Ana Sayfa Dosya SAMUEL TAYLOR COLERIDGE: YANIP SÖNEN BİR YILDIZ

SAMUEL TAYLOR COLERIDGE: YANIP SÖNEN BİR YILDIZ

SAMUEL TAYLOR COLERIDGE: YANIP SÖNEN BİR YILDIZ

İngiltere’de Romantik Devrimin öncülerinden biri olan Samuel Taylor Coleridge, birkaç yıllık bir coşku çağına sığdırdığı eserleriyle edebiyat tarihinin Panthéon’una girmeye hak kazanmıştır. İngiliz edebiyatının en önemli şiirlerinden birkaçını o kısa aralıkta yazan, edebiyat eleştirisi alanının kurucularından biri olan ve Alman Romantizminin kaynaklarını İngilizceye taşıyan Coleridge’i, bu kısa yazıda 1790’lardan 1820’lere uzanan bir dönemin ilişkiler ve bağlantılar ağı içinde ele almaya çalışacağım.

***

21 Ekim 1772’de Devonshire’da doğan ve üst üste gelen aile trajedileri nedeniyle eğitim hayatını yatılı sürdüren Coleridge müstesna bir zekâya ve kavrayışa sahipti. Çocukluğundan itibaren çok dindar bir çevrede büyüyen Coleridge, henüz on beşinde Voltaire’in Dictionnaire philosophique’ini okuyup fikren özgürleşmiş; iki sene sonrasında patlak veren Fransız Devrimini uzaktan da olsa büyük bir dikkatle takip etmişti. Homeros’tan ezbere şiirler okuyan, felsefeye meraklı bu genç adam, 1791’de Cambridge’e bağlı olan Jesus College’a kabul edildi. Coleridge’in içine doğduğu dünya Britanya’nın Amerika’daki kolonilerinin bağımsızlık kazandığı, fabrika bacalarının şehirlerde yükselmeye başladığı, buhar makinesinin, dokuma tezgâhının insan hayatına girerek Sanayi Devrimini başlattığı döneme denk gelmişti. Şimdiyse eşitlik, özgürlük, kardeşlik talebiyle sokaklara dökülen Fransa’da Terör Çağının yaşandığı, Robespierre’in giyotine götürüldüğü bir dönem yaşanıyordu ve Coleridge Fransa’daki radikalizmin uzantılarıyla gerçek anlamda burada, Jesus College’ta tanıştı.

Ütopik fikirler ilk gençliğinden beri Coleridge’in ilgisini çekiyordu ve 1794’te tanıştığı Robert Southey gibi arkadaşlarıyla, kan gölüne dönüşen Avrupa’yı ve yaşanmaz hâle gelen Britanya’yı geride bırakıp, Kuzey Amerika’da bir çiftlik kurmak ve orada bir “erdemliler komünü” tesis etmek istedi.1 Başarısızlığa uğrayınca, birkaç kez dergi çıkarma teşebbüsünde bulundu. Onda da başarısız oldu, ama arkadaşlarıyla bir şiir derlemesi yayınlatmaya muvaffak oldu.

Bütün bu belirsizliklerin, huzursuzlukların ve hüsranların ardından işler ansızın değişiverdi. 1795’te tanıştığı William Wordsworth adlı genç bir şair adayıyla uzun kır yürüyüşleri ve edebiyat sohbetleri yaparak geçirdiği 1797-98, Coleridge’in “harikalar yılı” denen dönemiydi. Yirmi beş yaşındaki şair, “The Rime of the Ancient Mariner”, “Kubla Khan” ve “Christabel”i o yıl kaleme aldı. Çerçeveyi birkaç yıl genişletirsek, “Coleridge’in altın çağı 1795-1801 arasıydı” da diyebiliriz; zira “The Nightingale”, “Frost at Midnight”, “Dejection: an Ode” gibi eserler verdiği bu birkaç yıl İngiliz edebiyatına hem şekil hem içerik bakımından yenilikler getiren bir dönemdi. Fakat bu coşku patlaması, bilhassa afyon bağımlılığı nedeniyle çok uzun sürmedi.

İlk kuşak İngiliz Romantizmini birlikte şekillendirdiği isimlerden Robert Southey’le de, hemen sonrasında beraber uzun vakitler geçireceği Dorothy ve William Wordsworth Kardeşlerle de ilişkisini başlatan şey nasıl ki daima şiir ve felsefe olduysa, o ilişkiyi bozan şey de hep afyon bağımlılığının yarattığı zorluklar oldu.

Afyon genç Coleridge için önceleri iyi uyumanın ve ekstazik hayaller görmenin vesilesiyken, zamanla hayatını mahveden bir kâbusa dönüştü. Coleridge yıldızının en parladığı zamanlarda bile geçinmek için bir iş tutamıyor, ilişkilerini sürdüremiyor, doğru kararlar alamıyordu. Okulu bitirmek yerine bir gece yatakhaneden kaçıp askere yazılarak dört ay boyunca kendisine de, birliğine de sorun çıkardığı gibi, Kral George’un ve vekillerinin istibdadının iyiden iyiye ağırlaştığı koşullarda, eşitlikçi Pantisocracy komününü kurmak üzere Pennsylvania’dan Atlantik’e dökülen Susquehanna Nehri kıyılarına yerleşme fikrini de yüzüne gözüne bulaştırmışlığı vardı. Bir dizi yanlışın peş peşe gelişiyle yanlış bir evlilik yaptığı gibi, çok iyi bir hatip olmasına ve sürekli idare edilmesine rağmen ilerleyen yıllarda kamuya açık edebiyat derslerini de yürütemeyecekti –buna rağmen, Shakespeare ve Milton üzerine analizleri çağının en önemli yorumlarını içerir.2

***

Coleridge, Somerset’te Wordsworthlere komşu olduktan sonra Fransa’daki devrimci harekete duyduğu sempatiyi yitirmeye ve 1789’da hepten içine gömdüğü dinsel duygulara yeniden yönelmeye başladı. Wordsworth’le uzun sohbetlerin neticesinde 1798’de İngiltere’de Romantik Devrimi başlatan Lyrical Ballads’ı yayınladıklarında her ikisi de pek tanınmıyordu.3 Kitap tam biraz olsun ilgi görmeye başlamışken, Coleridge ani bir kararla Almanya’ya gidip Almancasını ve felsefe bilgisini geliştirmeye karar verdi. Wordsworthleri de peşine takıp Göttingen’e yerleşti. Orada Klopstock’la tanışıp Leibniz, Lessing, Fichte, Kant ve Schelling’in eserlerini okudu.4 Daha sonra, bilhassa Fichte’nin sanat ve doğa felsefesini birtakım uzun intihaller de yaparak kendi estetik anlayışına kattı. Almancadan, Schiller’in piyeslerinin yanı sıra, felsefi çeviriler yaparak transandantal idealizmi İngilizce konuşulan dünyaya taşıyan ilk kişi oldu. Bu arada şiir anlayışını felsefi şiir alanına yönlendirmeye başladı. Alman Romantiklerinden Hölderlin ve Schlegel’in tutturduğu puslu, kozmik dili çok beğenmişti; ama otuzuna geldiğinde, içindeki şairin öldüğünün o da farkına varacaktı…

Gustave Doré, Yaşlı Denizcinin Ezgisi için yaptığı gravürlerden.

Coleridge bu altın çağının sona ermesinin ardından, tebdil-i mekân arayışıyla, 1804’te, Britanya’nın Fransa’ya karşı verdiği savaşta önemli bir üs olan Malta’ya gitti. Orada hem yazmak istediklerini yazacak zamanı bulacaktı hem de Malta valisinin kâtipliğini yaparak geçimini sağlayacaktı. Ne yazık ki, bir türlü aşamadığı depresyonu ve afyon illeti bu hayalini de iki yıl içinde yarıda bırakmasına sebep oldu. Koskoca Kral III. George’u bile delirten dünya, Coleridge gibi yetim büyümüş, meteliksiz, dikkati dağınık bir şairi elbette perişan ederdi. Göl Bölgesine yerleşip yıkık manastır kalıntılarında, göle yansıyan hüzünlü günbatımlarında aradığı kaçış yolu şairin tek teşebbüsü değildi. Hayatında henüz hiç deniz görmemişken5 Yaşlı Denizcinin Ezgisi’ni yazarak dile getirdiği denizlere açılma isteği, Amerika’da bir komün kurma arzusu, Almanya’da felsefi bir deva, Malta’da bir parça huzur bulma gayreti hem çağının bir Huzursuzluk Çağı olmasından hem de endüstriyel ve siyasi devrimlerin hassas sanatçıların duygu durumunu allak bullak etmesinden geliyordu. Sanayi Devrimiyle çehresi değişen Londra ve Manchester’daki toplumsal sefalet manzaralarından utanıyor, fabrikalara yer açmak için tarihsel ve doğal güzelliklerin yok edilmesinden dehşete kapılıyordu. Fransız Devrimi korkunç katliamlara yol açmıştı; Haiti’deki Siyahi kölelerin devrimci isyanı dünyanın en haklı özgürlük mücadelesiydi ama Beyaz Adamın Amerika’daki kadar umurunda olmayışı sinir bozucuydu. Britanya’daki basın-yayın özgürlüğü son derece kısıtlıydı ve birçok kişi eserlerine adını bile yazamıyor, fakat herkes anonim olarak kralın soytarılıklarıyla dalga geçerek içine düşülen kültürel yozlaşmaya tepkisini gösteriyordu. Sözde uzun süren bir Aydınlanma Çağı yaşanıyordu, ama etraf Coleridge’in gözünde karardıkça kararıyordu ve felsefenin tesellisi ona yetmiyordu. Bu anksiyete bozukluğu şairi anti-depresan olarak doğaya; ağrı kesici olarak da afyon kullanmaya itiyordu.

***

Coleridge henüz ortaokuldayken arkadaşlarına Robinson Crusoe ve Bin Bir Gece Masalları’ndan bazı kesitleri doğaçlamayla bir korku hikâyesine çevirip anlatan ve yatakhane arkadaşlarını ürkütmeyi başaran bir hikâye-anlatıcısıydı. Bu özelliğini Yaşlı Denizcinin Ezgisi’nin alacakaranlık, gergin, rahatsız edici havasında ustalıkla kullandığını görürüz.6 Hatta eğer çok iddialı olmayacaksa, bu eseri, Coleridge’in yakın ahbabı William Godwin’in de kızı olan Mary Shelley’nin Frankenstein’ından önce kaleme alınmış en başarılı Gotik edebiyat ürünü olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir. Bu uzun anlatı-şiirde beyaz albatrosu öldüren gemici, doğa-üstü unsurlarla süslediği anlatıyı, adeta İsa’yı öldürenlerin lanetlenmesine benzer şekilde, ölümcül bir gerilime sokarken, okurlarını, Pasifik Okyanusunun uçsuz bucaksızlığında bir gemi dolusu adamın ölüm-kalım mücadelesine şahit kılar. Bu hem Robinsonvâri, hem Frankensteinvâri alacakaranlık hikâye bir günah çıkarmayla ahlakçı bir sonuca bağlanır.

Lyrical Ballads’ın ilk baskısının neredeyse tamamı Wordsworth’e aitse de, kitabın dikkat çeken ve ayrıksı duran parçası “Yaşlı Denizci” ve onun şairidir. Şiire gelen tepkiler, zaten anksiyetesi bozuk olan şairi korkutur ve şiiri garip bulan Wordsworth’ün de yönlendirmesiyle ortak kitabın ikinci baskısından çıkarılarak 1817’ye dek bir daha yayınlanmaz.

Coleridge’in şiirinde Wordsworth’le asıl ortaklaşan noktaları en açık ettiği eserlerinin başında “Frost at Midnight” geliyor diyebiliriz. Okurlarına, kendi oğlu örneğinden hareketle Tabiat Ananın çocuğu (“Child of Nature”) olmaya davette bulunan ve pastoral yaşamın, büyüsü bozulan bir dünyada ne denli değerli bir sığınak olduğunu gösteren şiir, Göl Şairlerinin ekolojik eserlerinin en parlak olanlarındandır.7 Doğa, masumiyet ve çocuk Jean-Jacques Rousseau’dan William Godwin ve William Blake’e bütün Romantikleri bir araya getiren bir üçleme olarak Coleridge’in düşünce dünyasını sarar ve tanrısal ışığın yeryüzündeki yansımalarını Hıristiyanca bir özgürlük anlayışıyla dile getirir:8

Ama sen, bebeğim! Bir meltem gibi dolaşacaksın

Göllerde ve onların kumlu kıyılarında, kayalıkların altında

Ulu dağın ve bulutların arasında,

Göllerde ve kıyılarda topluca bir görüntü

Ve dağların kayalıklarında: onda görecek ve duyacaksın

En görkemi şekilleri ve anlaşılır seslerini

Tanrı’nın ebedi dilinin

Ebediyetten sana bunları öğreten

Terennüm eder her şeyi kendinde ve kendisini de her şeyde.

Kubla Khan, A Vision in A Dream ise Coleridge’i genç Lord Byron’la ortaklaştıran bir şiirdir. Şairin afyon etkisiyle daldığı bir rüyada kendi kendine okumaya başladığı ve uyanınca ilk kısmını kâğıda dökebildiği bir taslaktan ibaretti esasen. Oryantal motiflerle süslü bu eserde Moğol hükümdarı ve Çin’in efendisi Kubilay Han’ı bir İngilizin asla bilemeyeceği nehirlerle, kanyonlarla, gayzerlerle dolu bir fantezi âleminin içine yerleştiriyor; Han’ı huzur, zevk ve müzik dolu, dev kubbeli bir sarayla ve onun felâketiyle birlikte tasvir ediyordu. 1797’de yazıp yıllar boyunca sadece dost meclislerinde okuduğu bu şiir, 1816’da Oryantalizme meftun olan Lord Byron’ın Coleridge’e ısrarlı ricaları neticesinde yayınlandı. Coleridge’in rüya içinde hayalini gördüğü manzara şöyleydi:

Xanadu’da Kubilay Han,
Buyurdu yapılmasını bir keyif kubbesinin,
Kutsal Alf’in aktığı,
Ucu bucağı olmayan mağaralardan geçerek,
Karanlık bir denize aktığı o yerde.

Çevresi kulelerle ve surlarla çevrilmiş
İki çarpı beş millik verimli topraklarda,
İçinden kıvrılan parlak derelerin geçtiği o bahçeler,
Çiçeklerini yeni açmış mis kokulu ağaçlar;
Ormanlar, şu tepeler kadar kadim,
Güneşli çimenleri kuşatan.

Ama, ama o derin romantik kanyon,
Yemyeşil tepelerden sedir ağaçlarına uzanan,
Her zaman kutsal ve tılsımlı, o vahşi yer!
Kaybolan perili ay ışığında,
Sevgilisi şeytanın yasını tutan o hayalet kadın.

Ve uçurumdan durmadan kaynaşan bu karmaşada,
Toprağın hızlı ve derin soluması gibi,
Birden güçlü bir kaynak fışkırdı:
Kesintili ve hızlı patlamalarıyla,
Dev parçalar fırladı, yere çarpıp tekrar zıplayan dolular gibi
Veya harmanda düvenin altındaki kepekli tahıl gibi.
Ve durmadan ve durarak dans eden kayaların altından
Aniden fışkırdı kutsal nehir.

Beş mil boyunca dolaşarak kıvrımlı yollarda,
Kutsal nehir aktı ormanlardan ve vadilerden,
Sonra ulaştı ucu görünmeyen mağaralara
Ve sonra gömüldü cansız okyanusun derinlerine:

Bu hengâmede uzaklardan duydu Kubilay,
Atalarından yükselen savaş çığlıklarını.

Keyif kubbesinin gölgesi
Yüzüyordu ortasında dalgaların;
Orada duyuluyordu birbirine ahenkle karışan,
Kaynaktan ve mağaralardan yükselen sesler.

Görülmeyecek bir mucizeydi
Güneşli keyif kubbesi ve buzdan mağaralar!

Düşümde görmüştüm
Santur çalan genç kızı;
Habeşli bir genç kızdı bu
Ve santurunu çalarak
Söylüyordu Abora Dağının şarkısını.
Zihnimde tekrar canlandırabilir miydim,
Çaldığı müziği ve şarkıyı,
Bana derin bir haz versin diye,
Gür sesle söylenen o uzun müzikle,
Kubbeyi havada inşa edecektim,
O güneşli kubbeyi ve buzdan mağaraları!
Ve bunu duyan herkes onları orada görecekti.

Herkes haykırmalı, Aman! Aman!
Şimşek çakan gözleri ve dalgalanan saçları!
Çevresini üç kez tavaf edin
Ve kapayın gözlerinizi korku dolu bir hayranlıkla,
Çünkü o çiçek özleriyle beslendi
Ve cennetin sütünü içti.9

Christabel de, tıpkı Kubla Khan gibi, 1797-98’de yazılmasına rağmen tamamlanmamış, hatta belki kasten eksik bırakılmış ve İngiliz şiirinde Alman Romantizminin fragmanter yapısının izlerini bulabileceğimiz ve yine “Yaşlı Denizci”deki gibi Gotik unsurlarla bezeli bir ortaçağ anlatısıdır. Kurt ve köpek ulumaları, puslu bir hava, şato kasveti, ansızın beliren suretler ve gizemli, ürkütücü doğa-üstü gelişmelerle örülü olan bu eser de 1816-17’de yayınlanmış ve Edgar Allan Poe’dan Ralph Waldo Emerson’a dek pek çok kişiyi etkilemiştir.

1817’de yayınlanan otobiyografik denemeleri Biographia Literaria; or Biographical Sketches of My Literary Life and Opinions10 ise bir bakıma okunmaz bir metindir; ancak bir yandan da çok zengin felsefi ve poetik tartışmalar içermektedir. Biographia Literaria’daki dil ve üslup, Coleridge’i, daha geniş bir entelektüel bağlamda Hölderlin ya da Nietzsche gibi filozof-şair mertebesine taşıyan bir derinlikte gösterir; ne varki aynı eser bir başka açıdan “muhtemelen bi-polar” bir hastanın notları olarak da okunmaktadır.

***

1810’lu yıllar aynı zamanda şairin Highgate’de bir doktor gözetiminde –hatta doktorunun evinde– yaşamaya başladığı ve eserleri Lord Byron, John Keats ve Percy Shelley gibi ikinci nesil Romantikler tarafından yeniden yorumlandıkça büyük değer kazandığı bir dönemdir. Coleridge büyük ölçüde sağlığını yitirmiş olduğundan Thomas Carlyle’dan John Stuart Mill’e dek pek çok yeni nesil yazar ve düşünür, şaire adeta hac ziyareti yaparcasına ziyarete gitmiş; Coleridge’in sadece şiirleri değil, din üzerine yazdıkları da (özellikle sonraları Oxford Çevresi diye bilinen felsefeciler ve Anglikan Kilisesi tarafından) takdirle karşılanmıştır. On sekiz yıl boyunca doktorunun evinde bakılan Samuel Taylor Coleridge 25 Temmuz 1834’te, 62 yaşında ölmüştür.

***

Coleridge İngiliz Romantizminin değil, İngiliz şiirinin en büyüklerinden sayılmaktadır. Sohbet şeklinde bir anlatımın kullanıldığı “conversational poetry”nin mucidi diğer herkesten çok odur.11 Neredeyse bütün kaynakların mutabakat içinde dile getirdiği üzere, Wordsworth’ün büyük ün kazanmasına vesile olan şiirsel imgeleri ve fikirleri ifade etmek için yalın, gündelik halk dilini kullanma fikri neredeyse tamamen Coleridge’e aittir. Yani bir bakıma Wordsworth’ün şiir dilini Coleridge yaratmıştır.12 Shakespeare üzerine konferansları ve Biographia Literaria dolayısıyla şiir eleştirmeni olarak da, şairliği ölçüsünde önemli bir yere sahip olduğunu Arthur Lovejoy gibi Romantizm otoriteleri pek çok defa dile getirmiştir. Bir çevirmen olarak Alman Romantizminin ve Alman İdealizminin mümessilliğini, taşıyıcılığını yaparak İngiliz ve Amerikan Romantizminin derinlik kazanmasına katkı sağlayan Coleridge’in ismi 1821’de Londra’da yayınlanıp büyük ilgi gören fakat günümüze dek çevirmeni anonim kalan bir Faust çevirisinin asıl sahibi olduğu iddiası da yakınlarda gündeme gelmiştir.13

Mary Shelley Yaşlı Denizcinin Ezgisi’nden o kadar etkilenmiştir ki, Frankenstein’da ona iki kez doğrudan atıf yapmıştır. Bu konuda asıl ilginç olan, Thomas Carlyle ve Matthew Arnold’ın da katıldığı bir tartışmayla Coleridge’in Gotik mimari üzerindeki etkisini de öğrenmemizdir. Dindar biri olan Coleridge’in gençlik dönemi onu bir devrimci olarak gösterse de, hem Siyah ırkın haklarını savunması ve kölelik-karşıtlığı, hem istibdat-karşıtlığı ve sıradan insanlara, halka teveccühü, hem ekolojik şiire, hem teolojik şiire yeni patikalar açması gibi farklı yönleriyle şahsına münhasır bir çizgi tutturmuştur. Ancak şair zamanla muhafazakârlaşmış ve yüzünü Anglikan Kilisesine dönmüştür. Bir diğer ifadeyle, mülkiyet fikrini reddeden, cumhuriyetçi ve eşitlikçi genç Coleridge yıllar ilerledikçe bireysel özgürlük anlayışı ve mülkiyet gibi konularda Kilisenin hizasına gelmiştir.

Bu dönüşüm elbette yalnızca ona mahsus değildir. Eski dostu Wordsworth ve diğer pek çok kişi, Edmund Burke’ün devrim-karşıtlığı konusunda haklı çıktığına ikna olarak, Napoléon Savaşları ve Viyana Kongresiyle birlikte devrimci, cumhuriyetçi, radikal fikirlerden uzaklaşmış; Devrim Çağı herkes için yerini Restorasyon Çağına bırakmıştır. Böylesi altüst oluşlarla dolu bir yaşamda, “[k]uşkusuz, Coleridge’in dehasının beyaz ateşi asla aynı şiddetle yanmayacak, yaşamının büyük kısmı verimsiz bir gölgede harcanacaktı[r].” Anthony Burgess’in de belirttiği gibi, “Yaşlı Denizci’yi üreten yaratıcı anlar doğaları gereği nadiren gelirler, zira yoğunlukları muazzamdır. O büyük şiirsel tasavvurun Coleridge’e yaşamının kısa bir döneminde de olsa bahşedilmesi yetmiştir.”14

1 Kelvin Everest, “Coleridge’s Life”, der. Lucy Newlyn, Cambridge Companion to Coleridge (içinde), Cambridge: Cambridge University Press, 2002, s. 21.

2 Samuel Taylor Coleridge, Lectures on Shakespeare (1811-1819), der. Adam Roberts, Edinburgh: Edinburgh University Press, 2016. Bilhassa kitabın birinci kısmını oluşturan 1811-12’deki konferansların Türkçeye kazandırılması büyük değer taşır.

3 Bu devrimin köklerine ve etkilerine dair Profesör Jonathan Bate’in konferansına kulak verilebilir. Sir Jonathan Bate, “Wordsworth, Coleridge and the Poetic Revolution”, Gresham College, 22 Ekim 2018. https://www.youtube.com/watch?v=0wgVApASNxw (çevrimiçi), 2 Ağustos 2020.

4 David Jasper, “Coleridge, Samuel Taylor (1772-1834)”, der. Jean Raimond ve J. R. Watson, A Handbook to English Romanticism (içinde), New York, NY: St. Martin’s Press, 1992, s. 70.

5 Bu ilginç bilgiyi Mîna Urgan’a borçluyum. Mîna Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, İstanbul: YKY, 11. baskı, 2018, s. 604.

6 Samuel Taylor Coleridge, Yaşlı Denizcinin Ezgisi, çev. Hande Koçak, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2. baskı, 2019.

7 Şair, ilerleyen yıllarda doğa ve şiir ilişkisine dair şöyle yazar: “Işık ve gölge oyunlarının, ayışığı veya günbatımının bilinen ve tanıdık bir manzaraya yayıldığı o ani cazibe… Bunlar doğanın şiiridir.” Bunun üzerine bir şey ekleme gereği duymaz Coleridge. Biographia Literaria’dan aktaran Humprey House, “The Ancient Mariner”, der. M. H. Abrams, English Romantic Poets: Modern Essays in Criticism (içinde), 2. baskı, Oxford, Londra, New York: Oxford University Press, 1975, s. 231.

8 Samuel Taylor Coleridge, “Frost at Midnight”, https://www.poetryfoundation.org/poems/43986/frost-at-midnight, (çevrimiçi), 2 Ağustos 2020.

9 Çeviri K. Başdemir imzasıyla sosyal medyada bulunmakta. Şiirin orijinali için, bkz. https://www.poetryfoundation.org/poems/43991/kubla-khan (çevrimiçi), 6 Ağustos 2020.

10 Kitabın bir kısmı Türkçede Denemeler adıyla yayınlanmıştır. Samuel Taylor Coleridge, Denemeler, çev. Halit Çakır, İstanbul: YKY, 1993.

11 Paul Magnuson, “The ‘Conversation’ Poems”, der. Lucy Newlyn, The Cambridge Companion to Coleridge (içinde), Cambridge: Cambridge University Press, 2002, s. 32-44.

12 Buna çok benzer bir yorumu Seamus Perry’de de görmek mümkün. Seamus Perry, “Wordsworth and Coleridge”, der. Stephen Gill, The Cambridge Companion to Wordsworth (içinde), Cambridge: Cambridge University Press, 2003, s. 161 vd.

13 Faustus from the German of Goethe, çev. Samuel Taylor Coleridge, der. Frederick Burwick ve James McKusick, Oxford: Oxford University Press, 2007. Çevirinin Coleridge’e ait olup olamayacağına dair değerlendirmeler için, bkz. Frederick Burwick, “On Coleridge as translator of Faustus from the German of Goethe”, European Romantic Review, Vol. 19, No. 3, s. 247-252.

14 Anthony Burgess, “Sunuş”, Samuel Taylor Coleridge, Yaşlı Denizcinin Ezgisi (içinde), çev. Hande Koçak, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2. baskı, 2019, s. xx.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl