, yalın şiirinden geçmektedir. Şiiri sokağa taşıyan adamın dizeleri basit görünür, keşke o kadar basit olsaydı! Heidegger’den alıntıladığım yukarıdaki cümleler, yalnızca Heidegger’in bir ressam üzerine yaptığı ilk yorum, ilk deneme değildir, bu yalnızca Heidegger’e has değildir. Merleau Ponty’nin Cezanne üzerine yazdıkları da Heidegger’inkine benzer bir girişimdir. Bu bağlamda ister şiirin oradalığı ister resmin ister müziğin ve sözlerinin, isterse de bir filmin oradalığı söz konusu olsun, sanatçının durduğu yer hep orada-olmayandadır. Sanatçı bu duruşu sebebiyle yersiz ve yurtsuzdur. “Şendir dönüşü gemicinin yuvaya sakin akıntının üstünde, Uzak adalardan, bereketli olmuşsa hasadı; Öyle dönerdim ben de yurda, toplayabilseydim iyilikleri acılar kadar.” diyen Hölderlin kadar, “Nereye gidiyoruz böyle? Eve, hep eve.” diyen Novalis de kanımca hep bir yere-aitlik hissetmişlerdir, hep oradasızlıkları dolayısıyla. Ve şiir denebilir ki: “Oradasızlığa tutunmaya çalışmaktır”. Belki de bu yüzden hemen hemen her alan için bir tanım haline gelmiştir “çok şiirsel” ifadesi. Çok “sinemasal”, “resimsel” değil, ama “çok şiirsel” deriz. Teatral de denir ama bence teatralliğin kendisi dahi yine kendi içinde bir “şiirsel”lik barındırır.

 

 

 

                                                                                       İnsan bu yeryüzünde şairane mukimdir.

Hölderlin

         

                                                          

                                                                                                                             Özkan Uğur’un Anısına

“Dilimin Sınırları, dünyamın sınırlarıdır” diyen Wittgenstein’la şiire ve hakikate, “Dil varlığın evidir” diyen Heidegger kadar yaklaşabilir miyiz? Şiir ve dil konusu epey çetrefilli bir konu. “Anlamın sınırında dili çıldırmak” belki bu, şiirin tanımı noktasında bize bir şeyler söyleyebilir. Bu noktada İsmet Özel’den bir alıntı yapmak istiyorum: “susuyor, söylemiyor bildiği tek şiiri, “güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez” demiş çünkü Valéry.” Valéry’nin böyle bir sözünün olup olmamasının ya da okuyucunun bu sözün gerçekten Valéry’e ait olup olmamasını sorgulamasının ve bunu İsmet Özel diye bir şairin bir şiirinden yola çıkarak yapmasının, “şiirin mümkünatına” ve “dile rağmenliğine, hatta anlama rağmenliğine” dair güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğer bu söz Valéry’nin değilse, İsmet Özel’indir, en nihayetinde kendi şiirinde geçen bir dizedir. Burada bu sözün Valéry’e ait olup olmaması, İsmet Özel’e ait olup olmaması, İsmet Özel’in Valéry’nin bir sözünü kendi şiirinde geçirip, Valéry’e bir gönderme yapıp yapmadığı hiç hiç önemli değildir, benim üzerinde durup, vurgulamak istediğim nokta da burası değildir. “Şiir nedir?” sorusu, belki de “şiir ne değildir?” sorusuna verilecek cevapla daha iyi anlaşılacaktır. Ben MFÖ’nün Sude şarkısını, bütünüyle; bestesiyle, müziğiyle ve Mazhar, Fuat, Özkan’ın özellikle “MFÖ – Sude – TRT Müzik Akustikvideosundaki mimikleriyle, duruşlarıyla, tamamen “şiir” olarak görüyor ve değerlendiriyorum. Şarkı sözleri diyeceğim ama bana kalırsa bu şarkı sözü değil kesinlikle bir “şiir”dir. Sözlere bir bakalım:

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hiya Hiya

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos
Sude Sude Su
Sude Sude Su

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hi Yahi Ya

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hi Yahi Ya

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos
Sude Sude Su
Sude Sude Su

Da Hiya Hiya Hiya Hum
Da Hiya Hiya Hiya Hum
Da Hiya Hiya Hiya Hum

Da Hiya Hiya Hiya Hum
Yaaa Heeey.

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hi Yahi Ya

Gele Gele Gel Gel
Gele Gele Gele Gele
Gele Gele Gel Yar Gel

Gele Gele Gel Gel
Gele Gele Gele Gele
Gele Gele Gel Yar Gel

Sude Sude Su
Sude Sude Su

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos

Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Ha Bu Ya Da Feste Sebaha
Dasdisdos

Day Dahi Ya Hum
Nurunda Nurunda Nurunda Nurunda
Hi Yahi Ya

Day Dahi Ya Hum

Müzik belki de diğer sanat dallarından tamamen ayrı bir yerdedir. “Müzik gerçektir… Müzik evrendeki melekleri kendine çeker.” diyen Bob Dylan’a katılıyorum. Nitekim Dylan Müziği tanrısal bir güç olarak kabul eder ve vahyin ulvi bir aracı olarak göklere çıkarır. Her müzik parçası, videosu, konseri, bestesi, solosu bize böyle hissettirmeyebilir. Nitekim yine Dylan’a göre: İnsan duyguları büyük bir diktatördür.” “İstisna halleri” diktatörden, diktatöre elbette farklılık gösterecektir. Benim olaya bakışım da elbette doğrudan benim kendi ben’imden kaynaklanmaktadır. Müziğin, şiirden, resimden, romandan, öyküden (ama belki de sinemadan değil!) ayrıldığı en büyük nokta: Şiirde, resimde, romanda, öyküde sanatçı yalnızca oradadır. Başka alternatifi yoktur. Bir metin yüzyılları aşsa bile, sanatçı metinsel olarak orada kalmaya mahkumdur. Müzik söz konusu olduğunda, bir sanatçının verdiği konser örneğin, bir sanatçı olarak müzisyen oradayı sıçrayabilir, aşabilir. Yine orada olarak oradayı aşabilir. En azından diğer sanat dallarına nazaran daha güçlü aşabilir diyelim. Bakıldığı zaman Beethoven, Bach, Vivaldi’yi canlı olarak izleme şansına sahip olmasak bile, görmemiş olsak bile, bestelerini dinleriz. Rimbaud’unun bir şiirinin oradayı aşabilme ihtimaliyle Bach’ın bir bestesinin oradayı aşabilme ihtimalini kıyaslayacak olursak acaba hangisi oradayı aşmaya daha yakındır? Müzik notalarının ve şiir dilinin oradayı/lığı aşma olasılığı, hakikate ilişkin bir soru olarak sanatı bizim gözümüzde nereye koyar? Asıl soru ise şudur oradalık aşılabilir bir şey midir? Her ne kadar biri müzik, biri şiir olsa da ikisinin de sesini duymayız. Örneğin Jim Morrison ve Turgut Uyar’ı ele alalım. Jim Morrison’ın bir konserini izleyerek, dinleyerek ve burada görmek ve dinlemek eylemlerini birlikte işleyerek hissettiklerimizle, yalnızca görmek yoluyla okunan bir Turgut Uyar şiiri arasında belli bir fark olacaktır. Burada, şiir her ne kadar okunan bir şey olması dolayısıyla işin içine dinleme eylemini soksa da bireysel bir perspektiften bakıldığı zaman, doğrudan bireyin kendi okumasını ön plana çıkarıyorum. Fakat yukarıda Dylan’dan alıntıladığım cümleye geri dönecek olursak: İnsan duyguları büyük bir diktatördür” ve bir sanat eserini okurken, dinlerken, izlerken ki bu hissiyat ve ruh durumları her diktatöre göre farklı olacaktır. Ben kendi ben’imden baktığım zaman karşımda duran manzarayı açıklıyorum yalnızca. Bu örnekler genişletilebilir. Fakat bir sanatçı tarafından oluşturulmuş olan herhangi bir eserin ister görsel ister işitsel olsun, oradalık durumu bana Derrida’nın söz ve yazı arasındaki ilişkisine dair yorumlarını hatırlatıyor. Bu noktada Derrida’nın Yazı Ve Fark başlıklı eserinden bir alıntı yapmak istiyorum: “”Aklını yitirmemek için, insanın bir düzen kurması gerekir.” Savrulmak rüzgar güzelse bazen iyi gelir. Bilmediğiniz güzelliklere sürükler bizi. Ancak hayatı bir savruluşun üzerine inşa etmek korkutucudur. Biraz sabitlik isteriz, istediğimizde ayaklarımız yere değsin isteriz. Bu tıpkı derin bir havuzda yüzmek ile boyunuzda bir havuzda yüzmek arasında yaşadığımız kaygı farkı gibi. İkisinde de yüzmeyi biliriz ama birinde işler kötü giderse zeminin yakınlığı rahatlatır bizi. Hayata dair de derin kayboluşlardan galiba bu yüzden çekinir bir düzen isteriz. Gittiğimiz bir evimiz, sevdiğimiz bir kafe, yüzünü gördüğümüz sabit insanlar olsun deriz. Bambaşka insanlarla mekanlara tanışmak heyecanlıdır, kalbimize de ruhumuza da zihnimize de iyi gelir. Yine de bize zemine yakın hissettirecek rutinini tutturduğumuz bir yaşam lazım.” Benim “oradaki”, “oradalık”, “o an” dan kastettiğim şeyle Derrida’nın “biraz sabitlik, bir zemine yakınlık” olarak kastettiği şey birbirine yakın. Ben 16. Yüzyılda kaleme alınmış bir şiiri okuyabilirim, aynı şekilde bir tiyatro metnini de. Yine aynı şekilde, 14. Yüzyılda yapılmış bir besteyi de “şu an” dinleyebilirim. Bir tiyatro metnini izleyebilirim de. Burada “bir tiyatro metnini okumak, bir tiyatro metnini izlemek ve bir tiyatro metnini insanın kendi kafasında canlandırması” noktalarında biraz durmak istiyorum. “Okumak, izlemek, kafada canlandırmak”. Herhangi bir metni okuduğum zaman, zaten ister istemez kafamda onu canlandırmaya başlarım. Aynı metni okumayıp izlediğim zaman, okuma eylemimle birlikte kafamda imgelere, şekillere, sembollere, görüntülere, karakterlere bürünen/bürünecek olan, hazır olarak zaten karşımdadır. Bir tiyatroyu izlerken, yazarın aynı metni yazmış olduğu oradasıyla, benim metni sahnede canlandırılmış bir şekilde izlerken ki o anım, o oradam arasında muazzam bir fark vardır. Bir tiyatro metninin, bir şiirin, bir öykünün, bir romanın bireyde oluşturduğu etkiler elbette çok farklıdır. Örneğin aşk ve özel hayatı karmakarışık olan ve dolayısıyla kafası karışık olan bir Anna Karenina karakterinin istasyon sahnesi, herkese farklı bir kapı açacaktır. Anna’nın elindeki romanı okumaya çalışırken ki duygu durumu, trenin gidişi, trenin geçtiği yerler yalnızca Anna’nın değil artık eseri okuyan herkesin oradası olmuştur. 2023 yılında, elinde kitabını okurken, hemen masasının üstünde akıllı telefonu duran birinin Anna Karenina’nın oradasına ulaşması, kendi oradasından ne kadar uzaklaşabileceği kişiye göre değişiklik gösterecektir. Bu Goethe’nin Faust’u için de böyledir, Hölderlin’in Hyperion’u için de. Ayrıca bütün bunların dışında şu da önemlidir, Tolstoy acaba Anna Karenina’nın istasyon sahnesinde, Anna Karenina’nın oradasına ne kadar yakındı? Bu soru bütün sanatçılar ve eserleri için geçerlidir.

Derrida Yazı ve Fark başlıklı eserinde şöyle demiştir: “Kafka ne diyordu: ”Bizler Tanrı’nın beyninde doğan nihilist düşünceleriz.” Bir başka yerde: “”Kelimeler şairi seçer.” Bir başka yerde: “Hegel gibi söylersek, varoluşun kelimeye feda edilmesi ama aynı zamanda varoluşun kelimeyle kutsanması.” Bir başka yerde: “Biz mi sözü dile getiririz, yoksa söz mü bize şekil verir?” Bir başka yerde: “Şair olmak, sözü bırakabilmektir.” Bütün bunlardan sonra, insan oradalıktan kaçmak için yazar ve konuşur dersek aslında çok da yanlış bir şey söylemiş olmayız.

MFÖ’nün Sude şarkısı ve video klibi bana bütün bunları düşündürdü. Sude’nin sözleri bana kalırsa şiirdir. Bakıldığı zaman hiçbir şey anlatmaz. Bu anlatmayışı alışık ve bilindik anlamda bir anlatış olmadığı için sanki anlamsızmış gibi gelebilir. Hölderlin’in şiir tanımlarından biri de şöyledir: “Birinin karanlık bir ormandan geçerken, korkmamak için, kendi kendine ıslık çalması, şiirin ta kendisidir”. Hölderlin’in bu mealdeki sözlerinde yer alan “ıslık sesi” müzikle ilişkimi daha da canlandırıyor, müziğe inancımı daha da arttırıyor. Yalnız yazıyla kurulmuş, dizelerden, harflerden, cümlelerden oluşmuş bir metnin, bir takım müzik aletlerinin çıkardığı seslerle bir araya gelip bir harmoni oluşturması bazen insanı çıldırtmaya yeter. Metallica’nın One şarkısının nakaratını düşünüyorum. The Doors’un Riders On The Storm’unu düşünüyorum ve daha birçok muazzam şarkı ve grup…

MFÖ’nün Sudesi benim için bunlardan biri. Özkan Uğur’un bas gitarı çalarken, çıkardığı sesler ve yüzündeki mimikler, bana Schopenhauer’ın “Şeytanın Gülüşü” benzetmesindeki hazzı veriyor. Yalnızca MFÖ’nün bu parçası değil, Teoman’ın Paramparçası için de aynı şey geçerli. Elbette daha birçok muazzam parça ve birçok harikulade sanat eseri için de. Sude’nin şiir özelliği, MFÖ üçlüsünün notalarında, mimiklerinde, seslerinde, elektro ve bas gitarlarında yatıyor. “Nurunda, nurunda, nurunda” dizesiyle, Turgut Uyar’ın “GECİKMEMİŞ” başlıklı şiirinde yer alan şu dizeler arasında ben aynı zemin, aynı oradalık bağlantısını kuruyor ve buluyorum: “KOCA MEYDANLARDA AT KESERLER, KOCAMAN KUPALARDAN SU İÇERLER, ADAMLAR BÜYÜK, KALIRLAR, GÜNEŞ EVİNE GİDER…” Turgut Uyar’ın bu şiirinde bütün şiiri BÜYÜK HARFLERLE yazmış olmasını ve dolayısıyla şiirinde biçimsel bir farklılık tercih etmiş olmasını, Özkan Uğur’un, yukarıda belirtmiş olduğum klipteki (MFÖ – Sude – TRT Müzik Akustik) mimiklerine ve çıkardığı seslere benzer buluyorum. Bence Turgut Uyar’ın yukarıda geçen şiirinde gittiği anlamsal ve biçimsel farklılıklar, şiirini kurduğu anlam-biçim zemini, Özkan Uğur’un bu klipteki sözler ve müzik yanında çıkardığı sesler ve yüzünde beliren mimiklerle aynı zeminde. Aynı varoluşsal kökten. Burada Schopenhauer’ın “Şeytanın Gülüşü” benzetmesini tekrar hatırlatmak istiyorum. Turgut Uyar’ın bu ve hemen hemen bütün şiirlerinde aynı şekilde güldüğünü düşünüyorum.

Bütün bunların dışında Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler kitabından bir alıntı yapmak istiyorum: “Öyle derine dalmış ki, kendini kaybetmiş orada.” Sanatçının derine dalmışlığı ve bu derine dalmadan önceki durduğu yerle, daldıktan sonra kendisini kaybettiği yeri, Turgut Uyar’ın yukarıda örnek olarak verdiğim dizelerinde ve Özkan Uğur’un MFÖ – Sude – TRT Müzik Akustik klibinde 2:16-2:28 dakikaları arasındaki yüzünde buluyorum. Şimdi bu yazıyı yazarken durduğum yer de tam orasıdır. Elbette yalnızca bu ikisinde değil. Ben’im açısından baktığım zaman bende oradalığı ve kaybolmuşluğu bir anda, büyük bir tazyikle canlandırmış olmalarından dolayı, özellikle bu iki sanatçı, bu grup, bu şiirler üzerinden doğrudan bir örneklemeye gittim. Yoksa bütün bir dünya tarihi bence aynı zamanda biraz da oradalığın tarihidir. “Hiç, hiç bir zaman, hiç değildir. Nesne anlamında biraz bir şeydir. O Varlığın kendisidir, insan özne olmak bakı­mından kendini aştığında insan varolanı, artık nesne olarak göz önüne getirmediğinde Hiçin varlığı insana verilecektir.” Heidegger’in bu sözlerinden Sanat-Sanatçı-Sanat eseri arasında, ben öznesini göz önüne alarak ve aynı zamanda sanat eserini hem nesne hem özne olarak ele alarak sözü İlhan Berk’in şu dizesine bağlıyorum: “Atımı istedim evin göğü gerindi.” Bence Hölderlin’ın şiire dair tanımındaki “ıslık sesi”, İlhan Berk’te “evin göğü”dür (Elbette yalnızca bu şiir ve dizesiyle kısıtlamıyorum). MFÖ’de Sude’nin: Ha Bu Ya Da Feste Sebaha, Ha Bu Ya Da Feste Sebaha” dizesidir, Turgut Uyar’da “GÜNEŞ EVİNE GİDER”dir. Bütün bu gayet spesifik dizeler ve kişiler büyük dünya sanatının ben gözünden birer yansımasının sonucudur.

Örneğin Philips Wouwerman’ın “The White Hourse” isimli çalışmasında, çocuk ve at orada mıdır? Ne kadar oradadır? Ben şu an’dan bu tabloya baktığım zaman ne kadar oradayımdır? Belki de 1600’lü yıllarda yaşamış birinden daha çok oradayımdır. Heidegger Sanat Eserinin Kökeni başlıklı eserinde Van Gogh’un ünlü resmi üzerine şunları söyler: “Resimde fazladan ne var? Ayakkabının ne olduğunu herkes bilir. Eğer bunlar ağaç ve kenevirden değilse, deri tabanlıdır ve iğne, biz ve sicimle dikilmiştir. Bu tür araçlar ayakları örtmeye yarar. İster tarlada ister dansta olsun hizmetine göre kullanılan malzeme ve biçimler farklıdır. Buna benzer doğru bilgiler daha önceden bildiklerimizi açıklamaya yarar. Aracın araçsal varlığı kendi hizmetselliğinde yatar. O bununla nasıl örtüşür? Hizmet eden araç kendi hizmetini de aramak zorunda değil mi? Tarladaki çiftçi kadın ayakkabı giyer. O burada ne ise odur. Çiftçi kadın işinde ayakkabıyı ne kadar az düşünürse veya ona az bakarsa veya onu az hissederse, bu o oranda gerçek olur. Kadın onunla ayakta durur ve yürür. Ayakkabılar gerçekten hizmet eder. Araç kullanımının bu sürecinde araçsallıkla gerçekten karşılaşmayız. Bir çift ayakkabıyı göz önüne getirerek veya resimde salt duran, boş, kullanılmamış ayakkabılara bakarak, aracın araçsal varlığının ne olduğunu asla öğrenemeyiz. Van Gogh resmine bakarak bu ayakkabıların nerede durduğunu belirleme şansımız da yok. Bu çiftçi ayakkabılarının çevresi bomboş, ne işe yarar ve nereye aittirler o da belirsiz. Ne olduğunu bilmediğimiz öylesine bir mekan var. Üzerinde kullanımına ilişkin olarak tarla veya yol toprağından bazı parçalar bile yok. Bir çift ayakkabı, başka hiçbir şey yok. Ayakkabı aracının boş içinin, karanlık ağzından iş basamaklarının güçlükleri adeta sızıyor. Ayakkabının sert yapılı ağırlığında, üzerinde sert rüzgarların estiği tarlanın uzun, birbirini hatırlatan çizgiler yardımıyla uzun gidişin uysallığı toplanır. Derinin üzerinde nem ve toprağın çukurları var. Tabanlarda, çöken akşamdan dolayı tarla yolunun yalnızlığı karışır. Ayakkabıda toprağın sessiz çığlığı, olgun başakların sessiz ödülü ve kışı yaşayan tarlanın, nadasa bırakılmış tenha tarlanın açıklanmamış başarısızlığını fısıldar. Bu araç yardımıyla ekmeğin güveni, sıkıntıyı atmanın verdiği dile getirilemez sevinci, doğumun verdiği çalkantı ve ölüm tehdidindeki titremenin şikayetsiz korkusunu hissederiz. Bu araç toprağa aittir ve köylü kadının dünyasında yurt tutar. Araç bu yurt tutmuş aitlikten kendi içindeki dinginliğini yaratır. Bütün bunları biz, belki yalnızca resimdeki ayakkabıdan çıkarıyoruz. Buna karşın kadın, ayakkabıları öylesine giyiyordur. Keşke bu kadar basit olsaydı. Kadın ağır ancak sağlıklı denecek yorgunlukta, ayakkabıları acaba kaç kere çıkarmış ve sabahın erken saatlerinde onları tekrar giymiştir. O, uzun uzun düşünmeden gözlemler yapmadan bütün bunları bilir. Aracın araç varlığı gerçi onun hizmetinde yatar.” Heidegger’in Van Gogh’un meşhur eseri üzerinden Sanat Eserinin Kökenine dair yaptığı bu yorumlardaki “keşke bu kadar basit olsaydı” cümlesini ben aynı şekilde örneğin Orhan Veli’nin “Bir de rakı şişesinde balık olsam” dizesini alıntılayarak, şairin birinci yeni akımını (Garip) başlattığı şiir atmosferine bir örnek olarak verebilirim. Orhan Veli’nin şiirinde “şiiri sokağa taşıması”, yalın cümleler kurması, keşke bu kadar basit olsaydı. Şairin şiirinde durduğu yerle bir ressamın kendi resim algılayışı noktasında durduğu yer aynıdır. Bu bir yönetmen için de böyledir.

Orhan Veli’nin Türk şiirine açmış olduğu yol, yalın şiirinden geçmektedir. Şiiri sokağa taşıyan adamın dizeleri basit görünür, keşke o kadar basit olsaydı! Heidegger’den alıntıladığım yukarıdaki cümleler, yalnızca Heidegger’in bir ressam üzerine yaptığı ilk yorum, ilk deneme değildir, bu yalnızca Heidegger’e has değildir. Merleau Ponty’nin Cezanne üzerine yazdıkları da Heidegger’inkine benzer bir girişimdir. Bu bağlamda ister şiirin oradalığı ister resmin ister müziğin ve sözlerinin, isterse de bir filmin oradalığı söz konusu olsun, sanatçının durduğu yer hep orada-olmayandadır. Sanatçı bu duruşu sebebiyle yersiz ve yurtsuzdur. “Şendir dönüşü gemicinin yuvaya sakin akıntının üstünde, Uzak adalardan, bereketli olmuşsa hasadı; Öyle dönerdim ben de yurda, toplayabilseydim iyilikleri acılar kadar.” diyen Hölderlin kadar, “Nereye gidiyoruz böyle? Eve, hep eve.” diyen Novalis de kanımca hep bir yere-aitlik hissetmişlerdir, hep oradasızlıkları dolayısıyla. Ve şiir denebilir ki: “Oradasızlığa tutunmaya çalışmaktır”. Belki de bu yüzden hemen hemen her alan için bir tanım haline gelmiştir “çok şiirsel” ifadesi. Çok “sinemasal”, “resimsel” değil, ama “çok şiirsel” deriz. Teatral de denir ama bence teatralliğin kendisi dahi yine kendi içinde bir “şiirsel”lik barındırır.

 

 

 

                                                                                       İnsan bu yeryüzünde şairane mukimdir.

Hölderlin

         

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl