Ana Sayfa Röportaj Sabahattin Tuncer: Biz hep geç kaldık!

Sabahattin Tuncer: Biz hep geç kaldık!

Sabahattin Tuncer: Biz hep geç kaldık!

Neşet (Günal) hocanın yıldız öğrencilerindendim. Hoca o çalkantılı süreçte bizim öğrenime yoğunlaşamamamıza çok üzüldü.Diyebilirim ki bizim önceki kuşağa göre bir 10 yıl, Paris’te doğup büyümüş bir sanatçıya göre de 20 yıl gecikmişliğimiz var.

S.T : 1950’de, Van’ın Erciş ilçesinde doğdum. Ortaokul 1. ve 2. sınıfı Diyarbakır’da okudum. Babam Devlet Üretme Çiftliklerinde memurdu. Memur çocuğu dolaşır, biz de Diyarbakır’dan Erzurum’a geçtik, ortaokulu orada tamamladım. Resimle olan ilişkim o sıralar daha da açığa çıktı, yetenekli bir çocuktum, hatta o yıllarda Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin lise bölümü vardı, acaba oraya mı gitsem diye düşünüyordum. Fakat koşullarımız buna elvermedi. O sene babam Bandırma’ya tayin olunca liseye orada başladım. Hayatımın en güzel orta öğrenim yıllarını Bandırma’da geçirdim. Bandırma Lisesi’nde seçkin bir öğretmen grubu olduğu için şanslıydım. Çok iyi bir resim öğretmenimiz vardı, bize o zaman diyalarla ve resim kitaplarıyla Avrupa sanatını tanıttı, Leonardo’dan ve diğer Rönesans sanatçılarından kopyalar yaptık. Rubens’ten yaptığım kopya hala babamın evinde durur. Şimdi bile bakıyorum da gayet güzel. Yine müzik öğretmenimiz çok iyiydi; klasik müzikle onun sayesinde erken yaşta tanışmış oldum. Bach’ın, Händel’in eserlerinin isimlerini tek tek biliyorduk. Liseyi bitirince felsefeyi mi, yoksa resmi mi seçmem lazım, bunu düşünmek için kendime bir yıl zaman tanıdım. O arada Bandırma liman inşaatında çalıştım. İstanbul’da sınavlara girdim, fakat sınav sonucunu takip edemedim. O zaman Bandırma’dan İstanbul’a Etrüsk ve Tırhan gece vapurları var, çoktan jilet oldu bunlar, bu vapurlarla İstanbul’a geçiyorsun, ama şehirde kimseyi tanımıyorsun, kalacak yerin yok vs. Askerlik yoklamam gelince İstanbul’da Akademi’ye gidip sınava girdim. Resim bölümüne girişim böyle biraz maceralı oldu.

Ö.T : Ailede başka resim yapan var mıydı?
S.T : Ailede ressam yok, ama babamın muhteşem bir hattatlık yeteneği vardı. Babam İstanbul’da yaşamış olsaydı Türkiye’nin en önemli hattatlarından biri olabilirdi. Aile içinde başka yetenekli insanlar da var. Bir damar var muhakkak ki, bu bir yerden geliyor.

İlk kişisel sergimi 1987’de, Fethi Kayaalp’in Nişantaşı’ndaki Kayaalp Sanat Galerisi’nde açtım. Neşet Hoca sergiden önce resimlerimi görmek için evimize geldi. İçkiyi sevdiğini bildiğimiz halde araba kullandığı için kendisine ikram etmedik, sonradan anladım ki buna biraz bozuldu

Ö.T : Akademiye dönelim. O yıllarda nasıl bir ortam var?
S.T : 12 Mart darbesinin hemen sonrasıydı, bir baskı dönemiydi, çok tatsız bir ortam vardı. İçeride bir sürü insan var, öğrencilerin bir kısmı hapishanede. Bir taraftan sıkıyönetim yavaş yavaş kalkıyor, ama çok kötü şeylere tanık olduk. Evler basılıyor, Ömer Ayna’lar vuruluyor… İçerdekiler dışarıya mektup gönderiyorlar, devrimci örgütlenme devam etmeli, yıkılan sadece küçükburjuva hayalleridir, diye mesajlar gönderiyorlar. Bu ortamda biz çok çabuk politikleştik, bir yandan öğrenci hareketi canlanmaya başladı. Bir taraftan okulu götürmeye çalıştık, ama 71-80 arasında öğrenci temsilciği, İşçi Partisi ilçe yönetim kurulu, daha sonra Görsel Sanatçılar Derneği yönetim kurulu üyeliği gibi, politik hareketlerin içerisinde çeşitli sorumluluklar yüklenince iki karpuz bir koltuğa sığmadı, okul 8,5 yıl sürdü.
Öğrencilik yıllarımda, İsmail Cem zamanında, para kazanmak için Politika gazetesinde sanat muhabirliği yaptım. Rahmetli Orhan Peker’in son röportajını herhalde ben yapmışımdır. Bedri Rahmi’ye dair yazılarım var. Altan Gürman hakkındaki ilk yazıyı benle Özer Kabaş yazdık. Hatta benim yazım, Gürman’ın ölümünden sonra eşi tarafından anısına açılan serginin davetiyesine de basıldı. Resim üzerine düşünmenin bende öğrencilik yıllarımdan başladığını söyleyebilirim.

Neşet (Günal) hocanın yıldız öğrencilerindendim. Hoca o çalkantılı süreçte bizim öğrenime yoğunlaşamamamıza çok üzüldü. Sonra bir 5 yıl da 12 Eylül’ün sarsıntısını atlatmakla geçti. Diyebilirim ki bizim önceki kuşağa göre bir 10 yıl, Paris’te doğup büyümüş bir sanatçıya göre de 20 yıl gecikmişliğimiz var. Zaten sanatta tutunmak için de çok büyük gayret gerekiyor.

Ö.T : Akademide başka hangi hocalar vardı?
S.T : Bedri Rahmi’nin son yıllarıydı, onu birkaç yıl sonra kaybettik. Sabri Bey (Berkel) bizim desen hocamızdı, “cours du soir”da serbest desen çalışırdık. Sonra, sonraki kuşakta Adnan Çoker var, bildiğin gibi.

Ö.T : Böylece 80’li yılların ortalarına kadar geldik sanırım.
S.T : Evet, bir yoğunlaşma döneminden sonra tekrar resme döndüm. Özer Kabaş, Neşe Erdok, Kemal İskender, Nedret Sekban ve Hüsnü Koldaş’la birlikte, yani o zaman “figürcüler” diye anılan gruba dahil olarak, grup sergileri açtık. İlk kişisel sergimi 1987’de, Fethi Kayaalp’in Nişantaşı’ndaki Kayaalp Sanat Galerisi’nde açtım. Neşet Hoca sergiden önce resimlerimi görmek için evimize geldi. İçkiyi sevdiğini bildiğimiz halde araba kullandığı için kendisine ikram etmedik, sonradan anladım ki buna biraz bozuldu. Portlerimi “bir Avni Arbaş var, bir de sen varsın” diye övdü. Ama bunun arkasından bir salvonun geleceğini biliyordum, nitekim geldi de. Resimlerimi toplumsal hassasiyetten uzak, bireyci, bohem bulmuştu. Bu nedenle övgüsünün arkasına alttan alta, çok ince, ironik bir iki söz sıkıştırdı. Cézanne’vari işlerimi de küçümsedi ki buna epey canım sıkıldı. Eserinde Orhan Kemal’le, Yaşar Kemal’le paralellikleri olan bir toplumcuydu. Aynı zamanda çok nevi şahsına münhasır biriydi. Paris görgüsü vardı, bir Fransız gibi giyinirdi. Resminde de Léger ile bağlantı kurmuştur, kontur ve biçim ağırlıklı. Tabii derslerde Picasso’yu işlerken onun mavi ve pembe dönemlerinden bahsedip de kübizmine “entelektüel sanat” olduğu gerekçesiyle girmeyince benim Avrupa Modern’inin bize niye aktarılmadığıyla ilgili itirazlarım oldu. Okulda şöyle bir manzara vardı: Bedri Rahmi, lekeci gruptan ressamları, Bonnard’ı, Vuillard’ı seçerdi. “Çizgi, leke, benek, renk; arabamızı bu dört at çeker” derdi. Adnan Bey, Cézanne referansını bir öğreti olarak getirirdi, ama ben Adnan Bey’de de Cézanne’ın ardılları bakımından, yani onun izleğiyle ilgili, biçim temelli bir çıkış görmedim.

Ö.T : Empresyonizm nasıl ele alınıyordu peki?
S.T : Bugün konuştuğumuz bağlamda analitik bir yaklaşım yoktu. Bu ülkemizdeki genel bir eksiklik. Zaten öyle olmasaydı hepimizin formasyonu başka türlü olurdu. Akademiye girişimin ikinci veya üçüncü yılında Resim ve Heykel Müzesi’ne “20. Yüzyıl Fransız Resmi” sergisi gelmişti. Sergide Picasso ve Matisse’den tutun da Fransız izlenimcilerine kadar, birçok sanatçının resmi vardı. Bugün çok pahalı böyle bir sergiyi Türkiye’ye getirmek, zaten vermiyorlar da; bu nedenle devlet kanalıyla gerçekleştirilmiş, önemli bir sergiydi. Tabii sergide sürrealist ve fantastik yapıtlar da var, ilkin hemen onlarla bağlantı kuruyorsun. Çünkü ilüstratif öğeler kullanarak seni yakalıyor. Fakat diğerleriyle hiçbir bağlantı kuramadım; bir şey var, ama ben göremiyorum. Benim problemim orada başladı.

Ö.T : Ama bunu problem edinmek de çok güzel.
S.T : Evet, inatçılığım oradan gelme. Şöyle düşündüm: Bir ressam adayı olarak benim önüme gelmiş bu 20. yüzyılın en seçkin yapıtlarını görememem, birinin müzik kompozitörü olup da bazı kompozisyonları işitememesi gibi bir şey. Böyle bir şey olabilir mi? Yetenekliysem müzisyen olarak gidip popüler müzik kulvarında var olabilirim, ama kompozitör olmak apayrı bir mesele. Yetenekli bir ressam olarak da nabza göre şerbet verebilir, herkesin seveceği ilüstratif işler yapabilirsin. Üçüncü dünyaya baktığında hep folklorik ve ilüstratif; modernle ilişki kurmakta hepsi problemli. Modern formasyon, yüksek bir formasyon. Felsefede de öyle, bilimde de, sanatta da. Kendi kendime dedim ki ressam olamasam da ben bu resimleri ölmeden önce, mutlaka görebilmeliyim. 20. yüzyılla, modern paradigmayla bu anlamda bir zamandaşlık içinde yaşayabilmek benim temel gayretim oldu. Foucault mesela bu yan yana duran, ama birbirlerine dokunmayan kültürel bloklar arasındaki iletişimin olanaklılığı konusunda karamsardır, bildiğin gibi. Bu tez de benim için çok can yakıcı oldu. Hem bu zamandasın hem de zamandışısın. Bu acı.

Ö.T : Anlama yetisi evrensel ama?
S.T : Benim umudum da buydu. Geç de olsa, öyle ya da böyle, orada ne olmuş diye ben de bakabilir ve belki oraya katılabilirim. Bütün gayretim buna yönelik; bu nedenle resim sanatının öğrencisi olmayı kendime hedef koydum. Gelgelelim bu çok iddialı bir hedeftir, hiç tevazu içermez. Çünkü o formasyona nüfuz etmek, bu ülkede yaşayan insanların en zor problemidir.

Ö.T : Söz konusu olan yapıtı görebilmek değil yalnızca, bir de oturup onu yapacaksın.
S.T : Tabii. Burada, müzikte de aynı nüfuz etme sorunu olmasına karşın, resimle müzik arasında şöyle bir fark var: Müzikte kompozitör, tek bir enstrümanı, diyelim ki bir piyanoyu, üstelik ancak vasat bir şekilde çalabiliyor olsa da beste yapabilir. Ama resimde, sanatı zanaat olmadan yapabilme şansın yok. Resimde kompozitör de sensin, orkestra şefi de, icracı da. Zanaat perfeksiyonu bizde kompozisyonun ön koşulu.

Ö.T : Edebiyatta işimiz hepten zor öyleyse. Çünkü dilimiz resimde, müzikte olduğu gibi evrensel değil. Bir de şu var ki modern roman; modern yaşantı, modern bilinç istiyor.

 

Temmuz, 2013

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl