Ana Sayfa Kritik Ölüm Birdir!

Ölüm Birdir!

Ölüm Birdir!

 “Kızgınım, öfkeliyim, saçmalıyorum ama nefreti besleyemem.”

(Jose Mujica)

Bu yazıya başlarken karışık duygulara bulanarak, kafamı sağa sola çarpmış gibi hissediyorum. Dünyada ve Türkiye’de ne vakit önemli bir hadise vuku bulsa, onun içinde sürüklenmenin, dört yandan taarruza uğramanın etkisiyle (nüfus, milyarlar, insanlar, düzen vd.) baktığım fotoğraf netliğini yitirirken, düşüncelerimin hakimiyetini de biraz kaybediyorum. Yazmak veya sanatla uğraşmak bana göre, birikimle, tecrübeyle birlikte, gerçekten bir sınır koyma meselesi… Fakat, bu sınır ezber bilgilerle, herkese benzerlikle, topluluk standartlarıyla, cesareti törpülemekle ayrıca sınırlandırıldığında, ortaya koyulan benzeş sanatsal/düşünsel perspektiflerin de içine sığamıyorum. Bu sebeple, kendi yaşadıklarımı belli bir üslup çizgisinde aktarmayı; bunu denemelerle, şiirlerle, tiyatro oyunlarıyla taçlandırmayı, böylelikle, çağın içinde devinirken, onu ileriye de taşımayı şiar ediniyorum. Geçmişin şimdisi, geleceğin geçmişi adına; varlığımda önemli şeyler birbiriyle çarpışıyor. Paratoner miyim neyim; belirleyemiyorum.

Çevredeki gelişmeler ekseninde içime döndüğümde, beynim de 360 derece döndürülüyormuşçasına büzük büzük kesiliyor. O nasıl bir haldir derseniz, inanın ben de tam bilmiyorum. Her kafadan bir ses çıkıyor; bilim, sanat, din, belediye başkanları, sağlık bakanı, hükümet yetkilileri, gündelik hayat, dünya sağlık örgütleri, vatandaşlar… Kazan fena kaynıyor. ‘‘Corona’’-korona-koronavirüs-‘‘COVID19’’ denilen çok adlandırmalı bir virüsün ansızın yaşamsallığı çarpması, çoğu insanda da benim gibi saçma sapan durumlar yaratmıştır diye düşünüyorum. Ben kendi saçmalığımı dizayn etmeyi anlamlı buluyorum. Çünkü; çevreye baktığımızda, saçmalıklar, bireysel anlam vermeklikten öte, kitlesel aidiyetsellikler, ezberler, refleksler üzerinden yürüyor. Derinlik yitiyor, herkes yüzeyde. Her birinden birer parça aldığım bilgilerin, verilerin, fikirlerin hiçbiri özel, hakiki bir anlam haresi yaratmıyor. Tek bir kişinin kendine haslıkla bütünlüklü düşündüğünü, samimi olduğunu bile hissedemiyorum. Bu yönde, ben de fikirlerimi aktarmak adına, ağzı var dili yok bir ‘‘word’’ sayfasının aklığına sığınıyorum. Her koşulda üretmek zihnimin varsıllığı bağlamında ehemmiyet taşıyor.

Bilimsel açıdan ‘‘korona’’ meselesine bakıldığında, konu öylesine dallanıp budaklanıyor ki, normal bir vatandaş, bir sanatçı olarak da bunlardan etkileniyorum. Özellikle, bir sanatçı olarak… O yüzden, daha çok bu konunun uzmanları olan ‘‘mikrobiyologları’’, genetik bilimcileri vb. dinlemeye, takip etmeye çalışıyorum. Bilim adamların bile hangi kuruluşlarla bağlantıda kaldıklarını, söylemlerinin samimiyetini, ihtisas derecelerini elimden geldiğince test etmeye çalışıyorum. Bilimin de içinde çok ayrı bilimsel handikaplar bulunuyor, çünkü.

Mevcut noktada, özellikle Prof. Dr. İdris Şahin’in söyledikleri dikkatimi çekiyor. Nitekim, doğa bilimleri üstüne ihtisas yapmış bir bilim insanının soğukkanlılığıyla, sempatikliğiyle, objektifliğiyle ve gerçekçiliğiyle, kendisinin Türkiye’yi göz önüne alarak konuştukları önem taşıyor. Belki, Şahin internette ya da diğer ‘‘medium’’larda görülmeyen ve mesleğini onun gibi saygınlıkla icra eden birçok bilim insanını da temsil ediyor. Şahin’in koronavirüs hakkında (bu ifadeyi kullanmayı uygun görüyorum) belirttikleri dikkat çekiyor. Kendisi, bu virüsün 1930’lu yıllarda kuşlarda tespit edildiğini, hayvanlarda da bulunduğunu; ama, hayvandan insana değil, insandan insana geçtiğini, onun da grip, nezle virüsleri gibi mutasyonun bir parçası olduğunu imliyor. O açıdan bakıldığında, tıpkı insan misali, virüsün de bir canlı veya yarı-canlı olabileceği söyleniyor.

Buradan şu sonuca varıyoruz, koronavirüs doğanın bir parçası da sayılsa yahut (misal) biyolojik bir silah mahiyetinde de üretilse, üstüne her ne açıklama getirilse getirilsin sonuçta can alıyor. Bizler zaten ölümlü varlıklar değil miyiz? Virüs gelse de gelmese de, başka şekillerde, bireysel-kitlesel ölümler görülmeyecek mi yeryüzünde? O vakit, durumu gereğinden fazla abartmamak yahut gelişmelere çok yönlü, samimiyetle, gerçekçi bakmak gerekiyor. Biyolojik virüsten öte, zihinsel virüsün berbat bir şey olduğunu alımlıyoruz. Aslında, bunun da su yüzüne çıkışını kabullenmeye çalışıyoruz. Akıl yok, olanı da kontrol altında… Duygu yok, olanı da karmakarışık… Dolayısıyla, sadece akış var. Bir parça oradan bir parça buradan alıyoruz, bazısına köküne kadar inanıyoruz, bazısından hiç almıyor, bazısından yüz gram kadar ediniyoruz. Fakat, bunların hepsini yaratıcı bir bağlamla birleştirip, entelektüel bir düşünce yapısı kuramıyoruz. Çok hazin!

Bir markette dolaştığınızı hayal edin; çok büyük, çok karışık bir markete. Bilgi de, bu çağda o karmaşayla dolaşıma giriyor. Herkes her şeyden anında haberdar oluyor; lakin, bunları ayıklamak, seçmek, en mühimi yaratıcı şekilde değerlendirmek konusunda ciddi sorunlar yaşanıyor. Herkes önünde sonunda olaylara kendi tecrübeleri, kendi bilgisi, kendi psikolojisi, kendi korkuları, kendi çerçevesi vd. ekseninde bakıyor. Fazla parametre var. Yaş, cinsiyet, grup, aidiyet, tecrübe, dünya algısı, ülke koşulları, sınıf farkları… Sürü psikolojisi de ayrı etken… Özellikle, sınıf farkları en belirgin başlığı oluşturuyor; özellikle, ülkemizde. İnsan her şeyi önce ortak hafızayla değerlendiriyor. Acı olansa, gerçekten özgünlük ihtiva eden, geniş bir alana nükseden çok az yoruma, çok az yaşama, çok az düşünceye rastlıyorsunuz. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, özellikle de Türkiye’de, konuya çarpıcı boyutuyla değinen neredeyse bir kişi yok. Bilgi üniversiteden evlere, sokaktan sanat merkezlerine değin eksiklerle bölünmüş durumda… Ne denildiğine değil, kimin dediğine bakıldığı üzere; ne denildiğine değil, diğerinin ne anladığına göre şekilleniyor ortam. Bu sebeple, her şey soğuklaşıyor, bayağılaşıyor, kurulaşıyor. Kimse, konuları cesaretle itiraf edemiyor, o durumlarla da tam yüzleşemiyor. Oysa, şu saflıkla biri çıkıp dese ki; hepimiz öleceğiz; lakin, yaşamak için de elimizden geleni yapmak zorundayız. Ölenlere rahmet dileriz, hayatın açıklanamayan tarafı da bu. İnanın bu açıklamanın samimi varlığı, yeterince hazmedilemese de, yavaş yavaş kabullenilecek. Oysa, herkes oynuyor, yalan söylüyor, diğerini-kendini kandırıyor-avutuyor. Bağırıyor. Çemkiriyor. Yargılıyor. Üstelik, çoğu da yavan; en temel mesele…

İletişimsizlik, virüsten önce de gelişen bir durumdu. Şu zamanlarda bunu daha net algılıyoruz. ilişkilerde, evliliklerde, ailelerde, toplumlarda, kurumlarda, meslek çevrelerinde… Anlayışsızlık hat safhada… Her yere izi düşen bir tüketim çılgınlığı, bir boşluk, bir rol icabı vardı, zaten. Virüs sadece bunu boyutlandırdı.

Şu anlamda, koronavirüsle ilgili de günümüze kadar bütünleştirici, çok yönlü, disiplinlerarası, fonksiyonel bir açıklama görmedim. İnsanlar reflekslerinin getirdikleri iniş çıkışlarla, kafa karışıklarıyla, travmalarla, göz boyamalarla, alan darlıklarıyla günü geçiriyorlar. Birçokları ‘‘#evdekal’’ etiketinin çatısı altında ahkam kesiyor, az biraz da (!) rica ediyor. Benim de içinde bulunduğum (sanal) dünyada, ‘‘youtube’’tan ‘‘tiktok’’a, ‘‘twitter’’dan ‘‘skype’’a, ‘‘whatsapp’’tan ‘‘facebook’’a, her mecradan inanılmaz hızla veri akıyor. Her gün yeni bir güncellemeyle, yeni bir aplikasyonla karşı karşıya kalıyoruz. Bunların birçoğu etki yaratıyor, bilinçdışını tetikliyor. Yoruyor, düşündürüyor, uyuşturuyor. Harekete geçiriyor. Alan açıyor veya daraltıyor. Hepsini bilmemiz zorunlu kılınıyor. Maruz kalıyoruz.

Burada, üzüldüğünüz bir mesele de hasıl oluyor, tabii. Ülkenizde mesela, insanların çoğu ölecekler. Özellikle, altmış yaş üstündekilerle birlikte, risk grubunda bulunanlar… Kimi soğukkanlı bilim insanları bunun doğallığını üstü kapalı şekilde ima etmeye çalışıyorlar. Fakat, siz bunun tersine inanır gibi davranıyorsunuz. Hayli zor bir durum, garip bir psikoloji… Yahut, çıkmadık candan ümit kesilmez gibi algılıyorsunuz olayı. Aksine, bugünler geçse de, hiçbir şeyin eskisine dönmeyeceğini bildiğiniz halde, güzel günler geri gelecek diye çevrenizi avutuyorsunuz. İçiniz bambaşka, dışarıya yansıttığınız bambaşka oluyor. Aslen, küfre bulanarak bağırmak isteyen, sevişmeye arzu duyan, konuşma ihtiyacı hisseden, korkaklık gösteren, üzgün bir kişiliği barındırıyorsunuz. Aksine, dışarıya karşıysa, soğukkanlı, eleştirel, mizaha bulanmış, cesur, kolektif ruhlu biri gibi görünmeye çalışıyorsunuz. Belirttiğim insan tipine virüsten de önce rastlanılıyordu. Aşırı tüketim çılgınlığı içindeki kişiliklerin tamamı… Gezen, yüzen, ot içen, sevişen, kafelerde/barlarda, internette zaman harcayan modern bir deforme-örnek… Şimdi maskelerin düşmesi, gerçek yüzlerin görülmesi, iletişim kazalarının artması daha da olası… Azmaklıklar, kızgınlıklar, egolar, kendini beğenmişlikler, çaresizlikler, tedirginlikler, küslükler belirginlik kazanıyor.

Uzun zamandır, iletişimin minvaline kafa yoruyordum. Başta şiir, edebiyat olmak üzere, diğer sanat alanlarındaki (güncel sanat, plastik sanatlar vd.) ve bilim, hukuk, sağlık ortamındaki etkileşimlere baktığımda, durum içler acısı hal alıyor. Samimi arkadaşlarla aramızda ‘‘yahu, birçok insan cin olmadan adam çarpmaya çalışıyor.’’ diye konuşuyoruz. Hatta, ‘‘bazıları cidden patolojik hastalar… Bazıları da psikopat soğukkanlılığı taşıyorlar’’ saptamalarıyla sohbetleri nihayetlendiriyoruz. Yorgunuz… Şu sıralar, istemesek de kimi sığ olayların içine çekilmeye çalışıldığımızı bizzat deneyimliyoruz. Şeffaflık, hakkaniyet (!) çatısı altında ortaya koyulan projelerin, sürdürülen yarışmaların nasıl üçkâğıtlar barındırdıklarına, içeriden bire bir bilgiler de sızdırarak tanık kesiliyoruz. ‘‘Screenshot’’lar, ses kayıtları, mesaj fotoğrafları, yazışmalar… Kanıtlarıyla… Bunlar bizi hayli yıpratıyor, sert bir bıçak gibi biliyor. Uğraşsan, aşağılık oyunları bozamıyorsun. Uğraşmasan, için içini yiyor. En önemlisi ve acısı da, aslında artık değmeyeceğini düşünüyorsun. Sanki Türkiye Cumhuriyeti Edebiyatı Devleti’nde, günlerini koronavirüsün mucizesiyle ölüme gün dokuyarak geçiriyorsun. İstediğin sanatı, istediğin özgürlükle icra edemiyorsun. Anlayacak kitle kalitesi bulunmadığı üzere, korkan, yargı getiren, kıskanan da çok… Ne gerek var çöplüğe altın külçesi fırlatmaya diyor, susuyorsun. Bileniyorsun da ama… Hayli bileniyorsun. Bu bilenmeyle, kimin kafası uçacak o çöplüğe, sanatsal sezgiyle şu an net seçemiyorsun. Devrim kaostur. Zaman bekletir.

Koronavirüs dalga dalga yayılarak bu kirli meseleleri, hastalıklı insan ruhlarını da ifşa ederek iyice merkeze yerleşti. Her an herkes ölebilir; ileride de ölebilir. Kafam öylesine dolu, gönlüm öylesine yorgun, bedenim öylesine yitik ki; Badiou şöyle demiş, Chomsky bir yazı paylaşmış, Zizek de olaylara böyle bakıyormuş darlığından da kurtulmak istiyorum artık. Dört yanımızı analiz, fikir, terminoloji yığını kapladı. Bilen, bilmeyen yorum kasıyor. Kurtuluş Kayalı ‘‘Türkiye’de sesi olan aydınımız çok az…’’ diye imlemiş bir söyleşisinde. Üstüne ‘‘insanlar Foucault paylaşıyorlar, ama onun gibi iktidara karşı duramıyorlar ve onu anlamadan değerlendiriyorlar.’’ ifadesini de eklemiş. Hemen her gün bana da elektronik ortam vasıtasıyla, bir Badiou, bir Zizek, bir Chomsky yazısı geliyor. Fakat, Türkiye’deki zihin haritası etrafında düşünüldüğünde, bunları gönderenlerin bu yazılardan, bu röportajlardan pek anladıklarını zannetmiyorum. Gerçek suretle zeki, başkaldıran, yenilikçi pek kimse kalmadı, çünkü; çoğunluk şekil çiziyor. Godard’ın gözünden pandemiyi tartışıyor da, kendi gözünde pandemi yok, sanki! Aracı yaratıyor, paravan. Sakınmasız davranamıyor. Davranırsa, tepki çekeceğinden, işini, çevresini kaybedeceğinden, hesaplarının tutmayacağından çekiniyor.

Günümüzde kişiler, önemlilermişçesine kendilerine aşırı paye biçiyorlar. Sistemin de kimi mekanizmalarına sırtlarını dayadıkları halde, dayamıyormuş kılığına bürünüyorlar. Bu sinsi sahtelik de onları daha zavallı, daha yapay, daha komik gösteriyor. Her şeyin üst bir bilgiyle açıklanmaya çalışılması, bir felsefeyle tanımlanması, sürekli suretle bilimin terminolojisine sıkıştırılması, insanın biricikliğini, kırılganlığını, karmaşıklığını da sekteye uğratıyor. Bugün kimse diğerine/çevresine hakiki duygularını aktaramıyor. Herkes alışılmış kalıbı giyiyor. Keksi, dağılmaya müsait… Karşıdan kaya gibi dimdik durmaya çalışsalar da… Gerçekte püf…

Bastırıldıkça bir şeyler, yanlış civarlardan fışkırıyor. Aslında, herkes ölmekten korkuyor, annesinin ölmesinden, mahallesinden sayı sayı tabut çıkmasından korkuyor. Ambulans sesinden, polis copundan… İşsizlikten, açlıktan, yalnızlıktan… Gencecik birinin nefessiz kalacağından, küçük bir çocuğun yere yığılacağından korkuyor işte. İnsan aslında kendi ölümünden kaçıyor. Şu kaçış hissini, ne kapitalizmle, ne komünizmle, ne liberter komünizmle, ne virüsle, ne duayla, ne enerji aktarımıyla, ne izolasyon kurallarıyla, ne tarihle, ne siyaset bilimiyle tam açıklayamıyorsunuz. Derinlerde büyük bir yalnızlık, büyük bir çaresizlik, büyük bir öfke, büyük bir korku, büyük bir sevgi açlığı duruyor. Sanırım, bunu tanımlayacak yetiye sahip alan da sanat… Sanat yaşama tutunmak, yaratıcı zekâyı, umudu ve empatiyi yitirmemek adına gerekli bir alan… Ruh eve hapsoldu. Sokaktayken de sıkıştığının farkında değildi o ruhlar. Şimdi, bir sevgi sözcüğüne, bir uyanışa, bir morale ihtiyaçları var. Bir direnişe…

Bu noktada, ben küçük örgütlenmelerin yanında, bireysel alanların korunması gerektiğine de inanıyorum. Nitekim, (her türlü konuya) sığlıkla iman etmektense, (her türlü konuyu) sorgulayan bir isyankâr olmayı tercih ediyorum. Bedeli çetin; lakin, zamana kendimi bıraktığımda, onun sonsuz kollarının beni kucaklayacağını da biliyorum. Söylenenleri zihin haritamdan çok yönlü şekilde geçirmeyi tercih ediyorum. İnsanlık nedir, ortak insanlık değerleri var mıdır/varsa kime, kimlere göre nasıl şekillenir? Kültür nedir, nereye göre değişir? Anlam nasıl kurulur? Hafıza nedir? Yaşam pratikleri nerelerde, hangi muhtevayla oluşturulur? Siyaset, ölüm, ideoloji, sevgi, doğa bilimi, sosyal bilimler, sanat… Nedir nedir? Sürekli; analiz, karşılaştırma, araştırma… Sezgileri gözden geçirme…

Böylesi bir incelikle, insanın kıymetini merkeze almaya uğraşırken fark ettim ki, kimse bilginin neliğini, neyi imlediğini, neye dönüştüğünü anlamak istemiyor. Bazıları isteseler de onu göremiyorlar. Kimse kendinin dışındakini, ötesini asla tercih etmiyor. Herkes bir şeyleri çeşitli mecralarda aşırı-kendi-bakışlılığından paylaşıyor. Şöyle genelleyelim; bir kere, evrensellik diye ORTAK bir saflık YOK!.. Safsata… Bu minvalde, bilim ortamlarından devlet sistemlerine, sanat mecralarından evlerin içlerine değin birçok şey aslında, çoğunluğun işine gelirliği düzleminde biçimlendiriliyor. Bir şey hem yüzde elli doğrulanıyor, hem de yüzde elli değilleniyor. Geçenlerde bir karikatüre rastlamıştım; ‘‘siz hepiniz doğrusunuz, ben götüm’’ diyordu. Bir diğer karikatür de ‘‘sen doğrusun, biz hepimiz götüz’’ diyordu. Farklı versiyonlarla götlüğün türevlerini arttırmak mümkün… Neticede, iki lobu bulunuyor. Sağ-sol… Kişiler ve gruplar, ülkeler ve dünya bazında…

Herkesin çok şey bildiği, bildiklerini de açıkça söylemediği sahte bir zamanda korona illetinin gelişi belki bir mesaj; belki, bir kurtuluş müjdesidir. Her ne fikir beyan etseniz de, birileri tarafından didikleniyor zaten. Ben mesela, kimse tarafından anlaşılamadığımı kabul ettim, ağır geliyor, ama kabul ettim. Herkes sinir küpü etrafta… Hayat, ot çekilerek, içki içilerek, tıkınılarak, yazışılarak, sevişilerek, dışarıdaki gelişmelere kayıtsız kalınarak ya da fazla gevşek bakılarak, geyik yapılarak, envai internet grubuyla oyalanılarak bir şekilde uyuşturulmaya çalışılıyor. Herkes kendinden öyle emin, bir o kadar da öyle çaresiz… Herkes anlaşılmayı bekliyor, kimse ötekini anlamıyor. Herkes saygı bekliyor, ama kimse ötekine saygı duymuyor. Sağlam icraatları bulunduğunu zannettiğiniz birinin hayatına mercek tutup, hakkındaki bir gerçekliği öğrendiğinizde, her şeyin çürüdüğünü fark ediyorsunuz. Mesafe istiyorsunuz aslında…Onunla… Kaliteli mesafe… Korona bu aydınlamayı da getirdi.

Neticede, koronovirüs (Türkçe’ye bir sözcük daha) her ülkeye, her kültüre dair de farklı değerlendirilebiliyor. Şüphesiz ki, bu, insanlığı ilgilendiren bir konu; lakin, bir zamanlar Afrika’nın sömürülmesi, bugün oralarda insanların hâlâ durmadan ölmeleri, botlarda balık istifi giden mültecilerin denizde boğulmaları da o insanlığı ilgilendirmiyor muydu? Neden olaylar illa ki, orta sınıf yaşamı, refah içindeki kesimi tehdit edince önem kazanıyor? Neden Amerika’yı ve -başta batı Avrupa olmak üzere- Avrupa ülkelerini bir şeyler etkileyince aşırı şekilde paniğe kapılıyoruz? Doğrudur, Çinliler kültürel olarak yarasa yiyor olabilirler; bu hayvanda virüs bulanabileceği de açıklanabilir. Fakat, ne zamandan beri dünyayı tek bir açıdan değerlendirecek kadar duru bir bakışa sahip olabiliyor; bir şeylerin iç yüzünü bilmeden etiketini anında yapıştırıveriyorsunuz? Genetik bilimciler kaynatılan canlılarda artık virüs barınmasının zor olduğunu, bu bahaneyle bilinçdışındaki ırkçılıkların hortlamaması gerektiğini de belirttiler. Yine, Fransa’daki kimi bilim insanları daha önce Afrika’daki hayat kadınlarında denedikleri aşılara benzer şekilde, ‘‘COVID19’’ aşısının da denemesini orada yapabileceklerini açıkladılar. Velhasıl, körü körüne bilime inanmaktan ziyade, bilimin de en makul kısmına inanmak ve etik sahibi olmak daha mantıklı gözüküyor. Amerika’daki, Hollanda’daki, Çin’deki, Nepal’deki, Türkiye’deki, Kanada’daki kimse masum değil, artık. Sadece, güç savaşları, söylem çatışmaları bulunuyor. Orada sağlam fikirlere tutunmak, bunları birbirleriyle doğru çaprazlamak gerekiyor. Mesela, ben, uzun süredir dijital devrime girdiğimizi düşünüyordum. Öyle düşünüyordum ki, geçmişte, bu konuyu da içeren ‘‘Daralan Çember’’ adlı bir tiyatro oyunu bile yazdım. Orada da insanlığın başına gelen bütün bu felaketleri, çıkmazları anlattım. Öngörülerimi belirttim.

Öyleyse temel problemler nelerdir? Bir kere ya klasik batağına batarak, saçmalıyor, gerici kaçıyorsunuz; ya minimal, sivil toplumcu başlıklar altında günü kurtaran, şematik sahtekârlara dönüşüyorsunuz; ya da bilimkurguyu, fantastiği insanın dışındaki üst perdeden anlatmaya çalışarak, kültürel aidiyetin/aidiyetsizliğin es geçilmesini tam açımlayamıyorsunuz. Yaşanılanları sinema, öykü, roman türlerinin dışında disiplinlerarası bir alana kaydıramamak, yeni çaprazlamalar yapamamak elzem bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Sanattaki anlam boşalması, mülteci meselelerinden virüse, siyasetten korkuya her alana sirayet ediyor. Ağzı olan konuşuyor; sarsıcılığını, özgünlüğünü tartmadan. Haddini bilmiyor, mislince de aşıyor. Avam köksüzlüklerle, çetelikli ilişkilerle ortalarda it kuyruğu sallanıyor. İnsanların zihinleri sokaklaşıyor. Yine de, ne denilirse denilsin, nitelikli olanı kurşun gibi havada fark ediyorsunuz. Hemen… Radar sisteminiz sağlam… Bu hakikat, sözün, dilin, tanımın hayli ötesinde…

İkinci olarak, katılaşmış aklın çöküşüyle beraber, yeni ve çok boyutlu bir akıl inşa edilmesi gerekirken bunun tersi durumlarla karşılaştığımızı görüyoruz. Koronavirüsle birlikte, günlerimiz bolca absürtlük, saçmalık, anlamsızlık barındırıyor. Çevrede durmadan isimlere, etiketlere, kürsülere sığınıp her şeyi katı bir akılcılıkla, insan merkezli şekilde açıklamaya çalışanlara yahut insanı yerin dibinin de dibine batırmaya çalışanlara çarpıyorsunuz. Felsefe, doğa bilimi, siyaset bilimi gibi alanlar şüphesiz önemlidir; lakin, buralarda da bir kuruluk, tekillik, tarafgirlik göze çarpmaktadır. Velhasıl, bir Afrika’dan konuşmadan, salt Wuhan’dan konuşmak, ölümün ön kabulünü arz etmeden ölümsüzmüşçesine insanlığa vurgu yapmak, bilimin aşıyı bulduğu kadar, onu pazarlayacak ekonomik sisteme alet olmaklığının da altını çizmemek, sürekli şovenist şekilde bir şeylere kör körüne inanmanıza yol açıyor. Oxford Üniversitesi’nin bu koşuldaki açıklaması dikkate değerdir: ‘‘Sonbahara kadar aşıyı bulmayı umut ediyoruz. Fakat, yeterli fon bulamadığımız gibi, aşının denenebileceği insanları da bulamıyoruz. Şartlar bizi zorluyor.’’

Musa Akar ‘‘Önce Şiir Vardı’’ yazısında ‘‘bilim ve din şiirin alanını daraltı.’’ demiştir. Tek tük kimi bilim insanları da ‘‘yahu, her şeyi de salt bilimden açıklamayın; bilmediğimiz, tanımlayamadığımız birçok dış gerçeklik var dünyada. İnsan faktörünün çok-boyutluluğu, hesaba katılmalıdır.’’ şeklinde ifadeler kullanırlarken, çok haksız da sayılmazlar, galiba. Bilim insanlarının estet olmalarını da bekliyoruz. Ölüme karşı önlem almayı laboratuarda/hastanede test edebilirsiniz de, ölüm karşısındaki çaresizliği, korkuyu neyle ölçeceksiniz? Hangi deney paslanmaz çelikten bir kalbi kotarabilir ki?

21. yüzyılın doğa bilimlerine kucak açtığını söyleyebiliriz. Bu anlamda, bilim insanlarını tebrik ediyoruz. Fakat, böylesi çoksesli bir çağda, Isaac Asimov olmasa, Bertolt Brecht olmasa, Nâzım Hikmet olmasa, Cristopher Nolan olmasa vd. bilimi neyle destekleyip  renklendireceğiz? Bilimin terminolojisini insanlara nasıl aktaracağız? Demek ki, bilim kadar, sanat da önemli… Sanatı algılamak da…

Yalnızlık garip gerçek… Dayanışma zaruretle şart… Çatışma derinleşiyor ki, hayat manasız. Yine de, son bir damla için bardağı ağzımıza ters çeviriyoruz. Dilimizi yukarı kaldırıp, orada o ekranın ardında ne var diye içimizi didikliyoruz. Ben uzun zamandır ‘‘bedenlerin ‘‘hack’lenmesi’’, ‘‘android’’ler, saybörgler, makine-insan ilişkisi üstüne de düşünüyorum. Nasıl olur da, insanların akılları tutulmuş, duyguları donmuş diye de… Tabii, bunu düşünürken hâlâ nefes alıp verdiğim için, bilim insanlarının açıklamalarına önem veriyorum. Lakin, siyasetin kirli bir şey olduğunu görüyorum. Bilim de neticede, gerek kullanılan materyallerle, gerek rapor verilen mercilerle, gerek geçim derdinin devreye girmesiyle bir tarafıyla siyasette bağlanmak zorunda kalıyor.

Ötenaziye, açlık grevlerine, ölüm oruçlarına karşı değilim. İntiharları bir seçim, bir sıkışma durumu biçiminde algılıyorum. Krematuryumların açılmasını destekliyorum. Mezarlarda yer kalmadı; üst üste gömüyorlar artık cesetleri. Ölümün istesek de istemesek de hepimizi ama bugün, ama yarın silip süpüreceğini düşünüyorum. Terk’i diyar hakkı insanın kendi inisiyatifinde bulunsa, isabetli olur diye düşünüyorum. Tabii, o da sıkı cesaret istiyor! Ölünün ardından insanlar kendilerini konuşmasalar, fikir tokuşturmasalar ne makbule geçer diye de  eklemek istiyorum. Bunları düşünmem, yaşama karşı devamlılığımı sekteye uğratmıyor. Genetik bilimci Çağhan Kızıl’ın koronavirüs hakkındaki ifadelerini okuduğumda şu cümlelere takılıyorum: ‘‘Bu, doğal bir evrim sonucunda, önceki korona virüslerden evrilmiş bir virüs’’. Kendisinin asıl şu ifadesiyse, hiçliğimizi yüzümüze tokat gibi vuruyor: ‘‘Evrimsel olarak virüsler insanlardan önce vardı.’’

Yukarıdaki iki ifadeden hareketle, parçalı, kara enerji yoğunluklu, distopik bir çağda yaşadığımızı varsayarsak, aslında hikâyenin insanla başlamadığını, doğanın kendi mistik kodlarının olduğunu, kötücül varlıklılığın ve ayakta kalma mücadelesinde acımasızlığın her şeyden üstün geldiğini kabul etmeliyiz. Eğer, bu ağır gerçeği kabul edersek, ‘‘bizler hiç kimseyi sevmeyiz aslında. Bizim sevdiğimiz şey, karşımızdaki kişi hakkındaki fikirlerimizdir. Kendi düşüncelerimizi, kendi benliğimizi severiz biz.’’ ifadesine de katılmış oluruz ki; Pessoa, bence de, bu noktada pek haklıdır. Artık, hiçbir vicdan standardı, hiçbir evrensellik, hiçbir genelleme, hiçbir özel bağlam, hiçbir şey kalmamıştır. Her şey vardır, bir arada. Her şey yumak biçiminde kaosun düzensizliğiyle karmakarışık bir düzen tutturur.

Nitekim, koronovirüs de insanlığın biricikliğine vurgu yaparken, aslında onun da bittiğinin, oyunun sonuna gelindiğinin, gelinmese bile, bir sonraki sürecin daha da beter olacağının samimi işaretidir. Kimse ölümü düşünemez; üstelik, sevdiğinin ölümünü hiç düşünemez tabii ama, maalesef bu gerçek yanımızda nüksetmektedir. Ortalama yaşam ömrü de yetmiş-seksen arasındadır. Virüse karşı önlem alınması mühimdir. Fakat, söz konusu Türkiye olunca, duruma hangi açıdan bakılacağı şüphelidir.

İlk olarak, dünya Trump ve Amerika gibi baş belası bir şirket-ülkeyle uğraşmaktadır. Bu ülke, siber savaşlarda da, Çin’le rekabet halindedir. Çin uzay çalışmalarına 2020 itibarıyla hız kazandıracağını belirtirken, gelişen virüs olayları Wuhan gibi lüks bir bölgede patlak vermiştir. Ülke, geçmişten gelen komünist bir geleneğe sahip olduğundan, oradaki nüfus dünyanın neredeyse dörtte birini oluşturduğundan, onların virüsle ilgili getirdikleri önlemler oldukça çabuk işlemiştir. Konuyu başta dikkate almasalar bile…

Amerika zaten sağlık sistemi özel sigortalara bağlı, acımasız ve işgalci bir ülkedir.  Aptallıklar çağının da baş temsilcisi bu mevcut ülke, yayılmacı şekilde dünyaya tüketim kültürünü pazarlamaktadır. Ayrıca, ülke, İran’la da çekişme halindedir. Avrupa’daysa, İtalya dünyada yaşlı nüfusun en fazla olduğu ülkelerden biri  şeklinde bilinmektedir. Tarihleri sömürgecilik, adam kesme, işgal, kan akıtma, iç savaş çıkarma üzerine kurulu batı Avrupa ülkelerinin çoğunda bir çürüme, bir yaşlı nüfus hakimiyeti bulunmaktadır. Avrupa’da içedönüklük, oryantalistlik, gizli ırkçılık, kontrolcülük hakimdir. Virüs her zamanki gibi adil davranarak, Amerika’dan İran’a, Çin’den İtalya’ya, Türkiye’den Fransa’ya her yana ihtar yollamıştır. Burada en onurlu davranışı, geçmişindeki devrim umudunu yitirmeyen Küba yapmıştır. Küba hükümeti virüsün hızla yayıldığı İtalya’ya hemen doktor göndererek korkusuzca hareket etmiştir. Bu hamle, kendisi de doktor olduğu halde, devrimci ateşle hayatını ortaya koyan Che’ye de sonsuz bir selam niteliğindedir. Herhalde, dünyaya bakıldığında, ne Merkel, ne Erdoğan, ne de Trump, Miguel Diaz-Canel gibi olabilmişlerdir. Herkes vatandaşını korusa da, yine de has evrensellik bağlamında en güçlü mesajı Küba vermiştir.

Tarihinden taşınan itkiyle, Türkiye’de de koronavirüs -bilim insanlarının da imlediği gibi- skandallarla bastırılmaya çalışılmıştır. Görmezden gelinen mesele büyüyünce, kötümser tablo ayan beyan meydana çıkmıştır. Bu ülkede öngörülü olmak yerine, iyimser bir tablo sergilenmiş, şeffaflık gösterilmeyerek, vatandaşların sosyo-ekonomik ihtiyaçları karşılanamamıştır. Çıkarcılıkla hareket edilmesi, afet ve özel durumlar adına biriktirilmesi gereken paraların hükümet camiası tarafından iç edilmesi, haksız rekabet ortamı yaratılarak iş adamlarına usulsüzce kıyak geçilmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin etkisini yitirmesine sebep olmuştur. Burada yaşayan biri olarak bundan ben de olumsuz etkilendim. Öyle ki, iç işleri bakanının istifa ettiğini açıklaması; açıklamadan birkaç saat sonra da göreve geri getirildiğinin bildirilmesi gibi komik durumlar gerçekleştiğinde daha da paniğe kapıldım. Bana göre, kriz zamanında iç işleri bakanınız böyle bir karar alması, karara zorlanması devletin çöktüğünün işaretidir. Nitekim, Türk parası da değerini yitirmekte, dolar yükselmektedir. Türkiye’de kimsenin devlete, yönetimlere güveni kalmamıştır. Sanki, herkes yeni bir Atatürk beklemektedir. Lakin, Atatürk gibi dönemini de iyi analiz eden bir insan bugün ortaya çıkamamaktadır. Sistemi eleştirenler bile, sistemin kendisini kontrol etmektedirler;  ‘‘network’’ ona göre kurgulanmaktadır. Türkiye ekonomik anlamda esaret altında ve yetersiz bir ülke olduğu için, dünya sisteminde hiçbir etkinliğe sahip değildir. Sanki, vatan yerine, koca bir hapishaneyi andırmaktadır.

Birincisi, ülkeyi yöneten hükümet aşırı zenginleşmiştir. Gelir dağılımında uçurumsal eşitsizlikler görülmektedir. İşsizlik artmıştır, yasaklar konulmuştur. İnsanlar sanat yapabilmek, yaşam haklarını sürdürebilmek için, ölüm oruçlarına girmişlerdir. Sanatçı Helin Bölek bu ölüm oruçlarından birini gerçekleştirerek, genç yaşta vefat etmiştir. KHK ihraçlarının etkileri sürmektedir. İfade özgürlüğü kısıtlanmaktadır. Hükümetin sevilmemesinin yanında, belediyeler de olaylara keyfi kararlarla yaklaştığından, etrafta yoğun bir tedirginlik hüküm sürmektedir. Muhalif sesler güçlü değildir, yitip gitmiştir.

Türkiye’de insanlar ağır vergiler altında ezilirlerken, eşek gibi de çalıştırılmaktadırlar. Keza, vatandaşların çoğu, emeklerinin altında para alan, aptallaştırılan, sıkıştırılan yaratıklara dönüşmüşlerdir. Sadece, yemek, içmek, sevişmek, üremek, uyumak, sıçmak için varlığını sürdüren karton tiplerin topraklarıdır buralar. Tüketim oranınca üretim yoktur.

Sağlık sistemi içler acısıdır. Hastanelerdeki yetersizlikler, hijyen eksiklikleri, insanların fazla mesailerle çalışmak zorunda kalmaları da cabasıdır. Ülke canla beslenen kıyma makinesine benzemektedir. Devleti IBAN numarası verip, halkından dilenecek denli ayağa düşmüş, bu düşüşün içeriğini de birlik-beraberlik teraneleriyle doldurmaya çalışmıştır. Zaten, öyle büyük zavallılıktır ki, yeterince bağış da toplanamamıştır. Çünkü, insanlar ekonomik ve sosyal anlamda darboğazdadırlar. Psikolojileri çalkantılıdır. Kimse, deniz feneri, ensar vakfı vd. gibi çocuk tacizlerinin, adam kayırmaların yapıldığı yerlere hükümetin verdiği desteği içine sindirememektedir. Devletin, kızından damadına, otların iç içe geçtiği bakımsız bir aile merasına dönüşmesi skandaldır. Yaşanılanlara gık çıkarılamamakta; buna gık çıkaranlar susturulmakta, gık çıkaranların yanlarında olanlarla da çabuk vazgeçmektedirler. Holigan mantığıyla insanlar sadece atıp tutmaktadırlar. Devletin ağababalarının, türlü şirketlerin vergi borçları, onların aşırı zenginleşmeleri için kesilirken, emekçilere de maşa kesintisi uygulanmaktadır. Devletine, ülkesine, şehrine zerre güvenmeyen vatandaşların bulundukları konum, adeta günlerin volta atarak geçirildiği bir akıl hastanesidir.

İkincisi, bu topraklarda geçmişteki mücadeleye -Kurtuluş Savaşı ruhuna- dönüş düzeyinde bir bilinçdışı da söz konusudur. O dönemlere bakıldığında, nüfus azdır, erkekler askere gitmişlerdir, çoğu da cephede ölmüştür. Anadolu çoraktır, sanayi yoktur. Revirler doktorların, hemşirelerin destekleriyle harekete geçirilmiştir. Orada yoksulluklar dahilinde boy veren millî bir ruh hakimdir. Şüphesiz ki, bunda, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir liderin payı yadsınamaz. Çevresinde örgütlediği insanların özverileri de… Atatürk, döneminin çetin koşullarına, onca çatlak sese rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni zorluklar içinde ve inatla kurmuştur. Bugün de o ruh, koronavirüsle mücadelede ülkemize dair kimi noktalarda hissedilmektedir. Hastalarını iyileştirmeye gayret gösterirken, vefat eden doktor Cemil Taşçıoğlu’ndan, evinde insanlara maske diken Fatma Evginol adlı hanımefendiye değin, kimi noktalarda geçmişin kültürel maneviyatını hissetmek mümkündür. Bugün de, hastanelerdeki sağlık görevlileri -kendileri de virüs kapmak pahasına- hastalarla ilgilenmektedirler. Onları yüreklilikle anmak gereklidir. Ölüme hazırlanırcasına, işe gitmeyi sürdürmektedirler.

Tüm bu manevi gelişmelerin yanında, aynı coğrafyada -geçmiştekine benzer şekilde- işgalci devletlerle işbirliği yapan, batıya kaçmaya/yaranmaya çalışan, insanları düşünmeyen, paçasını kurtarmanın derdine düşen, aşiret reisliğini, şeyliği sürdüren, bilimi, sanatı kişisel zevklerine alet eden kimseler de bulunmaktadır. Onlar hatta sayıca daha da fazladır. Çoğu sağlık merkezinde tıbbi malzeme sıkıntısı baş göstermekteyken, devletin sağlık personellerine moral vermemesi rezilliktir. Tepki olarak içlerinden ses çıkaranları da, başka hastanelere sürmesi hainliktir. Sağlık sektörü tıkanmıştır. Sağlık bakanının kendisi özel hastaneler zincirine sahiptir. Sırtını sağlama dayamış, borsacı misali, ölü sayısını açıklamaktadır. Kimse o sayıya inanmamakta, herkes ölümlerin artış gösterdiğini düşünmektedir.

Aydınların çoğu cılız seslere sahiptir, bir araya gelip, gür bir nidayla tepeye diklenememektedirler. Karizmatik bir entelektüelimiz yoktur. Özel sağlık sistemiyle ülkenin insanlarının bellerinin bükülmesi amaçlanırken, vatan denilen yurtluk acımasız bir şirkete dönüştürülmektedir. Nüfus cüzdanlılar şimdilerde balkonlarda otlamaktadırlar.

Koronavirüs yayıldığında, oradan oraya koşturan cesur sağlık personeli için, her gece 21:00’de alkışlar tutulurken, bir yandan da camilerden ilahiler okunmaktadır. Bu başka bir ruhtur, Tanpınar’a gönderme yapacak olursak. Ancak, burasının mayasıyla anlaşılabilir. O ilahiler alkışlara karışırken, ülkenin manevi ruhu bilimsel olanla ve mücadeleye duyulan inançla perçinlenmektedir. Lakin, insanlar yorulmuşlardır. Alkışlar kesilmiştir. Devlet ilahileri dini sömürü aracına dönüştürerek, o mistik temizliğin de ırzına geçmektedir; olayı bayağılaştırmaktadır. Çünkü, en temel problem, günümüzde karizmatik bir lider, Atatürk gibi biri yoktur. Güçlü bir muhalif isim de… Şartlar henüz böyle birinin çıkmasına el vermemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve şürekası her türlü nimeti kendilerine farz kılarak, bolluk içinde yüzmektedirler. Adeta İstanbul hükümetinin yavanlığını, halktan kopukluğunu  temsil etmektedirler. Peki, ezilen, boğazından kısılan, işsiz kalan, depresyonda olan, borca batan insanlara kim sahip çıkacaktır? Vatandaşın damarında ciddi bir isyan geleneği de bulunmamaktadır. Sol cenahta hele, Türk solu asla kurulamamıştır. Dolayısıyla, güç tek bir elde toplanınca, insanlar vergileri-faturaları paşa paşa ödemeyi kabul etmişlerdir.

Bilim insanlarının yaptıkları açıklamalar takip edildiğinde, bu virüsün mayısa doğru havalar ısınınca geçeceğine dair ifadeler kullanılmış; fakat, kasımda tekrar bir pandemi döneminin yaşanacağına işaret edilmiştir. Bununla birlikte, geldiğimiz noktada, dünyada aşının bulunduğuna dair de bir açıklama yapılmamıştır. Açıklama yapılsa da, tanı koyma kitlerinin ve aşıların öncelikle, seçilen insanlar üzerinde deneneceği, halkın çoğunluğunun sağlığının önemsenmediği belirtilmektedir. Sağlık personelleri hem Hipokrat yemini ettikleri ve doğru yoldan ayrılmamak için söz verdikleri, hem de yetersiz koşullarda ve yetersiz imkânlarla çalıştırılarak susturuldukları, hem de sağlık bakanlığının kesesine baktıkları için oldukça zor durumdadırlar. Hastanedeki yemeklerin kalitesizliklerinden tutun da, hijyenin tam anlamıyla sağlanamamasına kadar birçok faktör, oralara giden her insanın hasta dönmesine sebebiyet vermektedir. Çöken sağlık sisteminin de sinyalleri alınmaktadır.

Türkiye’de insan değerli değildir. Oldukça siyasi bir ülke olmasına rağmen, burada, nitelikli politik bilinç de bulunmamaktadır. Herkes canını Allah’a emanet ederek, psikolojisini dişlemekte, diğerinin ne dediğinin anlamadan onu yargılamaktadır. Çevredekiler, futbol maçındaymışçasına, ikiye bölünmektedirler. Özellikle, orta ve üst sınıfın, çalışmak zorundaki emekçilerin yaşadıklarından bihaber hareket etmeleri komiktir. Bununla birlikte, getir-götür işlerinde, evlere servislerde onları kullanmaları da, sokağa çıkanlara benzer bir bencillik içermektedir. Kuru yahut sevgi pıtırcıklığına bulanmış bir ‘‘evde kalın’’ mesajı hazım derecesini çoktan geçmiştir. Devlet kurumlarına, hükümete, yetkililere tepki gösterileceğine, ‘‘kola’’/‘‘Luppo’’ gibi yiyecek-içecek meselelerine takılınıp kalınması, zekâların suyunu çektiğinin de işaretidir. Vatandaşların son anda açıklanan sokağa çıkma yasağının hukuksuzluğuna tepki göstermemeleri, zaten ortada bir beraberlik bulunmadığının da kanıtıdır. Ülke zaten yıllar önce çatırdamıştır, toprağın üstüne beton atılmıştır. Üstelik, burası bilimin ilerlediği, hayatta kalmanın şerefle hissedildiği, aile kurmanın güzellik kazandırdığı, sanatın özgürce icra edilebildiği, saygılı insan potansiyelinin bulunduğu kaliteli bir ortam da değildir. Diplomalısından diplomasızına herkes, giderek avamlaşmakta, kendi hayatını düşünerek, diğerini hiçe sayacak denli vahşileşmektedir. Burada derinlikli, çok yönlü bir zihniyet de yeşermemektedir. Gelenekçilerle batı taklitçileri arasında, tüketim bokuna bulanan bir aidiyetsizliğin ortasında, herkes bizzat ölüme terk edilmiştir.

Türkiye yaşamların, umutların, hayallerin değil; kavgaların, iddiaların, ölümlerin coğrafyasıdır. O yüzden, insan aslında, bakterilerle, virüslerle, amfibilerle, sürüngenlerle, şempanzelerle bir hayat ağacına dahilse, Türkiye’de yaşayanlar kesinlikle (geriye doğru) evrimin şahane parçasıdırlar.

İnsanlar vicdana, emeğe, üretime kıymet vermemektedirler. Sömürü, çıkar işbirliği, tüketim kültürü artmaktadır. Kimsenin (ev) kafesine kapatılan hayvanlardan farkı bulunmamaktır. Bu minvalde, -ama bir; ama sekiz- durmadan çocuk sahibi olunmakta; etrafa atık insan sıçratılmaktadır. Yeryüzünün insan nüfusu sekiz milyara dayanmıştır.

Sekiz milyar – seksen sekiz milyon ve diğerlerinin hikâyeleri de oldukça gereksiz kaçmaya başlamıştır. Herkes kendini akılla, akılsızlıkla, bilgiyle, bilgisizlikle, duyguyla, duygusuzlukla, refleksle, tepkiyle vd. aklamaya çalıştığı için, kim ne derse desin; dünya tükenmiştir.

Bir virüsün bize bunları hatırlatması önemlidir. Bu vesileyle, kendisine teşekkür ediyorum. Kanser, depresyon, bipolar, panik atak vakalarının arttığı; cinayetlerin, sömürülerin, güç mücadelelerinin arsızca yer kapladığı dünyada, sıkışan ruhlarımızı diğerlerine nazaran az acıyla huzura kavuşturduğu için… Buna tanrısal bir hamle mi denilir; yoksa, doğa bilimlerinin, sağlık sektörünün çaresizliği mi ve konuya hangi noktadan/hangi terminolojiden değinilir bilmiyorum. Lakin… Ölüm birdir. Bir neyi ifade ediyorsa… Benim adıma, evrensel gürültüye son…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl