Ana Sayfa Kritik PARÇALANMAYI BEKLEYEN: RIZA’NIN DON KİŞOT’LA EPİK YOLCULUĞU

PARÇALANMAYI BEKLEYEN: RIZA’NIN DON KİŞOT’LA EPİK YOLCULUĞU

PARÇALANMAYI BEKLEYEN: RIZA’NIN DON KİŞOT’LA EPİK YOLCULUĞU

Bir şarkı; “Kuş olup uçsam sevdiğimin diyarına” diye başlar.

Hayal dünyamız hangimizi uçurmamıştır ki, ulaşılmaz olana? Hasrettir bu; içimizi burkan, bizi kendimize hapseden yerden ötelere gitmek isteği. Hele ki bu hapisliğe bir de hapishanenin fiziksel duvarları eklenmişse.

Nazım Hikmet bu dört duvara kıstırılmışlık halini ve gerçeklikle örtüşen hayal dünyasını; “Olmadığım yerde olabilmenin hasreti midir bu?” dizesiyle ne de dokunaklı ifade etmiş.

Metin Turan’ın romanının çıkış noktalarından birini de gene Nazım Hikmet’in “Yılbaşı” şiirindeki bir dize oluşturmuş: “Hapislik gibidir yalnızlık”. Hapishanenin insanı bedensel olarak yalnız bırakmasının yanı sıra, içsel olarak yalnızlığını da “hapislik gibi” betimlemiş Nazım Hikmet.

Parçalanmayı Bekleyen”de romanın kahramanı “pırlanıvererek”, ayakları yerden kesilerek, o andaki büyülü şaşkınlığıyla ilk adımını göğe atıyor. Zaten Don Kişot da Rıza’ya diyor sözünün bir yerinde: “Düşlerle hayallerdir insanı kanatlandıran!”. Erzincan, Kemah’lı Rıza, bu inanılmaz yolculuğuna okuru da katarken kendi ağzından başlıyor sohbete. Sohbete diyorum; çünkü böyle bir havayla başlıyor ve ilerliyor roman. Tüm hikâyeyi birinci ağızdan dinlemeye başlıyoruz. Rıza’ya “Ben yalandan hazzetmem arkadaş” dedirterek de bizi kahramanının yakın bir dostu yapıveriyor. Ve Rıza büyük şaşkınlığıyla kanatlanıverirken, bilindik zaman kırılıp bambaşka bir zamana evrilirken, hayal gerçeğe dönüşürken, kurgusal bir geriye dönüşle bu havalanma halinin soluksuz hikâyesini bize anlatmaya başlıyor.

Okumaktan mahrum bırakılmış, giderek okumanın tembelliğine mahkûm edilmiş pek çok insandan biri Rıza. Ve pek çok insan gibi köyünün çaresizliği onu gözükara ilk yolculuğuna, İstanbul’a sürüklüyor. Ancak Rıza tüm okumamışlığına karşın, yıllar içinde bir kitap kurduna dönüşmüş haliyle hikâyesini bize aktarırken, sık sık edebiyat alıntılarıyla süslüyor, betimliyor, göndermeler yapıyor:

İstanbul’da ilk gittiği yer Kadıköy’ün Yeldeğirmeni semti. Sonradan romana dâhil olacak Don Kişot’un yalın kılıç savaştığı yeldeğirmenleriyle sadece bir isim benzerliği midir acaba?

Yeldeğirmeni semtinde çalıştığı simit fırını onun için bir üniversite; Gorki’den gelen;

50-60 yersiz yurtsuz simitçinin bir koğuş misali kaldığı odanın ismi “Rami Kışlası”; Malatyalısı, Vanlısı, Muşlusu ile; Yaşar Miraç’tan gelen;

Don Kişot, Rıza’ya her defasında “Hişt… Hişt!” diye seslenirken, bu sesleniş biçimi Sait Faik öyküsünden geliyor olmasın?

Koğuşunun penceresinden içeri sızan kelebeği görünce dilinde bitiveren “Kelebekler özgürdür” cümlesi; defalarca oyunu oynanmış, filme çekilmiş eserin yazarı Leonard Gershe’den gelendir belki de. Ki, Gershe’nin eserinin ana kahramanının kör olması da, artık sadece küçük bir görme yetisine sahip Metin Turan’ın belki de kendisine bir göndermedir, kimbilir. Tam bu noktada Cervantes’e şu cümleleri kurduruyor Metin Turan: “Biliyor musunuz, bu türden cümleler öyle şıpınişi gelmez insanın aklına. İyi bir gözlem ister. İyi bir deneyim, esaslı bir yaşanmışlık ve tabii bir de sağlam bir muhakeme yeteneği… Bazen farkında olmuyor insan, fakat yaşadıklarından, yapıp ettiklerinden öyle ya da böyle ciddi birikimler ediniyor.”

Cervantes ve Don Kişot’un dışında ne çok konuğu var romanın!

Rıza, sınıfsal konumunun bilincinde olmasa da, bir gösteride göstericilerle dayanışarak, bu dayanışmaya çalıştığı fırındaki diğer simitçileri de katarak ve tabii ki işinden kovularak roman boyunca yıktığı “hapislik” duvarlarının ilkini mecazi de olsa “fırının duvarlarını yıkarak” başlıyor. Ve vuruyor kendini “yollara”.

Yolculuk boyunca parçalanmayı bekleyen duvarlar… Ne çok sınavımız var!

Köyden başlayıp Yeldeğirmeni’ndeki fırına değen yolculuk önce Eminönü Mercan’daki Lengo Dayı’nın yanında yıllarını geçireceği çay ocağına, oradan Gezi Parkı’na; direnişin göbeğine, ardı sıra kendi söylemiyle “kendisini özgürleştiren” hapishaneye ve hikâyesinin merkezine düşen Cervantes, Don Kişot ve Sanço Panza’yla derin mi derin bir serüvene doğru evriliyor. Evrildikçe büyüyor Rıza; Rıza Toşik’ten Simitlerin Şövalyesi’ne doğru giden epik bir yolculuk bu. Epik bir rüya!

Bu “epiklik” bir yanıyla anlamını veren “destansı” bir yolculuğu; bir yanıyla da “Brechtyen” bir epikliği içeriyor. Roman boyunca okuru olayları izleyen olarak bırakmayıp, düşünsel ve felsefi olarak boyutlanan her kısmında okuru da tartışmaların, atışmaların, düşünce geliştirmenin ortasına bırakıveriyor. E, kahramanımız Rıza da yeri geldikçe okura “arkadaşım” “kardeşim” diye seslenirken, onu olayların göbeğine adeta çağırırken, bu samimiyete kayıtsız kalmak biraz zor olsa gerek!

Rıza’nın yolculuğunun geçiş noktalarından biri de direniş günlerindeki Gezi Parkı. Gezi direnişi yeni yeni edebiyata, romana giriyor desek yeridir. Emrah Serbes’in Delidumanı’ndan sonra Metin Turan da hikâyesinin yollarından birine sokmuş Gezi’yi. Çok şey söylendi Gezi’ye dair, söylenmemiş sözler, dizeler sırasını bekliyor. Metin Turan o kalabalığı şöyle betimlemiş: “Tamam, kabul ediyorum; öyle durup da büyük laflar edecek kadar bilgim ve birikimim olmayabilir. Amenna! Ancak orada o günleri yaşarken bir şeyi fark ettim. Dedim ki, şu gözünü sevdiğim kalabalık ne menem bir şeydir: Köpürtüldüğünde işe yarar olduğunu fark ederek mis gibi kokular yayan sabunlara benziyor. Lakin olur ya unutulur, uzun süre hatırlanmaz, bir kenarda bırakılırsa, işte o vakit suyu çekiliyor. Kuru, kupkuru kalarak çatlıyor. O haliyle eline alacak olsan ufalanması, toz olup dağılması kaçınılmaz… Durup kalabalığa baktım. Öyle… Uzun uzun… Acaba bu kalabalık da böyle olur, aynını yaşar mıydı?”

Yolu mahpusa düşen Rıza “Mahpusluk denen lanet, hiç de öyle yata yata bitmez” diyerek yolunu hapishane kütüphanesine yöneltir. Aslında hiç de yabancı bir yer değildir kütüphane ona. Yıllar boyu çalıştığı çay ocağında bilge Lengo Dayı’yla geçirdiği günler, kaldığı odanın duvarlarını kaplayan yazılar, alıntılar, şiirler, Rıza’yı sözcüklerin büyülü dünyasına çoktan sokmuştur. Don Kişot daha kapıda karşılar Rıza’yı. Kütüphane kitaplığında raflara sıralı sayısız kitap içinde eline ilk değen kitaptır Don Kişot.

Ve önce Cervantes’le, ardından şövalye Don Kişot’la kimi zaman muzipçe, kimi zaman bilgece süren heyecanlı sohbetler, rüyalı yolculuklar maceradan maceraya devam ediyor roman boyunca.

Yollara düşmek, sadece yolculuklar yapıp değişik yerler görmekten mi ibaret? Don Kişot’un yolculukları “yoksullara, zayıf düşmüşlere yardım etmek, onları korumak, üstüne üstlük hainlerden, zalimlerden, ahlaksızlardan hesap sormak” üzerineydi. Rıza’nın yolculukları da, dört duvarın ötesine çıkabilmeyi, duvarları uçarcasına aşabilmeyi, bu anlam üzerinden kendisini şaşırtabilmeyi içeriyor. Bu yolculuk öncelikle bir “edebiyat yolculuğu”. Ranzasına konuk ettiği Cervantes’le konuşurken, yazmak eyleminin kaynağının “ilham perisi” değil başka bir kaynak olduğunu keşfediyor:

Bu, sabırlı bir imbikten, yer yer gözle görülemeyecek kadar ince ve küçük damlalar halinde süzülerek biriktirilen bir bahtiyarlıktır! Hem de her şeye rağmen!”

Bir romanı elimize alıp okumaya başladığımızda, “okumak” sözcüğünün yetersizliğinin sanırım hepimiz farkındayız. Romandaki tüm kişilikler, mekânlar, objeler, -hele ki tasvir ve betimlemeler tadına doyulmaz ifadelerse-, her biri tek tek gözümüzde canlanır, her karakter yüzü, vücudu, jest ve mimikleri ile -yazarın da yardımıyla- hayal gücümüzde hayat bulur, nefeslenir. Ve artık biz de o karakterlerle yola koyuluruz. Örneğin S. Ali’nin “İçimizdeki Şeytan”ında olduğu gibi bir günlük bir yolculuktur bu ama bir ömürlük hesaplaşmaları içerir. Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ında olduğu gibi kuşaklar boyu süren bir yolculuktur bu, o ailenin handiyse bir ferdi yapar bizi. U. L. Guin’in “Mülksüzler”indeki gibi gezegenler arası bir yolculuktur bu, başka bir dünyanın bu dünyada da mümkün olacağını bize düşündürten.

Metin Turan da kahramanı Rıza eliyle yolculuğa çıkarken, bu yolculuğu Don Kişot’la yaptırıyor. Don Kişot’sa “yeni yollara, yeni yolların bilinmezliğine, bu bilinmezliğin kendisinde yarattığı büyük heyecana vurgun.” Yolculuğun yolculuğu mu desek buna? Ve Kemah’lı Rıza, Mancha’lı Don Kişot’un yollarının içine dalıp da “Don Kişot La Mancha”ya kendini onun diliyle tanıtıyor: “Don Rıza La Kemah”! “Arzuladığım, düşlediğim şeylere umutlu maskeler takmamın kime, ne zararı olabilir ki?”

Don Kişot seyisinin kim olacağını düşünüp ararken, köyünün papazı ya da berberini öneren Rıza’ya şöyle diyor: “Ah, genç adam, onlar benim hayal ettiğim şeyleri, o şeylerin asaletini anlayabilecek yaratılışta değiller ki!” M. Turan, Rıza ve Don Kişot’tan yola çıkarak, belki de kendi engin hayal dünyasının, tüm insanlığın da ulaşabileceği bir insanlık asaleti olmasını arzuluyor.

Don Kişot ve Sanço Panza’nın yolculuğu köylerden kentlere uzanıp sürerken, yazar onların yolculuğuna bulaştırdığı Rıza’yı sık sık araya katarak Cervantes’in romanını didikliyor, üçünün hem mizah dolu hem derin tartışmalarıyla bir yapı-söküm içine giriyor. Yeri geliyor Don Kişot’un şövalyeliğiyle çağımızın devrimcilerini karşılaştırıyor: “Siz söze girmeden şunu belirtmek isterim ki, sevgili Don Rıza, ben tek tek haksızlıkların peşindeyken siz, meseleyi topyekün ele almışsınız. Ya hep beraber, ya hiç birimiz! Siz sevgili dostum, sadece bir şeyi değil, her şeyi değiştirmenin peşindesiniz!”

Ve Rıza, Cervantes’in romanının adeta damarlarında dolaşırken, Sanço ve Don Kişot’la şövalyeliği yaşarken, hapishanenin içindeki davranışları da yeni bir şekil alıyor. Koğuşun insanı çıldırtacak denli derin sessizliğine Don Kişot’ça bir savaş açıyor ve sessizliğe meydan okuyor: “Kendini müdafaa et, sefil sessizlik!” Avludaki taşların arasından başını uzatan, incecik yaprağını bir kılıç gibi uzatan süsen çiçeğine şövalyelik töreni yapıyor: “Oramus… Oramus… Oramus!” Okuyarak yolculuklar yapmaya cesaret edebilen, becerebilen biz okurları da bu yolculuğa katarak, hapisliğin dört duvarından daha kalın beşinci duvarı yıkabilecek bir güçle tanıştırıyor bizi: Edebiyat!

Rıza’nın avludaki süsen çiçeğini onurlandırırcasına söylevi, hangi koşulda olunursa olunsun, hayal gücü, irade ve inadın özeti gibi:

Sayın Şövalye; siz bana hayatı, umudu, cesareti, inançlı ve inatçı olunursa sert bir kaya gibi görünen şu rezil duvarlarda çatlaklar açılabileceğini, tohuma durularak özgürce boy verilebileceğini; herkesin kendi meşrebince adını koyduğu feleğin, kaderin, düzenin, hâsılı döneduran şu rezil çarklar ile pervanelerin arasına çomak sokulabileceğini gösterdiniz. Sayın Mor Maskeli Şövalye! Size minnettarım, hizmetinizdeyim!”

Metin Turan, sayfalarını kanat etmiş, bir yolculuğa çağırıyor bizi.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl