Ana Sayfa Litera Ölümün Ambivalensi, Yas ve İkircikli Haller  

Ölümün Ambivalensi, Yas ve İkircikli Haller  

Ölümün Ambivalensi, Yas ve  İkircikli Haller   

Ölüm  yüzyıllardır  gerek ilkel gerek  modern  insanın korkusu olagelmiştir. Bu korkunun temelindeyse ölümün ne olduğunun bilinemeyişi yatmaktadır. Ölüm kendi içinde çelişkiyi barındırır. Bir  yanıyla var oluş sürecini tamamlarken diğer yanıyla var diye zannedileni  yok etmektedir. İnsanın doğumundan itibaren oluş süreci başlar, var oluş ile kendini tamamlama  sürecine girer. Fakat insanın  tam olması yahut tamamlanması yaşadığı sürece mümkün değildir. Olma hali devam ettiği gibi insanın  kendini yeniden var etme olayı da bu süre dahilinde sürüp gitmektedir. İnsan yaşadığı  sürece  tam  olamamaktadır. Ölüm var oluş halini tamamlar. Ölüm  ile  yaşamın kaçınılmaz  çatışması insanda vücut bulur. Bir yanı her an ölüm ile yüz yüzeyken bir yanı yaşamla iç içedir. Bundan ötürü insan olmuş bir varlık değil, olma halinde olandır. Zıtlıkları bir arada barındırırken ölüm  karşısında da bu tutumunu devam ettirir. Ölümün kavram olarak bilinmesi, ölüm çıkmazını açan değil aksine kapatan, çözümü uzaklaştıran bir konuma getirmektedir.

Bir Ölüme Tanıklık Metodu Olarak Yasın İşlevselliği

Ölüm, kavramsallaştırılmasına karşın insan zihninde tahayyül edilememektedir. Ölümün kendi içindeki çatışkısı varlığının bilinip deneyimlenemiyor oluşudur. Bir başkasının deneyimleyip, aktarımı da söz konusu değildir. Ölüm, canlı olan insanda başlayıp yine onda biter. Ölen kişi bilmediği, gidip dönmediği, sınırları kestirilemez bir dünyaya yolculuk yapmaktadır. Bütün korkuyu, merakı var eden, duyguları tetikleyen de işte bu bilinemeyiş/bilemeyiş halidir. İnsan bilmediğini merak ederek öğrenme çabasına girer, korkusuyla bu meraktan vazgeçer. Yaşam bilme arayışla ve bu bilmeden kaçış üzerine kurulmuştur. Merakını deneyimleyerek gideremez ama tanık olabilir. İnsanın tanık olma hali de sancılıdır. Neyin tanıklığının, kimin üzerinden yapılışı onu ikinci bir anlamsızlığa ve bilinmezliğe itecektir. Korku hem kendi canını kaybetme hem sevilen kişinin kaybı biçiminde baş gösterir. Sevilen kişinin ölümüne tanıklık bilinemezliği katmerler. Ölüm başlı başına bir bilinememe haliyken sevdiği insanın ölümü bir anlamda bilinemeyişin bilinemezliğidir. Yaşayan, bir anlamda hayatta kalan kişi sevdiği insanın ölümüne tanıklık eder. Onun gözlerinin önünden gidişine hiçbir anlam veremez. Ölümü gerçekleşir sevilen insanın. Lakin tanık olma sadece görmeyi, gözlemlemeyi barındırmamaktadır. Görünenin ardındakiyle birlikte ele alınmalıdır. Bütün, görsel olarak ortada bulunan ve arka planda işleyendir. Arka plan görme alanın dışında olduğundan bütün yarım kalacaktır. Bu yarım kalış tanık olmayı da yarım bırakacaktır. Bu nedenle tam manasıyla ölüme tanık olmak mümkün değildir. Ölüm, bir alandır. Herhangi bir parçaya ayrılıp anlamı çözümlenemez. Ölüm arkada kalan için anlama tabirdir. Ölen kişi için zaten kendi dünyasının sonu gelmiştir.

Ölümün tanımlama kaygısında dil de yetersiz kalmaktadır. Dilin canlı sözcükleri ölümü herhangi bir forma koyamaz. Ayrıca dil de kendi içinde aktarımda, tanımlamada eksiktir. Ölüm, yaşamı sonlandıran ve yaşamı anlamlandırandır. İnsan yaşadığını bilir ve bir şekilde yaşama devam eder. Yaşadığı süre boyunca ölümü düşünür ve bir gün elbet kendisinin de öleceğinin farkındadır. Ölüm dürtüsü her an insanın içindedir. Bu dürtünün yoğunluğu kişiden kişiye değişmektedir. Ancak her kişi yaşamı boyunca canlı doğası gereği ölüm dürtüsünü mutlaka barındırmaktadır. İnanan-inanmayan her insan ölümün kaçınılmaz varlığının  bilincindedir. İnsan yaşamakta olduğu dünyada yakınlık-uzaklık, sevgi-nefret, bağlılık-ayrışma, arzu-korku gibi çatışkıları yaşarken ölüm onun için bilinmeyen öte dünyadır. Her yanıyla korkuyu barındırmaktadır. Ama insan ölümü bilme isteğine karşın yaşama isteğiyle doludur. İnsanlar çoğalabilmek için öncelikle hayatta kalmak zorundadır. İnsan varlıklar, düşünen varlıklar, ölümlüğünün farkında olan varlıklar oldukları için de hayatta kalmayı arzulamalı ve arzu etmek için bir amaçları olmalıdır. Yaşamlarını devam ettirmek için bir amaca, bir umuda bağlanırlar. Süre giden yaşam içinde alttan bir ölüm müziği ilerler. Yaşam bir gün sona erecektir. Birey kendi ölümünü düşleyemez, tasarlayamaz.

Dil bunu belli bir forma koyup onun dışındakilere aktaramaz. İnsan, sevdiği insanı kaybettiğinde bütün duyguları aynı anda yaşar. Öfke, isyan vardır, acının gözyaşıyla ifadesi vardır, en son yerini sükunete, sabra bırakır. Freud, yas anındaki  ambivalensi şu şekilde değerlendirmiştir: ”Ne var ki, sevilen kişinin ölümünün ardından bilinçdışında bir memnunluk olarak kendini açığa vuran düşmanlık duygusu ilkellerde  bir başka davranışa konu edilir; düşmanlık ölen kişi üzerine kaydırılarak, ilgili duygudan kurtulmaya çalışılır.” Ona göre kaybı yaşayan kaybedilen kişiye karşı  bilinçaltında bir düşmanlık barındırır. Bunu dış yansıtım yoluyla dışarıya aktarır. Kişinin kendini dünyaya kapatması, korku duyması, pişmanlık yaşaması, bazı şeylerden kendini yoksun bırakması gibi kendini cezalandırma yöntemleriyle düşmanlığını açığa vurur. İnsan  ben’ci , ”bencil” bir varlıktır. Her ne olursa olsun kendi öz çıkarını yerine getirmek için elinden gelen her şeyi yapacaktır.

Ölüm, onun için tehlike arz etmektedir. Dolayısıyla Tehlikeden korunmak için çeşitli savunma yöntemleri geliştirecektir. Kaybı yaşayan kişi bilinçaltında ölen kişiye karşı bir düşmanlıktan ziyade kendisi yerine o öldüğü için bir memnuniyet duymaktadır. Hatta onun yerine hala birileri öldüğü için kendini şanslı hissetmektedir. Fakat öte yandan  bu duygularını  toplumsal baskılar sebebiyle dışa vuramamaktadır. İnsan, ölümün yıkıcılığından, saldırganlığından kendini  kurtarıp, yaşamın sakinliğine bırakacaktır. Bütün bunların temelinde korku yatmaktadır. Bilmediği, çözüm üretemediği ölüme ”bulaşmaktan”, ”yok olmaktan” korkmaktadır. Sevdiği insana yönelttiği aşırı sevgi yasın kendi içinde anlamını da genişletmektedir. Aşırı sevgi sonucu yasın süreci uzamakta ve yasın, kaybı yaşayan kişiye yönelttiği uygulamalar çeşitlenip çoğalmaktadır. Yas sahibi, sevilen insan yaşasın diye kimseyi bu zaman zarfında hayatına dahil etmez, kaybedilen kişi sevmediği şeyler yapılmaz aksine sevdiği, yaptığı işler anlatılır, gerekirse tıpkı o hayattaymışcasına yapılır. Halbuki sevilen artık yoktur, bilinmeyen bir aleme geçmiştir. Kimsenin gidip geri dönmediği bir dünyaya yolculuk yapmıştır.

Johann Heinrich Füssli

Kaybı yaşayan  üzüntüsünü yine ben’ci  olması  üzerinden yaşar. Kaybetmek sahip olmak ile ilgilidir. İnsan sahip olmadığı hiçbir şeyi kaybetmez. Kaybı yaşayan ben’dir, sahip olandır, elindeki oyuncağı kaybeden çocuk gibidir. Zamansız bir şekilde  oyuncağı elinden alınmıştır. Ağlaması, sızlaması ve nihayet memnuniyeti yani girmiş olduğu ikircikli hal kendi ben’ci niteliğinden kaynaklanmaktadır. Ölen, yaşayan kişi yerine ölmüş fakat yaşayanı da terk etmiştir. Kendini, yaşayandan mahrum bırakmıştır. Agamben’in, Tanık ve Arşiv kitabında toplama kampında ölenler için Levi’nin düşünceleri arkada kalan için geçerli bir anlayış olacaktır. ”Bu tür  duyguları engelleyemezsin: Kendini incelersin, anılarını gözden geçirirsin ve tümünü eksiksiz olarak  bulmayı, hiçbirinin gizlenmemiş veya çarpıtılmamış olmasını umarsın. Hayır, işlenmiş hiçbir günah bulamazsın, kimsenin ayağını kaydırmış değilsindir, kimseyi öldürmüş değilsindir. (ama gücün olsa bunu yapar mıydın?), karşı tarafa hizmet etmiş değilsindir (ama kimse senden bunu istememiştir ki…), kimsenin ekmeğini çalmamışsındır; yine de bunu aklından çıkaramazsın. Bir varsayımdan başka bir şey değildir, aslında belli belirsiz bir kuşkudur hatta: her insanın kendi kardeşinin Kabil’i olduğu , her birimizin (ancak  bu kez ”biz”i çok daha geniş hatta evrensel anlamda kullanıyorum) komşusunun ayağını kaydırdığı ve onun yerine geçerek yaşadığı kuşkusu…” (Levi 1989:81-82;1996:68).

Yasın Toplumsal Boyutu ve Kimi Ritüeller Aracılığıyla Yaşamı Hatırlama Çabası

Her birimiz bir diğerinin yok olan hayatı üzerine kendi hayatını kuran ya da hayatı bir şekliyle devam ettirenleriz. Bilinçaltında ölen kişiye yönelik onun ölümüne karşı bastırılan bir haz vardır. Oysa aynı kişi, onu ölüme çağıran, götüren kişi olabilir. Arkada kalan, tabularla kendini ölen kişiden korumaya çalışacaktır. Bu koruma toplumsal normlara uygun olacaktır. Aksi taktirde kaybı yaşayan bir yas sürecine girmemiş olacaktır. Yas, kültürden kültüre değişmektedir. Genel bir yas anlayışının dışında olması yas tutan kişiyi toplumun dışında bir kabule koyacaktır. Yas tutan toplumun benimsediği ritüelleri benimseyecektir. Kaybı yaşayan yas ile beraber hem kendi içinde hem de yas ritüeli içinde çatışkıda bulunacaktır. Bilinç  ile bilinçaltındaki çatışma her  zaman dürtüsel bir ikicilik içinde  olacak ve çiftedeğerlilik (ambivalens)  de bu çatışmanın ortasında  yer alacaktır. ”Yas tutan sadece yas sürecinde değil hayatının her alanında bilinci ile bilinçdışının etkisi altında-dır. Bilinçdışında hüküm süren bastırılmış istekler bilince uygun bir biçime girerek gündelik yaşantıda vuku bulacaktır. Yas boyunca kaybı yaşayan kendini melankolik bir atmosfer içine koyacaktır. Melankolik düşünce ve olayların  yanı sıra çevre tarafından meydana getirilen edimler de ikircikli  olma halini  pekiştirecektir.

Yas, sevilen kişinin kaybıyla başlamaktadır. İlkin ölünün defin işlemleri yapılır. İslami koşullara göre ele alırsak izlenen yolu şöyle ifade edebiliriz: vefat eden kişi yıkanır ve kefenlenir. Ardından tabuta konulup, cenaze evine getirilir. Yine islami koşullar gereğince imam yahut cami hocası toplanan kitleye dönük ”hakkınızı helal ediyor musunuz, hakkınızı helal ediyor musunuz, hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye çift taraflı bir arınmada ölen ve kalan için hayli işlevsel bir yer tutan soruyu üç defa tekrarlayarak sorar.  Kaybı yaşayan kişi kendini suçlu hissetmektedir. Helallik alınma ritüelinde bir nebze olsun kendini rahatlatacaktır. Sevdiği insanı unutmamak adına onun yaptığı her iyi davranışı gerçekleştirecek ve onu içine hapsederek yaşatmaya çalışacaktır. Žižek bu durumu şu şekilde değerlendirmiştir;  ”Ölüm ile yaşamın açıkça tamamen içleyici -hem bir yaşayan ölü tarafından hem de ölümcül bir yaşam tarafından- olan bütünü, sadece bir kere değil, iki kere ölebilir olduğumuza işaret etmektedir. Açıkça ortadadır ki hepimiz, bedenlerimizin çöktüğü ve en sonunda bozunduğu biyolojik bir ölümü tadacağız. Bu Gerçek içindeki ölümdür ve maddi yanımızın yok oluşunu içerir. Fakat ayrıca Simgesel bir ölümü de tadabilir olan varlıklarız. Simgesel ölüm gerçek bedenlerimizin yok oluşunu içermez; aksine, simgesel evrenimizin yıkımını ve özne konumlarımızın imhasını gerektirir. Böylelikle  simgeselden dışlanmış olduğumuz bir durum içerisinde, yaşayan bir ölümün ıstırabını çeker ve öteki için var olmaktan  kesiliriz.”

Žižek’in de belirtmiş olduğu gibi maddesel yok oluşu gerçekleşen insanın simgesel varoluşu devam etmektedir. İlk ölümünün ardından ikinci ölümün simgesel manada olabilmesi için kişinin yası tutulmaya başlanmalıdır. Simgesel düzlem yas tutan kişiler tarafından oluşturulur ve  devam ettirilir. ”…bedenlerimizin ölümünden sonra insanların adımızı, yapıp ettiklerimizi vs. hatırlamaları halinde  gerçekleşebilir. Bu senaryoda da gerçek, ölmüş olmamıza karşın Simgeselin içinde var olmayı sürdürürüz.” İnsan hikâyeler anlatmayı, hikâyeleştirmeyi ve hikâyeler dinlemeyi seven bir varlıktır. Ölen kişinin simgesel varlığı yas tutanın hikâyeleri vasıtasıyla sürecektir. Ne zaman yas tutan ölen için yeniden kurguya  gitmez işte o zaman ölen kişinin ikinci ölümü gerçekleşecektir. Ölen kişinin unutulması mümkün değildir lâkin ölen kişiyi anlatma ve yaşatma eylemleri giderek azalacak ve eni konu  yok olacaktır.

Johann Heinrich Füssli

Yok’un Oluşu ve Var’ın Yası

Yok olma sözsel anlamda bir azalmadır. Sevilen kişi geçen her zaman dilimi içinde içselleştirilip derinlere gömülür. Dışa yansıyan kısmı da yasın bitişi olarak algılanır. Halbuki ölen-sevilen, yas tutan yaşadığı müddetçe yaşamaya devam edecektir. Yasın görünür olma halinden görünmeme haline geçişi normal bir evredir. Sevilen kişiye yöneltilen yoğun  tasavvurlar uzadıkça yas süresi de uzayacaktır. Sonuç olarak patolojik bir rahatsızlığa yol açacaktır. Yas boyunca bedensel sıkıntılar, ölenin hayali ile uğraş, suçluluk duyulması, düşmancıl tepkiler ve alışılagelmiş davranım örüntülerinin yitirilmesi gibi fiziksel ve ruhsal sorunlar meydana çıkacaktır. Tüm bunların ciddi anlamda sorun olması yaşanılan sıkıntıların geniş bir zaman dilimini kapsamasıdır. Yas zamanında tepkisiz olma hali de sorun teşkil etmektedir. Bir olayın, durumun sorun teşkil etmesi o toplumda geçerli olan normlarla ilgilidir. Yasta da hüküm süren kurallar vardır. İnsanlar yaptıklarının bilincinde olmadan geçerli olduğuna inandıkları davranışları yerine getirirler. Yas evresinde tepkisiz olma halinin iki nedeni olabilir. Kişi ya acısını ifade edememektedir ya da bilinçaltı devrededir ve hiç üzüntü duymamaktadır.  

Düşmancıl duyguları öne çıkmıştır, ölen kişiye karşı nefret, ölümüne yönelik ise isyan içindedir. Yasın bilindik ritüelleri yerine getirilmeyip ikircikli bir davranışta bulunulsa dahi yaşanan durum öznenin kendini ifade etme halidir. İkircikli olma hali tamamen içine doğulmuş ve ölünmüş toplumsal yapının özellikleriyle anlam kazanmaktadır. Yasın diğer penceresinde yası gereğiyle yerine getiren vardır. Yas tutan davranışlarını kısıtlayacaktır çünkü bilinçaltında suçluluk hissetmektedir. Sevilen kişi bir bakıma onun yerine (de) ölmüştür. Bilinçaltında onun yerine öldüğü için memnunluk duyarken yüzeyde üzüntü egemen olmaktadır. Ölüm dürtüsüyle yaşam dürtüsü çatışma hâlindeyken doyurulmayı amaçlamaktadır. Yaşam dürtüsü kişinin kendi arzusuyla giderilmeye çalışılırken  ölüm dürtüsü ”ötekinde” giderilmeye çalışılır. Lacan, Freud’un  ”Yas ve Melankoli” başlıklı  makalesinden hareketle  ”nesne küçük a” kavramını geliştirmiştir. Nesne küçük ”a”; benzer olan, alter egodur. Yası tutulan kişi -ki Freud ”yitirilen  nesnenin yası” demiştir- öznenin nesnesidir. Özneyi oluşturan ötekidir. Özne, ötekinin değillemesi  üzerine  kurguludur.  Ötekinde olmayan öznede var olmuştur. Özne, öteki olmak istemedikçe ötekiye yaklaşmaktadır.

Öteki, kötü ne varsa onun sahibi olmak zorunda gibidir. Ölüm de ötekiye denk düşmektedir. Özneyi tamamlayan  öteki olduğundan, ötekiyi de özne tamamlamaktadır. Yitirilen öteki, kalan özneyi vicdani bir suç yüküyle geride bırakmıştır. Yas döneminde kaybedilen kişi somut bağlamda gerçekleştirilen edimler aracılığıyla yaşamaya devam edecektir. Eğlence ve sosyal hayat yoktur (bastırılır diyebiliriz). Bütün dünya ölen kişiyle çevrelenmiştir. Dünyanın merkezinde  ölen kişi vardır, onun yerine kimse konulmaz. Bilinç, bu sayede suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışır. Öteki olan, ölen kişi, özneyi oluşturma aşamasında ölümüyle de katkıda bulunacaktır. ”Özne yaşamı boyunca sevi len ve yitirilen nesnelerin ortak izidir.” Özne, hayatı devam ettiği müddet sevdiği kişinin ölümü ertesi-tutulan yas sonrası her şeyiyle onun bedeninde, ruhunda kalıcı bir yer edinecektir. Çünkü o ölmemiştir, varlığını sonlandırmamıştır. Yaşama dürtüsü devam etmektedir. ”Var olanın var olmayı bırakması için bir neden yoktur. Bunun için bir kaza gereklidir, var oluşun kesilmesi, olma/varlık kavramında içerilmez. Varlık kendi sonunu/kesilmesini içerimlemez. ”Varlık var olmayı bırakmadığından ölüm öteki olan sevdiğine kalmıştır. Ölen kişinin  sevilen ve öteki olması yasın ikircikli halinin temel noktasını oluşturmaktadır. Öteki olarak ölen kişiye karşı nefret beslemektedir, sevdiği kişinin kaybını yaşarken üzüntü duymaktadır.

Fakat bu üzüntü özünde yas tutanın benciliğinden kaynaklanan bir üzüntüdür. Yası oluşturan özne olan arkada kalan ile nesne olan yitirilen insandır. Merkezde onların olmasıyla beraber genel çemberi oluşturan yasın ritüelleşmiş kısmıdır. Yasın kişi üzerindeki ikirciğinin ötesinde genel toplumun uygulamış olduğu çatışkılar vardır. Ölen, toprağa gömüldükten sonra evde bulunan topluluğa helva yapılıp dağıtılır. Helva  tatlı bir yiyecektir. Sevilen kişinin ardından duyulan üzüntü yeyilen helva ile giderilmeye çalışılır. ”Tatlı yiyelim tatlı  konuşalım”, düşüncesi alttan alta barınarak yaşanan acıya tezat oluşturmaktadır. Helva yapımının İslami anlayışla herhangi bir ilintisi yoktur. Yapılagelen eylemlerin süreklilik kazanmış halidir, ritüele dönüşmüştür. Tatlılıkla, güzellikle anlatılacak bir olay yaşanmamıştır. Helva bu acıyı bastıran bir madde  olmaz, olamaz. Varlığın en büyük çıkmazı olan ölümün karşısına hiçbir giderici konulamamıştır. Yine İslamiyette  yer almayan, ölünün ardından verilen yemekler gelenek haline gelmiştir. Toplumda yemekler, ziyafetler çoğunlukla mutlu zamanlarda verilmektedir. Yas döneminde sanki  bu durumdan sevinç duyulurmuşçasına yemek verilir. Düğünlerde, bir bebek dünyaya geldiğinde, başka bir deyişle soy devam ettiğinde ve çeşitli kutlamalarda yemek verilir. Kaybı yaşayan, üzüntüsü dışında bir şey duyumsayamazken onu hayata katmaya çalışan dünyevi uğraşlar öne çıkmaktadır.

Siyahlara Bürünüp Ölümden Kaçan Kabil’in Yası

Yasın belki de bilinen en büyük sembolü siyah renktir. Yasta olunduğu, acılı olunduğu anlaşılsın diye siyah renk giysiler giyilmektedir. Oysa böyle bir zorunluluk yoktur. Açık renk giysi de giyilebilir. Fakat açık renk giysi giyilmesi halinde yasın tutulmadığı hatta mutlu olunduğu izlenimi uyanacaktır. Sadece bu durum dahi göstermektedir ki yas sürecinde toplum kurallarına sıkışmış bir insan vardır. Siyah  renk giymek batıdan alınan bir ritüeldir. Hristiyan anlayışına göre ruhlar tarafından görünmemek için siyah renk giysi giyilmektedir. Yine bu alışkanlığın İslamiyette karşılığı yoktur. Siyah, kötü olanla, korkulanla özdeşleştirildiği  için yas evresinde tercih edilmiştir. Ölüm de bilinmeyen bir korkudur. Yas tutanı ölümün gizeminde koruyan-koruyucu bir dış kalkandır. Yas süreci ölen kişiye yönelik yoğun duyguların, öfkenin azalmasıyla sona ermektedir. Sürecin sonlanması ölenin unutulduğu anlamına gelmemelidir. Yas içe doğru kaymıştır.

Kayıp yaşayan insanların yaşamla ilişkisi, diğer insanlar gibi değildir. O, artık her an sevdiklerini kaybetme korkusuyla iç içedir. Çelişkisi devam etse bile özneye dair bu çelişki, acının var olduğu gerçeğini değiştiremez; yalnızca acının kaynağının ne olduğu, hangi dinamikler doğrultusunda gerçekleştiği sonucunu ortaya koyulabilir. Ölümün ambivalensi  bütün insanlarda devam etmektedir. Çünkü her insan kendi kardeşinin Kabil’idir.

Buradayım, çünkü benim yerime bir arkadaşım, bir tanıdığım, meçhul bir kişi öldü.

         

 

KAYNAKÇA

Psikanaliz Yazıları (Baharlık Kitap Dizisi 4) Bağlam Yayınları, İlkbahar 2002, İstanbul.

Zygmunt Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, Ayrıntı Yayınları,  2012, İstanbul.

Sigmund Freud, Totem ve Tabu, Say Yayınları, 2014, İstanbul.

Vladimir Jankelevitch, Ölümü Düşünmek, Monokl Yayınları, 2012, İstanbul.

Giorgio Agamben, Tanık ve Arşiv (Auschwitz’den Artakalanlar), Çeviren; Ali İhsan Başgül,  Dipnot Yayınları, Ankara.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl