Ana Sayfa Litera “ORPHEUS İLE EURYDICE”Yİ YENİDEN OKUMAK-I

“ORPHEUS İLE EURYDICE”Yİ YENİDEN OKUMAK-I

“ORPHEUS İLE EURYDICE”Yİ YENİDEN OKUMAK-I

MİTLERE, ARKETİPLERE VE ÖLÜME KARŞI DİRENCİN ONTOLOJİSİ

Yaygın olarak bilinen bir öyküyle ilgili yorum(sama) yapmak, pek kolay sayılmaz. Hele bu öykü bir mit ise iş daha da zorlaşır. Çünkü özellikle Yunan Mitolojisi’nin barındırdığı mitler, yüzyıllar boyunca sadece edebiyatçıların ya da diğer sanatçıların değil, felsefecilerin de ilgisini çekmiştir.i Bunun da ötesinde, mitolojik dağarcığın içerdiği bu devasa örneklem evrenine bilimsel düşüncenin de ilgisiz kalmadığı açıktır. Gökcisimlerine verilen Latince adlar, Olympos tanrı ya da tanrıçalarının adlarının Roma mitolojisinde denk düşen karşılıklarıdır; Zeus’un Jüpiter, Aphrodite’in Venüs olması gibi… Sigmund Freud, birtakım psişik karmaşalar için mitlerin belli başlı kahramanlarının adlarını kullanmakla kalmamış, bizzat bu mitlerin dramatik öykülerini bireysel psikoloji düzlemine tahvil etmiştir; Oidipus Kompleksi ya da Narsisizm gibi… Carl Gustave Jung, arketiplerin izini mitoloji üzerinden sürmüş; Claude Levi-Strauss, yapısalcı antropolojisini mitler, mitolojiler dolayımıyla perçinlemiştir, vesaire… Dolayısıyla mitlerden esinlenilerek yeni kurmacalar üretilmesi yanında onların bizzat yorumlanmasını/uyarlamasını içeren ya da mitolojik kahramanlar ile öykülerinin örnek olarak kullanıldığı metinlerden geniş bir literatür oluşmuştur. Kuşkusuz bundan, Orpheus-Eurydiki (Eurydice) miti ve bu mitin kahramanları da payını almıştır. Popüler kültürden bir örnek olarak, 1967’den 80’li yıllara kadar uluslararası düzeyde ilgi gören Altın Orfe Müzik Festivali hatırlanabilir. Dahası, nice yazarın bu mite gönderme yapan metinleri ile söz konusu mitin içerdiği metaforların yorumlanmasının da ötesinde, bizzat kendi anlatacakları için yazarları tarafından birer metafor ya da simge olarak bu mitin kullanıldığı yapıtlar da mevcuttur.ii Hal böyleyken, benimki dahil her aşina olunmuş mitos, öykü ve mesel ile ilgili yeniden okuma (rereading) denemesinin yeniden’liği temsil etme olasılığının düşük olduğu, peşinen kabul edilesidir. Yine de bu denemeyle, Orpheus ve Eurydiki mitiyle ilgili yaygın yorum ve analizlerden mümkün olduğunca farklı bir okuma yapmaya çalışacağım. Ayrıca, bu vesileyle, mitolojilere ve ölüme bakış konusunda bazı düşüncelerimi de paylaşmış olacağım.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bu metni yazmamı motive eden, henüz geride bıraktığımız 2020’de rastladığım, “Ölüm” adlı derleme bir kitap oldu.iii Yayınevinin “Derin Düşünceler Serisi” adı altında sunduğu diziye ait bu derleme, ölüm üzerine bir mini antoloji sayılabilir. Kitabı hazırlayan Fatma Büşra Günçel, ölüm üzerine edebi ya da felsefi literatürün bir örneği saydığı, bu metnin de odağında olan Orpheus ile Eurydiki mitinden başlayıp çeşitli filozof/düşünür ve edebiyatçılardan aktardığı pasajlarla devamını getirdiği on beş bölümlük bir seçki oluşturmuş. Kitabın giriş kısmında ise bu bölümlerle ilgili kısa tanıtımlar ve değerlendirmeler yapılmış (s. 15-32). “Orpheus’un Ölüme Meydan Okuyan Aşkı” başlığı altında ilk olarak aktarılan bu mit (s. 33-37), birçok varyasyonu olsa da genel hatlarıyla yaygın olarak bilinir. Bununla birlikte öncelikle, olay örgüsünde ölümü de barındıran mitlere ya da benzer birçok anlatıya dair şu soruya yanıt aramak gerekiyor: Bu tür anlatılar, ölüm üzerine derin düşünmeyi nasıl sağlıyor ya da bu mit ve diğer birçok meselden/öyküden, ille de ölümün kaçınılmazlığına vurgu yapma ısrarıyla ölüm üzerine ne kadar derin düşünce üretilebilir? Veyahut bu mit, sadece “bakışın laneti”ne ya da sanat ile hakikat arasındaki fenomenolojik-ontolojik bağlama odaklanmayı mı gerektirir? Dolayısıyla Orpheus ve Eurydiki’nin bu bilindik öyküsünü yeniden okuyup yorumlamadan önce bizzat mitlere, mitolojilere yüklenilen anlamlar konusunda biraz daha düşünmek gerekiyor.

Mitolojileri Mitleştirmek ya da Yeniden-Üreten Yeniden Okumalar

Mitolojik birikim, insanlığın zenginliğidir; buna şüphe yok. Hayran olunası tahayyül, kurgulama ve yaratma gücü yanında, insanlaşma yolunda bizzat açtığı anlamlandırma patikalarını, insanın binlerce yıl öncesinden düşünmeye, bağlamlar oluşturup anlamaya verdiği önemi gösterir. Öte yandan bir zaman tüneline girip de seyrediyormuşuz gibi, bizlere antropolojik-politik tarihin çeşitli sekanslarını sunar. Bununla birlikte şu da hatırlanmalıdır ki; ilk kabilelerin şamanlarının, şeflerinin ve –günümüzde dahi tanık olunduğu üzere– deneyimli yaşlıların ya da otoritesi bir ölçüde kabul görmüş bazı kanaat önderlerinin vahiy beklermişçesine konsantre olması ve ardından şiir biçiminde bu karar ve düşüncelerini bildirmesinden ya da deneyim ve anılarını anlatmasından mitlere/mitolojiye giden yolda tahayyül ve kurmaca gücüyle harmanlanmış anlatılar, alegorik/göstergebilimsel işlevleriyle doğaya, varoluşa ve ölüme, tarihe, arketiplere ve çeşitli insan karakterlerine göndermeler yaptığı kadar, primitif politik-ideolojik enjeksiyonların da elverişli aracısı ya da birtakım ideolojik-politik düşüncelerin dolaylı ifadesi de sayılabilir.iv Dikte etmeden dikte etmenin; norm koymadan norm koymanın en güçlü yolu, totemciliği de anlaşılır kılacak biçimde semboller, fetişler, tabular, efsaneler aracılığıyla duyguları, iradeleri etkilemektir. Dolayısıyla mitler, Hesiodos’un İşler ve Günler’indev ya da Vergilius’un Georgica’sındavi olduğu gibi açık didaktik niyetle kullanılmaktan da öte, özellikle Eski Yunan tragedyalarında kullanıldıkları haliyle, belli ideolojik kalıpları sağlamlamak adına bizatihi didaktiktir.vii

Bütün bu ideolojik-politik işlevselliğine rağmen mitlerin ve mitolojilerin insanı ve tarihini anlamayı sağlayıcılığı, öğreticiliği ve gerek metaforlarıyla gerekse olay örgüleriyle ibret verici birtakım derslerin çıkarılacağı örnekler sunan muhteşem bir kültürel birikim olduğu reddedilemez. Nitekim, mitlerden hatırı sayılır ölçüde beslenen 17.Yüzyıl’ın başlarında ölmüş William Shakespeare sayılmazsa, özellikle 19.Yüzyıl’dan başlayarak birtakım entelektüeller, alegorik öyküler aracılığıyla ideolojik kodlara bağlanan bu mitlerin kurgusal aktörlerini ve onların yaşadığı kurgusal olayları, kendi teorilerini güçlendirecek birer metafor olarak kullanıp kendi örneklemlerine dahil edebilmiştir. Böylelikle öykü/mesel dolayımıyla dikte edilen ideolojik kodların ve kalıpların taşıyıcısı olmak ya da bunları yenidenüretmek yerine, çoğu zaman bu mitlerin bir tür eleştirel ya da yapıbozumcu yeniden okuma’larını gerçekleştirmişlerdir. Bu yeniden okumalar, eleştirel ve sorgulayıcı olduğu ölçüde karşıt ideolojik önermeleri, ileri sürülen birtakım teolojik çıkarımlara karşı itirazları ve anti-tezleri, spiritualist paradigmanın karşıtını temsil edebilmektedir. Ancak bunun karşısında yine hermenötik (yorumsamacı) değerde ama eleştirel sayılmayacak yeniden okumalar da mevcuttur; ki böyleleri, sadece anlatılan öykünün farklı boyutlarda analizini temsil eden bir “derin okuma” denemesinden ibaret olacaktır. Bu tür okuma denemeleri, çoğu zaman “arketip okuması” vesilesiyle antik çağlardaki mitolojilerin altında, dönemin verili kolektif bilincinin ve onu biçimlendiren sosyo-ekonomik, coğrafi vb. şartlar ile arkaik kolektif bilinçdışının ötesinde bir “hikmet keşfeden”, “sırrına tam olarak varılamayacak hakikat”e gönderme yapan agnostik yorumsama tarzını temsil eder. Bu tarzın mottosunun, vulgarize bir analojiyle “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” olduğu söylenebilir. Yani bu anlayışa göre mitolojiyle kazanılan mistisizm, aslında verili olan ve arketipler alanında “belirgin bir biçimde gizemini hep koruyacak hakikat’in derinliği”ni anlamayı sağlar. Oysa insan türünün ilk kuşaklarının, “ruhlarla temas” halinde olan ya da “ruh”u keşfetmiş arketiplerine dayanarak animizmi üretmediği açıktır. Bu arketipler alanı, aslında animizmi doğurup ardından mitolojiye, teolojiye ve felsefeye açılarak antik kolektif bilince yansıyan, etolojik yaklaşımlarla açıklanabilecek biçimde antropolojik dönemlerin başlarında, hayvansallıktan ayrışmanın ilk zamanlarındaki bir kolektif bilinçdışı alanından başka bir şey değildir. Çünkü insan, ruhlar olduğu için animizmi yaratmadığı gibi, Olympos’un tanrıları olduğu için de mitolojiyi yaratmadı. Aksi halde, sözgelimi Narcissos mitosu olmasaydı; nergis çiçeği asla bilinemeyecek ya da bu çiçek asla var olmayacak mıydı? İnsanlığın “bugünkünden çok daha sofistike, çok daha derin ve bilgelik dolu bir arkaik dönemin ürünleri” olduğuna ya da a priori/verili “varoluş öncesi bir biçim”i temsil ettiklerineviii dair nitelikler atfedilen arketipler üzerinden yükseldiğini ileri sürmek; varoluş deneyiminin tarihselliğini, soyut düşünme ve “akıl”ın evrimini göz ardı etmek, tohumun ya da filizin ağaçtan, meyveden olgun olduğuna inanmak anlamına gelir. Bu yüzden doğayı/varoluşu anlatmak için şiirleştirilmiş, metaforlarla süslenmiş alegorik anlatılar “tanrı kelâmı” değeri taşıyan “vahiyler” olarak tanımlandığı müddetçe, mitolojinin insan ürünü bir kurmacalar toplamı olarak belirlenmesi yerine, insanın insandan ve onu çevreleyen maddi koşullardan bağımsız, metafizik bir kendinde-varlığı keşfetmesinin ilk deneyimi olarak kabul edilmesi kaçınılmaz olacaktır. Oysa mitolojik anlatı, insanın doğayı ve kendini büyük bir bilgelikle keşfetmesinin dışavurumundan çok, bilimsel açıklamasını yapamamaktan doğan biçimde, sezdiği birtakım gerçeklikleri yeterince keşfedememesine ve anlamlandıramamasına işaret eder. Mitolojik anlatı, bu yönden, çocuğun “Ben nasıl dünyaya geldim?” sorusuna karşılık, ebeveyninin “Seni leylek getirdi yavrum.” demesi gibi, ama kuşkusuz ondan çok daha yaratıcı, ayrıntılı ve edebi nitelikte, anlaşılamayanı anlatma ya da anlamayana anlayabileceği biçimde anlatma da sayılabilecektir. ix

İnsan imgelemine bağlı betimleme (kurmaca/uydurma ve anlatma) biçimlerinden biri olan mitolojik anlatıların, metodolojik kaygılarla ve diyalektik bağlamda, hem insan ürünü hem de insanı üreten olarak tanımlanması kabul edilebilir. Bu alternatiflerin ikincisini esas alan yapısalcılık, doğayla ve türdeşleriyle etkileşim deneyimlerine bağlı biçimde gelişmiş insan beyninin işleyişinin verili sonuçları olarak biriken ve kalıplaşan düşünsel, iletişimsel ya da normatif olumsallıkları –tüm haklılığıyla– bir “yapı” olarak görür. Ancak böyle bir çıkarım, özelde mitolojinin, genelde ise yapıların iradeli bir üst-özneymiş gibi algılanmasını gerektirmez. Aksi takdirde dil de, mitoloji de, ideoloji de ve hatta iktidar da “edimselliği belirleyen ve özneyi/insanı inşa eden”, mimarının saptanmasının mümkün olmadığı bir mimari üründen ibaret sayan bir daraltıcı analize maruz bırakılmış olur. Anlama ve analiz bakımından işlevsel olan ve ancak metaforlarla, alegorik modellerle düşünmek anlamında değeri olabilecek bu yaklaşım, statik ontolojik bir kaderi açıklamanın aracı olarak kabul edildiğinde, tarihsellik içinde beliren evrim ve –nitel dönüşüm anlamında– yeni yapıları var eden devrimler ile kurucu özneleri yok sayan, kısaca insanlaşmayı ve özneleşmeyi önemsizleştiren bir çözümsüzlüğe ulaşır. Nitekim mitoloji üzerine giriştiği –yapısalcı– analizini, “insanın mitlerle nasıl düşündüklerinin değil, mitlerin insanlarda nasıl düşündüğünü”x anlamak olarak lanse eden Levi-Strauss’un, kendi önermesine sahip çıkarken ulaştığı “özne-insan’sız, ben’siz, bana göre’siz” bu konum, yine bizzat kendi cümleleriyle tescillenir:

Mitlerin, insanın haberi olmaksızın onun içinde düşündüğünü yazdığımı hatırlarsınız. Ampirik bakış açısından düpedüz anlamsız bir cümle olduğunu düşündükleri için, bu ifade, İngilizce konuşan meslektaşlarımca çok tartışılmış ve hatta eleştirilmiştir. Oysa bu cümle benim için yaşanmış bir tecrübeyi tasvir eder, çünkü kendimle eserim arasındaki ilişkiyi nasıl algıladığımı tam anlamıyla dile getirir. Yani, eserim benim haberim olmaksızın benim içimde düşünür. Şahsi kimliğime dair bir algım asla olmadı ve hâlâ da yok. Kendimi, içinde bir şeylerin vuku bulduğu fakat “ben” ve “bana göre”nin olmadığı bir yer olarak görüyorum. Her birimiz birtakım şeylerin meydana geldiği bir tür kavşağız. Kavşaklar tamamen pasiftir; oralarda bir şeyler gerçekleşir. Başka bir yerde, aynı derecede geçerli ancak farklı bir şey vuku bulur. Tercih yoktur, bu sadece bir şans meselesidir. Ben bu şekilde düşünüyorum diye insanlığın da böyle düşündüğü sonucunu çıkarmaya hakkım varmış gibi davranamam.” xi

Oysa bu düşünsel, kültürel ürünler ve kurumlar, doğal gelişimlerinin yanında, ancak belirli bireysel/kolektif öznelerce “doğallıkları” kullanılarak inşa edilmiş ve dayatılmış yapılar ya da dikte edilmiş kodlar olarak kabul edildiğinde, eleştirel bakış güçlenerek alternatifler üretilebilir. Bu yüzden canlı ya da cansız tekil/tikel varlıkların bir harmanı olan dünyayı/doğayı tümel/tekil bir canlı olarak etiketlemek de insan ürünü olan somut ya da soyut ne ise ona bir ruh, irade ya da öznelik atfetmek de, ancak ontolojik değil metodolojik bağlamda, alegori yapmak ve gösterenden gösterilene bakmak ya da parçadaki bütünlük ile bütündeki parçalılığı anlamak bakımından işlevsel olur.

Bu metinle yapısalcılığın ve arketipsel analizin olumlu ya da olumsuz yönleriyle ilgili bir irdeleme hedeflenmiş olmamakla birlikte şunu vurgulamakta yarar var: Arketipsel analiz, yapısalcılık ve daha birçok yaklaşımı metodolojik bağlamından koparmak, ters kurulan bir nedensellik bağıyla ontolojik düşünceyi animizm-fetişizm ya da agnostizm-mistisizm hattına soktuğu gibi, bir yandan insan olarak ben’i/özne’liği/öznel’liği radikal olarak reddedip diğer yandan insan-dışı varlıklara, olgulara, yapılara vs. insanmış gibi üst-öznelik (dış-irade) bahşeden ve kökü animizme kadar dayanan antropomorfist bir bilinç bozunumuna da yol açar. Bedenlerinde taşıdıkları, henüz binlerce yıllık deneyim ve bilgi birikimine ulaşıp da olgunlaşmamış beyinleri, kolektif “bilinçdışı” ve sonradan “modernleşmeye” başlayacak kolektif bilinçleriyle ilk “atalarımız”, animizm aracılığıyla “ruhani” bir hakikati mi keşfetmiştir; yoksa soyutlayabilme becerileri kazanmasının bedelini animist düşünme biçimleriyle mi ödemiştir? Animizmin görece gelişmiş bir tarihsel katmandaki modifikasyonunu temsil eden mitolojiler; arkaik kuşakların sezgileriyle “keşfettiği” kadim/verili bir ruhaniliğin revize edilmiş edebî bir dışavurumu mudur; yoksa belirginleşmeye/kurumsallaşmaya başlayan makro iktidarın öznelerinin, animist kolektif bilinçdışı harcıyla kolektif bilinci inşa eden politik-ideolojik müdahalelerine ve normatif kodlamalarına mistik-meşru bir anlam kazandırmalarının bir aracı mıdır? Animizm, ilk hiyerarşik-politik toplumlarda ekonomik-politik ve sosyal statü avantajı elde etmiş dominant birey ya da grupların toplumu nesneleştirmesinde işlev görmemiş olsaydı; okültizmden ve mitolojiden metafizikçiliğe, idealizmden mistisizme açılan felsefi/teolojik damar, bugün bu kadar palazlanabilir miydi?

Mitolojiye olduğundan çok daha derin anlamlar yüklemek ve değerler atfetmek, bizzat onun ya da mitolojik düşünce ve anlatıların mitleştirilmesi, bir mitos’a dönüşmesi anlamına gelir. Dolayısıyla mitolojilerin ilk üretildikleri dönemlerdeki politik-ideolojik işlevselliğinin bugüne taşınmasını ifade eder. Onca bilimsel-teknolojik gelişmişlikle insanın olgunlaşma yönünde epey yol kat etmiş “gerçeklik algısı ve anlatısı”na rağmen bunun mümkün olması ise kadim zamanlardan bu yana en geniş anlamıyla statükonun, yani günümüzün sosyo-ekonomik ve politik sistemlerinin, modern biçimlere bürünmüş halde bile özü itibariyle değişmemiş olduğunun göstergesidir.

Yukarıdaki vurgulamaların nedeni; 21.Yüzyıl’da, mitolojik öykülerden, Eski Yunanların ve Romalıların yaptığının tersine, artık bizi “ontolojik hakikat”e götüren ilahi buyruklar/yasalar çıkarmamamız, onlara gizemli anlamlar yüklemememiz gereğine dikkat çekmektir. Üretildikleri tarihsel dönemlerin düşünsel, ideolojik ve politik yapılarını anlamak yanında onlara çarpıcı metaforların kullanıldığı, katmanlı anlamlar taşıyan öğretici alegorik öyküler olarak baktığımızda, her biri bilimsel ya da felsefi analizler açısından hem derinleştirici hem de üsluplara edebi nitelik kazandırıcı birer güçlü örnek olarak işlevselliğini koruyacaktır. Bu işlevsellik akılda tutulduğunda, mitolojik öyküler de masallar da; onları uyduranların ve kuşaktan kuşağa kendilerince aktaranların statüleri ve beslendikleri ideolojik-politik öncüller ile bu öncüllere içerik kazandıran toplumsal yapı ve ilişki biçimleri aklanmaksızın ya da yeniden-üretilmeksizin yeniden okuma, yorumlama ve yorumsama’lar için hazine değeri taşıyacaktır.

Orpheus ve Eurydiki öyküsü de bu bağlamda iyi bir malzeme sayılabilir ve ölümün kaçınılmazlığı, sanatın işlevsel gücü ya da sadece “bakma-görme” üzerinden de okunabilir.xii Ancak tek bir temaya odaklanmakla yetinilmeyip bu öyküden başka çıkarsamalar da yapılabilir. Nitekim bu metin, ilgili bu temalara da değinmekle birlikte, söz konusu bu öykünün başka çıkarsamalar için de ipuçları barındırdığını göstermek üzerine bir deneme de sayılabilecektir.

Orpheus ile Eurydiki’yi Okurken

Ölüm ve Ölümün Kaçınılmazlığı Üzerine Düşünmek

Orpheus ile Eurydiki miti, ilk okumada baskın biçimde ölümü, özellikle de öyküdeki Eurydiki’nin ölüler diyarından yeryüzüne dönmesinin gerçekleşememesi üzerinden ölümün kaçınılmazlığını düşündürür. Bununla birlikte söz konusu bu mit, sadece ölüm temasına ve ölümün kaçınılmazlığının vurgulanmasına ilişkin bir mesel’e indirgenemeyecek gibidir. İlk çağrışım etkisi azaldıkça bu kez anlatı; Orpheus özelinde müzik ve şiir, genelde ise sanatsal yaratının geçmişte kalanı ya da olanı/olageleni şimdiye mühürlemede ve geleceğe taşımada, dolayısıyla ölen’i/olupbiten’i sembolik olarak “ölümsüz” kılmadaki işlevi ve hüneri üzerine bir alegori de sayılabilecektir. Birtakım ayrıntılara odaklanıldığında ise bu mitin aşka, sahip olma hırsına, ayrılığa, bilinç-altı ve irade gücüne de göndermeler yaptığını görmek zor olmasa gerekir.xiii Kuşkusuz, söz konusu bu mitin ölüm üzerinden ya da ölümün kaçınılmazlığı üzerinden okunmasında da bir sakınca yoktur; hatta tersine, oldukça işlevsel ve yararlıdır da… Nitekim Orpheus-Eurydiki öyküsünü ölümün kaçınılmazlığı ve ölümün ardından tutulan yas ya da girilen melankoli ile baş etmek üzerinden okuyan yorumlamalar da düşünmeye ciddi katkı sağlayabilmektedir.xiv Zaten “aşırı” ya da “bağlamsız” sayılabilecek nitelik taşımadıkça, algının öznelliğinden tamamen kurtulamayacak olan her yorum, yorum serbestisine saygı duymayı da gerektirir. Öte yandan, ister istemez ben de Orpheus ile Eurydiki’nin öyküsünün okumasını, önce ölüm teması ve ölümün kaçınılmazlığı olgusu üzerinden, bu ve bir sonraki başlık altında gerçekleştireceğim. Ancak bunu yaparken de söz konusu bu mitin ölümün kaçınılmazlığından çok daha güçlü bir biçimde ölüme karşı direnç göstermeyi değerli kıldığına dair ipuçları barındırdığını, bizzat anlatının kendi içeriğinden hareket ederek göstermeye çalışacağım. Öykünün ölüm dışı çağrışımlar yapan ayrıntılarına ise devam niteliğinde bir başka yazımda dikkat çekeceğim.

Ana hatlarını belirlemek için, ilk olarak söz konusu bu mitteki olay örgüsünü hatırlamak gerekiyor. Girişte söz ettiğim derlemesinde Günçel’in de belirttiği üzere (s. 15), bu mit ile ilgili ilk yazılı kaynaklar Vergilius’un Georgica’sı ile Ovidius’un Methamorphoses’i.xv Kendisi, Ovidius’un Dönüşümler adlı yapıtını esas aldığını vurgulayarak, bu öyküyü bir “yeniden yazım” biçiminde özetlediğini de belirtiyor.xvi Günçel’in özetlemesinden hareketle ama sadece onunkine bağlı da olmadan aktarılacak olursa Orpheus ile Eurydiki’nin öyküsü, kısaca şöyledir:

Orpheus, nympha (peri) Eurydiki’ye âşık olur ve bu aşkına karşılık bulur. Kendine göz koyan arıcılık, çobanlık ustası pastoral figür Aristaeus’tan kaçmaya çalışırken Eurydiki’yi, bir yılan ısırıp zehirler ve onun ölümüne sebep olur. Orpheus, sevgilisinin ardından ölüler diyarına uzun ve zorlu bir yolculuk yapar. Yolda kendisini koruyan ustaca çaldığı liri, söylediği lirik şarkılar ve şiirlerdir. Ölüler diyarının efendileri Hades ve Persephone’nin sempatisini kazanan Orpheus’a, onun Eurydiki’yi yeryüzüne çıkarıp yaşama döndürmesi için bir şart koşulur: Her ikisi yeryüzüne çıkarken, yol boyunca Orpheus asla arkasına ve geride duran sevgilisine bakmayacaktır. Ancak Orpheus, bir an gelir dayanamaz; yaygın anlatıya göre ayak seslerini duyamadığından dolayı Eurydiki’nin peşinden geldiğine emin olmak için kontrol güdüsüyle, diğer bir anlatıya göre ise şüphenin yanında ona duyduğu özlemin tetiklediği, sevgilisinin güzelliğini görme arzusuyla arkasına bakar. Böylelikle de Eurydiki’nin artık sonsuza dek ölüler diyarında kaybolmasına sebep olur.

Yunan ozanlar Homeros ile Hesiodos ve Yunan tragedya yazarları kadar, Orpheus ve diğer birçok mitosu yazıya geçiren Romalı ozanlar Vergilius ve Ovidius’a da, Eski Yunan ve ayrıca Roma mitolojisinin günümüze ulaşması adına minnet borçluyuz. Her ikisi de tıpkı Yunan ozanlar ve tragedya yazarları gibi, belki birkaç cümleye sığdırılabilecek olaylar zincirinin ayrıntılarını dizelerle nakış nakış işleyip destanlaştırarak hem edebiyatı hem de felsefi düşünceyi beslemiştir. Kuşkusuz onların yapıtları, sadece mitos aktarımlarıyla sınırlı değildir. Ovidius, Dönüşümler’in özellikle ilk bölümlerinde bir yandan filozofların zihnini açan bir yandan da edebiyatçılara ve sanatçılara esin veren biçimde varlığa, dünyanın oluşumuna dair felsefi düşüncelerini aktarmış, böylelikle de kurgu-tarihsel/ontolojik bir giriş yapmıştır. Vergilius da didaktik amaçlarla yazdığı Georgica’da aslında toprağın işlenmesi, arıcılık gibi teknik yönü ağır basan konuları bile mitolojik figürlere ve öykülere gönderme yaparak destansı bir anlatıya dönüştürmüştür. Sonuçta onlar da “ilklerden” olmanın hakkını vermiş; aradan geçen iki bini aşkın yılda nice klasikleşmiş masal, öykü gibi kurmaca anlatıların kanonik ilk halkalarından olmuştur.xvii

Bununla birlikte Orpheus ve Eurydiki miti, ne bu iki ozanın tamamen odaklandıkları bir öyküdür ne de onlar açısından, ölüm hakkında felsefi önermeler üretmelerinin bir vesilesidir. Gerçi söz konusu bu mitosun Gılgamış Destanı yanı sıra, Eski Mısır düşüncesinden esinlenilip modifiye edildiğine ya da Orfeist tarikatların, ölümsüzlüğün metamorfozlar yoluyla gerçekleşeceği inancı temelinde örgütlenmiş olmalarına dair bağlamlar akla getirilirse, bu mitosa yapılan her gönderme gibi bu iki ozanın aktarımlarının da aynı zamanda ölüm, ölümlülük ya da ölümsüzlük arayışı temalarını işlemelerinin bir vesilesi sayılabilir. Nitekim Orfeist tarikatların varlığının tarihsel gerçek olması bir yana, Eski Mısır’daki “Ölüler Diyarı” betimlemeleri, Hades, Orpheus ve hatta Eurydiki figürlerinin, öldükten sonra parçaları bir araya getirilerek canlanan ama artık ölüler diyarında kral olmayı tercih eden Osiris’i anıştırması ya da yine Eski Mısır’da Osiris’in öyküsünü içeren Ölüler Kitabı’nın mumyaların yanına konulması geleneği gibi bağlamlara çeşitli yazarlarca dikkat çekilmiştir.xviii Öte yandan Metamorfozlar, Ovidius’un yapıtının bizzat adıdır ve ozan, Orpheus ve Eurydiki öyküsü dahil çeşitli vesilelerle insanın ve uzuvlarının ağaca, kütüğe, kuş kanadına vs. dönüştüğüne dair betimlemeler yapmıştır.xix Yine de tıpkı Sophokles’in oyunlaştırdığı Antigonexx gibi bu mitos da tüm ölüm göndermelerine rağmen doğrudan ya da sadece ölüm felsefesi/edebiyatı üzerine literatürün vazgeçilmez bir unsuru sayılmasa gerektir.xxi Çünkü Orpheus ile Eurydiki’nin öyküsünden tek başına ölümün kaçınılmazlığının ya da insanlığın ölüme karşı direncinin “boşunalığı”nın vurgulandığına dair bir çıkarsama, ancak yüzeysel bir yorumla mümkün olabilir. İlle de ölümün kaçınılmazlığına dair bir çıkarsama isteniyorsa; zaten bizzat bu hisse’nin hedeflendiği, bu vurgunun çok daha güçlü olduğu kıssa’lar mevcuttur. Örneğin Sümer mitolojisindeki Gılgamış Destanı’na, yine bu destandan esinlenilmiş izlenimi yaratacak biçimde Yunan mitolojisindeki –hastalık saydığı ölüme karşı ilaç geliştirdiği halde Zeus tarafından öldürülerek ilaçları, reçeteleri yok edilen– hekimlik tanrısı Asklepios’unxxii öyküsüne ya da Lokman Hekim ile ilgili efsanelere başvurmak, böylesi bir amacı gerçekleştirmek bakımından daha elverişlidir. Kaldı ki, aşağıda dikkat çekeceğim üzere, bu efsanelerde bile çıkarılacak yan-anlamlar, farklı dersler mevcuttur.

Ölümün Kaçınılmazlığı ve Orpheus’un Direnci

Orpheus ile Eurydiki’nin öyküsünün yüzey-katmanında vurgulanan “ölümün kaçınılmazlığı” dışında, daha derin katmanlarda ölümle ilgili ne gibi çıkarsamalar yapılabilir? Ölümün kaçınılmazlığı, evet, artık bu bir sır değil. Ama bu öyküden sadece kaçınılmaz olan ölüme boyun eğiş fikrini damıtan, kaçınılmaza meydan okuyup boşuna direnmek ve “savaşmak” yerine onunla “barışık olmayı” telkin eden bir ders mi çıkarmak gerekir? Ölüme direnmek ya da ölümle savaşmak ne anlam taşır, nasıl bir işlevi ve değeri vardır; bütün bunlar sorgulanmadan bu dersi çıkarmak ne kadar derin bir analiz sayılabilir? Söz konusu mit, tersine, bunu savaşmak ya da barışık olmak diye kodlamak ayrı konu ama insanın ölüme karşı sergilediği dirence gönderme yapan bir öykü olarak okunamaz mı? Ölüme karşı direnç bir yana, öykünün bizzat içeriğinden bu direncin “boşuna” bir direnç olarak kodlanmadığının anlaşılması çok mu zor? İnsanlık, binlerce yıldır ölümün ve sonların kaçınılmazlığının zaten farkında. Ama bu farkındalık, insanlık için sadece ölüme boyun eğmeyi ya da ona mistik bir anlam yüklemeyi gerektirmemiş olmalı ki günümüzde insan, kendi türünün ortalama ömrünü uzatabilmiş durumda; dahası, ölümün kaçınılmazlığını gittikçe öteleyen bilimsel, tıbbî, teknolojik kapasitesini ivmeli olarak genişletmeye devam da ediyor. Bu gidişatın insanın ölümle savaşması değil; onun, bir varlık olarak artık var olmayacağı anı ertelemek için kapasitesini geliştirmesi, sınırlarını genişletmesi yönünde sergilediği bir var-kalma direnci olarak belirlenmesi mümkün. Nitekim aslında tüm canlılar da böyle yapıyor; var olurken var-kalma, varlığını koruma direnci gösteriyor. İnsanın farkı, çok daha bilincinde olarak bu direnci bilimselleştirmesi ve yerinde sayan (statik) bir var-kalma tekniğiyle ve metodikliği ile yetinmemesi. Bu açıdan bakıldığında Orpheus ile Eurydiki miti, ölümün kaçınılmazlığı yanında ölümlülüğe karşı direnci de simgeliyor denebilir. Çünkü Orpheus ne yapıp ediyor, Eurydiki’yi ölüler diyarında bulup onu yeryüzüne çıkarmaya başlıyor. Yani Orpheus dolayımıyla insanın ölüme karşı direnci, yaşatma iradesi ve azmi vurgulanmış oluyor. Ancak öykünün devamındaki gelişmelere bakıp da Orpheus’un Eurydiki’yi yaşama döndürmedeki “başarısızlığı”nı, onun ölüme karşı direnci ve sevgilisini yaşama döndürme azminin boşunalığının bir göstergesi olarak okumak, yorumsamanın da ötesinde tipik bir yanlış okumadır. Çünkü Orpheus’un sevgilisini ölüler diyarında bulup onu yeryüzüne çıkarması yönündeki iradesinin, kararlığının, direnç ve azminin sonuçsuz kalmadığı, dolayısıyla onun boşuna çabaladığı ya da başarısız olmadığı çok açık. Orpheus’un başarısızlığı, aslında onun bu yöndeki iradesi ve kararlılığına dayanan başarısının ardından başka bir iradesizlik sergilemesinden kaynaklanıyor. Çünkü direnci ve azmi sayesinde bir “ölüyü bile diriltme” imkânı, Orpheus’un hedefe yönelik olmayan güvensizliğinden/özgüvensizliğinden kaynaklanan şüpheciliğine, kontrol etme tutkusuna ya da sevgilisinin güzelliğini bir an önce seyretme (estetik haz alma) arzusuna karşı direnememesine, onun aceleciliğine ve iradesizliğine kurban edilmiş oluyor. Ancak burada artık ölüme karşı dirençle değil de; ister (“ya aslında arkamdan gelmiyorsa, ya boşuna yürüyorsam” gibisinden sevgilisine ya da Hades’in şarta bağlı verdiği sözüne karşı güvensizliğin eseri olsun) şüphecilik ve kontrol tutkusundan, ister haz almaktan (beslenme ve doyuma ulaşmaktan) kaynaklansın, nihayetinde arzunun tetiklediği bir bakma-görme eylemi ile karşı karşıyayız. Nitekim Orpheus da, Platon’un Politea adlı yapıtının 4. Kitabı’nda aktardığı, dayanamayıp da işkence yerindeki cesetlere bakan gözlerine hitaben “Haydi kör olasılar… Alın doya doya seyredin bu güzel manzarayı!” diye pişmanlığını haykıran Leontios gibi, dayanamayıp da bakıp görmenin pişmanlığını yaşamıştır.xxiii Dolayısıyla Platon’un aktardığı mesel ya da Orpheus’un öyküsü, Medusa ya da Pandora mitlerindeki gibi “bakmanın/görmenin –ya da merakın– laneti” olarak yorumlanmayacaksaxxiv, binlerce yıl öncesinden geleceğin insanlığına hayati bir uyarı da yapmış sayılabilecektir: Ölümlülüğe karşı direnç göstererek, azim ve kararlılıkla insan, çeşitli bilimsel-teknolojik gelişmeler kaydedebilir. Ama yeter ki, bu gelişmelerin sarhoşluğu ve kibriyle hassas bir çizgi üzerinde ilerleyen dirençli, rasyonel çabalarını boşa çıkaracağı için “kaba” addedilecek şüphesinin, merakının, arzularının, hedonizminin kendi bilinçliliğini, var-kalma enerjisini yok etmesine ve iradesini bozmasına izin vermesin. Böyle bakıldığında, insanlık olarak ölüme karşı direnci temsil eden daha sağlıklı ve uzun yaşama imkânı sunan tıbbî gelişmelerden, yaşama/yaşatma teknolojilerimizden ve bunları sağlayan bilimsel ama bilimperest olmayan, sorgulayıcı ama dogmatik/fanatik inkârcılığa bağlanmayan şüpheciliğimizden, “boş” ve ölümcül sayılamayacak meraklılığımızdan neden pişmanlık duyalım ki? Bu bakımdan Orpheus ile Eurydiki öyküsü, “ölüm” ya da “sanat” değil, sadece “arzu” kavramı üzerinden de okunma imkânı verebilmektedir. Nitekim Ovidius’un henüz Orpheus ve Eurydiki’den söz etmeden önce, 7. Kitap’ta yazdığı “Doğru yolu görüyorum ve kabul de ediyorum ama yine de yanlış yoldan gidiyorum.xxv dizesini aktaran Chantal Jaquet, arzunun filozof için “bilgelik sevgisinin (philo-sophia’nın-b.n.) gerçekten de sevginin bilgeliğine götürüp götürmediğini anlamasına imkân tanıyan bir aksi delil” olarak işlev gördüğünü vurgular.xxvi Dolayısıyla saplantılı arzular, zorlantılar, takıntılar, dikkatsizlikler, özensizlikler ile aşırı (öz)güven ya da (öz)güvensizlikler gibi insan-bireylerin kendine özgü zaafları ve kişilik özellikleri, başka bir konudaki başarılarını ve becerilerini engelleyebilir. Yani Narcissos ve birçok mitolojik figür gibi Orpheus’un “lanetlenmişliği” de aslında ya tanrılarca onlara yüklenen türden zayıflıklar/zaaflar üzerinden ya da bizzat bu zaaflara bağlanarak kurgulanmıştır. Gerçekten de, doğduğunda ölümsüzlük ve yenilmezlik nehrinde yıkanırken dikkatten kaçıp da suyun değmediği Akhilleus misali, herkesin bir “aşil topuğu” vardır.xxvii Dolayısıyla direnç sadece dış engellere karşı değil, insanın kendi zaaflarına karşı da olmalı. Azim ve kararlılık, insanın kendi zayıf noktalarının giderilmesini ya da dış tehlikelere karşı korunaksız bırakılmamasını da içermeli.

Bir başka açıdan; yukarıda da değindiğim, insanın ölümsüzlük arayışından yola çıkıp ölümün kaçınılmazlığına varan Gılgamış, Asklepios ve Lokman Hekim ile ilgili diğer birtakım mitler de ölüme, yani bir an gelip de var olmamaya karşı bir savaşın/mücadelenin değil de bir var-kalma direncinin anlatısı olarak kabul edilebilir. Tıbbı ve farmakolojiyi geliştiren ve yılan, sarımsak gibi simgelerde ifadesini bulan bu direnç, ilgili mitlerde ölüme karşı direncin “beyhudeliği” vurgusu yerine ölümün kaçınılmazlığına karşı direnişin insana kazandırdıkları üzerinden de okunabilir. Dolayısıyla insanın ölümsüzlük arayışları, “beyhude bir savaş/mücadele” olarak kodlanmak yerine bir dirence gönderme yapacak biçimde belirlendiğinde, yeni enerji ve kazanımların insanın bizzat bu direnç ve arayışına bağlı olarak doğduğu anlaşılacaktır; böylelikle “boşunalığın” yarattığı anlamsızlık yerini anlam’a ve değer’e bırakacaktır. Fransızca “direnç/direniş” anlamına gelen résistance’ın bir terim olarak Türkçeleşmiş biçimiyle rezistans denilen tellerin ya da demir çubukların elektrik akımına karşı direnci sayesinde ısı ve ışık vermesi, ısınması/ısıtması ve ışıması/aydınlatması gibi… Ölüme karşı böyle bir direnç geliştirmenin Orpheus’un Eurydiki’ye olan aşkına ve arzusuna ya da Gılgamış Destanı’nda olduğu üzere (Enkidu ile kurulan) dostluğa bağlanması; arzunun, aşkın, dostluğun yaşama/yaşatma direncini güçlendirmesi işlevine dikkat çeker. Ayrıca söz konusu bu direnç, Orpheus örneğinde sanatsal yaratıda, Gılgamış ya da Asklepios ve Lokman Hekim örneklerinde ise bilimsel arayış ve keşiflerde somutlaşır. Dolayısıyla bu bağlamlarda bile temel referansın ölüme karşı direnç, var-kalma/var-tutma ya da yaşama/yaşatma olduğu anlaşılır. Bu dirence gönderme yapan Spinoza anlamda conatusxxviii, hem arzuyu, aşkı, sanatsal yaratı ve bilimsel arayışı doğurur hem de onlardan beslenir. Böyle bakıldığında ölüm üzerine düşüncelerin derinliği, Epikuros’dan Spinoza’ya dekxxix dikkat çekildiği üzere ancak yaşamak, var olmak ve var-kalabilmek referansına göre belirir; bir anlam taşıdığı için ölümün ya da var olmamanın kutsanması gereğine bağlanarak değil.  O halde Orpheus ve Eurydiki öyküsünün ölüm dışı temalar üzerinden okunmasından önce, ölüm üzerine düşünmenin ne’liğinin biraz daha irdelenmesi de bu öykünün yeniden okumasına katkı sağlayabilir. Bu metnin sınırlılığı düşünüldüğünde; gerek söz konusu bu irdelemeler, gerekse Orpheus ve Eurydiki mitinin işaret ettiği ölüm dışı temaların izlerinin sürülmesi ve nihayetinde Ölüm Edebiyatı ile Ölümcü(l) Edebiyat arasındaki farklar üzerinden yapacağım eleştirel vurgulamalar, ancak bir sonraki yazının konusu olacaktır.

NOTLAR:

i Yunan ve Roma mitolojisinin Türk şiirine etkileri ve yansımaları üzerine kapsamlı bir çalışma için bkz. Aydın Afacan, Şiir ve Mitologya -Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası, Doruk Y., İst., 2003.

ii Ör. 2000’de yazılan Orpheus’a Ağıt adlı tiyatro oyunu (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/172587) ya da Orpheus’un Bakışı adlı deneme (Ahmet Bozkurt, Orpheus’un Bakışı, Ayrıntı Yay., İst., 2014). En yeni örneklerden biri de Céline Sciamma’nın yazıp yönettiği, bizzat bu mitin yorumlanması ve yapıbozumu üzerinden feminist bir perspektifle çektiği, sekansların birinde bizzat bu mitin okunduğu ve yorumlandığı Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi adlı filmdir (https://www.imdb.com/title/tt8613070/). 2019 yapımı olan söz konusu bu film, ülkemizde de büyük ilgi gördü ve birçok kez bu filmin değerlendirilmesi dolayımıyla Orpheus ile Eurydiki’nin öyküsü, yine çeşitli yeniden okumaların konusu oldu. Ör. bkz. Süheyla Tolunay İşlek, “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi”, SEKANS Sinema Kültürü Dergisi, Sayı: 13, Temmuz 2020, s. 25-42.

iii Fatma Büşra Günçel (Yay. Haz.), Ölüm, Olimpos Y. – Derin Düşünceler Serisi, İst. , 2020.

iv İsmail Gezgin, Homo Narrans – İnsan Ne İçin Anlatır?, Redingot Y., İst., 2020, s. 183-194.

v  Hesiodos, İşler ve Günler – Tanrıların Doğuşu, Çev. Furkan Akderin, Say Y., İst., 2000.

vi Publius Vergilius Maro, Çiftçilik Sanatı-Georgica, Latinceden Çev. Çiğdem Dürüşken, Yapı Kredi Y., İst., 2006 (Bu yapıtın Latincesi için bkz. https://onemorelibrary.com/index.php/en/languages/latin/book/georgica-3117).

vii Duygu Kocabaş Atılgan, “Antik Yunan’da Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Temsili”, Yedi: Sanat, Tasarım ve Bilim Dergisi, DEÜ-Güzel Sanatlar Fakültesi Y., İzmir, 2013 (Yaz Dönemi), Sayı: 10, s. 16, 19 vd. (Makalenin pdf’si için bkz. https://dergipark.org.tr/tr/pub/yedi/issue/21843/234843); Ertuğrul İşler, “Edebi Mitler Üzerine-1”, Humanitas – Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 6 (Özel Sayı), Güz 2015, s.191-194.

viii İbrahim Gürses, “Jungcu Arketip Teorisi Bağlamında Tasavvufî Öykülerin Değerlendirilmesi”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 1, Bursa, 2007, s. 81 (Ayrıca bkz. s. 80 vd.).

ix Mitolojilerin (ve hatta animizmin) doğuşu ve işlevini teolojik bağlamda açıklayanların önemli bir kısmı da “henüz tam ve bilimsel olarak idrak edilemeyeni ya da anlatılamayanı anlatmak” eğilimini kabul edebilmektedir. Bununla birlikte söz konusu bu eğilim, bilimin/bilimselliğin ancak ve nihai olarak “tanrının/yaratılışın ilmi” olarak kabul edilmesi şartına ve insanın “yaradılışı itibariyle yaradanı aramak fıtratında halk edilmiş” olmasına bağlanmaktadır (Ör. bkz. (Bkz. Şefik Can, “Birinci Basımın Önsözü”, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılâp Kitabevi Y., İst., 4.Basım, yayın tarihi yok), s. IX).

x Levi-Strauss’un, ilgililerin yaygın olarak bildiği ve neredeyse bir aforizmaya dönüştüğü cümlesinin bu şekilde Türkçeleştirilmesi için bkz. Aydın Afacan, a.g.y., s.183.

xi Claude Levi-Strauss, Mit ve Anlam, Çev. Gökhan Yavuz Demir, İthaki Y., İst., 2013, s. 37, 38 (italik vurgular bana ait). Levi-Strauss’un bu yaklaşımı, onun “… mitin yapısını tanımlamak yerine, mitlerde tanımlanan dünyanın yapısının tanımlanmasına önem vererek, insanların mitlerde nasıl düşündüklerini değil, gerçeğin farkında olmadan mitlerin insanların düşüncelerini nasıl etkilediklerini göstermek istemiş…” olduğu biçiminde de yorumlanabilir (Oktay Köse-Tuğba Kodal, “Claude Levi-Strauss’un Mit Çözümlemeleri Üzerinden Resimlerarasılık Perspektifinde Resim Değerlendirmesi”, SDÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi, Sayı: 7, Isparta, Mayıs 2011 (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/193348). Ancak antropolojiye ve yapısalcılığa katkılarıyla takdir edilmeyi ve özellikle alıntılanan paragraftaki –aslında önceki cümlelerini de bir bakıma geçersizleştirdiği– fanatizm karşıtı son cümlesiyle saygı duyulmayı ne kadar hak etse de Levi-Strauss’un, Mit ve Anlam’dan aktardığım bu sözleriyle, yapısalcılığın insanın özneleşme/tâbiyetten kurtulma imkânını dışlayan en can alıcı sakıncasını bizzat savunduğu açıktır. Levi-Strauss’un mitlere bakışına dair eleştiriler için ayrıca bkz. Ertuğrul İşler, “Edebi Mitler Üzerine-1”, s. 185-196.

xii Oğuz Arıcı, “Bakmak, Görmek ve Orpheus Miti”, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/172586.

xiii Orpheus ve Eurydiki mitinin “Aşkın, ayrılığı kabul edememenin, içe bakmanın, kendini tanımanın, arafta kalmanın ve hepsinden de çok hatırlamanın hikâyesi…” olarak nitelendirildiği bir başka yazı için bkz. Süheyla Tolunay İşlek, a.g.y., s.26.

xiv Benzerleri olmakla birlikte Orpheus ile Eurydiki öyküsünü ölümün kaçınılmazlığı, sevdiklerimizin ölümüne tanık olmakla baş edebilmemiz üzerinden tipik bir okuma için bkz. Liz Greene & Juliet Sharman-Burke, İçimizdeki Mitoloji, Çev. Rita Urgan, MB Y., İst., 2008, s. 213-218.

xv Ovidius, Dönüşümler (Metamorphoses), Latinceden Çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, İst., 1994, s. 233-297. Ovidius’un Dönüşümler adlı yapıtıyla birlikte diğer tüm yapıtlarının Latincesine şu linkten ulaşmak mümkün: https://www.thelatinlibrary.com/ovid.html).

xvi Günçel’in kitabında aktarılmış haliyle bu öykü, Ovidius’tan çok, yaygın anonim anlatıya ve özellikle Vergilius’un anlatısına göre özetlenmiş gibi duruyor. Ovidius, Orpheus ve Eurydiki öyküsünü yapıtında 10 ve 11. Kitap’larda anlatır ama Aristaeus’tan söz etmez. Ancak Günçel’in kitabında belirtilen “Eurydiki’nin, Aristaeus’tan kaçarken bir yılanın ısırması sonucu ölümü” ayrıntısı Dönüşümler’de değil Vergilius’un Georgica’sında, arıcılıkla ilgili olduğu için ve bu konuda simgeye dönüşmüş olan, arıcı ve Pastor (çoban) Aristaeus’tan söz ettiği 4.Kitap’ta geçer.

xvii Ovidius’un sözü edilen bu yapıtını Latinceden çeviren İsmet Zeki Eyüboğlu’nun yazdığı Önsöz’de, ozanın insanlığa olan takdire şayan katkıları ayrıntılı olarak sunulur (Ovidius, Dönüşümler, s. 7-20).

xviii Ör. bkz. Martin Bernal, Kara Atena – Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi?-1785-1985, Çev. Özcan Buze, Kaynak Y., İst., 1998., s. 129, 130.

xix Ör. bkz. Ovidius, Dönüşümler (Eyüboğlu çevrisi), s. 54 (2. Kitap / 351-358. dizeler) , 257 (11. Kitap / 80-84. dizeler) Ancak yine de bizzat Orpheus ve Eurydiki mitinin bu yapıta ad verdiğini ileri sürmek abartılı olur.

xx Sophokles, “Antigone”, Eski Yunan Tragedyaları 1, Çev. Güngör Dilmen, MitosBOYUT Y., İst., 1997, s. 63-120 (Çevirmenin oyunla ilgili açıklamaları için bkz. s.14-22); Sophokles, Antigone, Çev. Sabahattin Ali, KarbonKitaplar Y., İst., 2019; Sophokles, Antigone, Çev. Ari Çokona, İş Bankası Y., İst., 2019.

xxi Genelde gözden kaçan bir ayrıntı olarak, Antigone’nin öyküsünde de bir Eurydiki vardır. Bu mitostaki Eurydiki, kendi kardeşini gömdü diye Antigone’yi bir mağaraya diri diri gömme emrini veren Thebai Kralı Kreon’un eşidir; Antigone kapatıldığı mağarada kendini astığı için intihar eden nişanlısı Haemon ise onun oğludur. Nitekim oğlunun intiharından sonra Eurydiki de intihar eder. Aslında eurydiki, etimolojik olarak Eski Yunancada “geniş (ευρυς) adalet/adaletsizlik (δικη:diki/ἀδικία:adikya)” anlamlarına da gönderme yapar. Bu bağlamda okunduğunda Antigone mitindeki Eurydiki’nin intiharı, Kreon’un hükümran/normativist adaletsizliği karşısında adaletin ölümü, yabancılaşması; Orpheus’un Eurydiki’sinin ikinci ve sonsuza dek ölüler diyarına gömülmesi ise ölmüş ya da geçmişte kalmış adaletin bir türlü dirilememesi olarak da yorumlanabilir. Antigone’nin kardeşini gömme çabasını yaşama, canlılığa saygı olarak yorumlayan Irigaray’ın farklı bir Antigone okuması için bkz. Luce Irigaray, Başlangıçta Kadın Vardı, Çev. İlknur Özallı-Melike Odabaş, Pinhan Y., İst., 2014, s. 107-127. Devlete (yasaya) ve aileye sadakat gerilimi üzerinden bir başka Antigone okuması için ayrıca bkz. Liz Greene & Juliet Sharman-Burke, a.g.y., s. 43-45.

xxii Gılgamış’tan farklı olarak Asklepios ve Lokman Hekim’e dair ilgili anlatıların bazılarında ölümün kaçınılmazlığının nedeni, dalgınlık, uyuyakalmak vs. değil de tamamıyla dış kaynaklıdır. Örneğin insanları sağaltarak ölmelerini engelleyen Asklepios’a karşı ilk, Hades öfke duyar; çünkü kendi egemenliğinde (mülkü) olan Ölüler Diyarı boş kalacaktır. Onun şikâyeti üzerine Zeus, yıldırımlarıyla onu öldürür ve ilaçları, formülleriyle birlikte laboratuvarını darmadağın eder (Bkz. Şefik Can, a.g.y., s. 60).

xxiii Akt. Chantal Jaquet, Arzu, Çev. Ece Durmuş, Otonom Y., İst., 2020, s. 7.

xxiv Oğuz Arıcı, “Bakmak, Görmek ve Orpheus Miti”, s.152-154.

xxv Dönüşümler 7. Kitap’ta 20. ve 21. dizelerdeki bu cümlenin Latincesi video meliora proboque, deteriora sequor olup, neredeyse bir özdeyişe dönüşmüştür (https://www.thelatinlibrary.com/ovid/ovid.met7.shtml). Yapıtın yukarıda aktardığım Türkçe baskısında Eyüboğlu’nun “Kötüyü sezer, kötünün ardından giderim yine.” diye çevirmeyi tercih ettiği bu cümle (s. 157), Türkçede daha yaygın olarak “İyi yolu görüp bilmeme rağmen kötü yolu seçiyorum.” biçiminde ifade ediliyor; hatta modifiye edilip bu tip ikilemleri ifade etmek amacıyla “Aklım başka söylüyor, kalbim başka...” biçiminde de kullanılabiliyor.

xxvi Chantal Jaquet, a.g.y., s. 9.

xxvii Türkçede de kullanılageldiği üzere yaygınlaşmış “aşil topuğu” deyimi ya da tıptaki “aşil tendonu” terimi, yine yaygın olarak bilindiği üzere Homeros’un İlyada’sında geçen Troya efsanesinin Akhilleus figürü ile de bağlantılıdır (Şefik Can, a.g.y., s. 261-308).

xxviii Günümüzde, Latince “çaba, eğilim” gibi anlamlar taşıyan “conatus” dendiğinde, haklı olarak akla ilk Spinoza gelmektedir. Çünkü bu kavram, artık genellikle tam da onun, bir tür varoluş/yaşama “gücü”, “enerjisi”, çabası ya da “ilkesi” olarak tanımladığı anlamıyla kullanılmaktadır. Kuşkusuz Spinoza’nın conatus’u ile ilgili birçok kaynağa ulaşılabilecektir. Burada, yalın ama edebi anlatımıyla keyifli bir okuma sağlayan ve Spinoza’nın felsefesi ile conatus kavramını aşkıncı ve meta-fizikçi bir ontolojiye izin vermeden varoluş/yaşam referanslı bir yaklaşımla yorumlayan Balanuye’nin şu yapıtlarını önermekle yetineceğim: 1) Çetin Balanuye, Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor, Ayrıntı Y., İst., 2017, özellikle bkz. s. 37-39, 84, 96, 108, 119-123. 2) Çetin Balanuye, Naturans: Yeni Bir Ontolojiye Doğru, Ayrıntı Y., İst., 2020, özellikle bkz. s. 10, 54, 55, 69-71, 94, 95, 128-134.

xxix Diego Tatyan, Spinoza-Dünya Sevgisi, Çev. Hüsam Turşucu-Sevin Aksoy Hancı,Dost Kitabevi Y., Ankara, 2009, s. 76-90. Kuşkusuz, Epikuros ile Spinoza’nın felsefelerinin birebir örtüştüğü söylenemez ama her ikisinin de ölüme bakış ve ontolojilerinin yaşam, varlık/varoluş referanslı olduğu açıktır (bkz. aynı kitap, s. 85-87).

“ORPHEUS İLE EURYDICE”Yİ YENİDEN OKUMAK-II:

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl