Ana Sayfa Art-izan SANATÇILAR NEYİ BEKLİYOR?

SANATÇILAR NEYİ BEKLİYOR?

SANATÇILAR NEYİ BEKLİYOR?

Sanatın işkolu olarak bile tanımı yerli yerine oturmamış, bütün sosyal güvence kamusal yardımlaşma taleplerine endekslenmişken, kimsenin kendi sıkıntısına bile derman olamadığı, ya da belki tam da bunun için, bu günlerde sormak gerekiyor bu soruyu: sanatçılar organize olmak için daha neyi bekliyor?

Hayırsever işadamlarının ve zengin sınıfın vergiden düştüğü bir gider olarak kendisine ufak bir gölge bulan Türkiye sanatının, ne yasal ne sosyal anlamda hiçbir güvencesi bulunmuyor. Telif hakları yasalarındaki sıkıntılardan tutun, gaspa varan galerici komisyonlarına, bireysel düzlemde hiçbir şeyi çözmek mümkün görünmüyor.

Bir diğer gerçek ise, alanın zaten sanatçılar açısından iktisadi anlamda verimsiz olması. Borç içerisinde var olmak her alandan sanatçı için neredeyse bir “lifestyle”. Pekala böyle olduğu bir düzlem düşünülüyor. Kısacası yoksulluğun ve prekaritenin sanatçı için bir yaşam tarzı olduğu bir düzlem. Ancak şu kadarından emin olarak söyleyebilirim ki, sanatçılar da dâhil toplum, geçmişteki kazanımların ışığında söyleyebiliriz ki pek az yüzyılda bu kadar güvencesiz ve sömürüye açık bir akışın içerisindeydi.

Sınıf ayrımları belirginleşiyor, kısacası. Bunun estetik yansımaları olacaktır da. Ancak esas mesele, Evrensel Temel Gelir’in tartışıldığı bir düzlemde sanatın her alanından emekçilerin devlet nezdinde sigortalı ve güvenceli bir çalışma hayatına kavuşması. Tek tek örnek vermeye gerek olmasa da, sanatçılar için özel sigortalar, çalışma ödenekleri, devlet ve kültür bakanlığından ayrılan bütçeler hemen bütün sosyal devletlerde mevcut. Türkiye’nin alelade gerçekliğiyle mücadele etmek yerine, çoğu insan biraz dişini sıkıp Avrupa’da bir sığınak açmayı planlıyor.

Bunun ne kadar etik bir konum olduğunu sorgulamayacağım. Bunu da bence yeterince yapamadık ama, yine de ben bu “Först Wörld hayallerinin” hiçbir zaman 3. Dünyada yaşandığı gibi sonuçlanmadığını gören, bilen bir kimse olarak, aslında bu hayallerin tam da 3. Dünya algısının kaçış noktası olduğunu söyleyeceğim.

Kaçsak gitsek buralardan, kurtarsak kendimizi… Hâlbuki herkes pekâlâ biliyor “oralarda” da pek şans verilmeyeceğini kendisine. Önce memleketinde, memleketiyle, memleketini ispat etmesi gerektiğini… En abuk sabuk sebeplerle, abuk sabuk kişilerden ayrımcılık göreceğini…

Meşru bir mücadeleyi yükseltmeye ne dersiniz? Kendisine memleketinde verilmesi gereken hakkı söke söke alan, almakla da kalmayıp sanatın saygın ve zaruri bir meslek olduğunu da ispatlayan? Dünyada emsallerini gördüğümüz hak hukuk manzumeleri de aynen bu şekilde alındı işte, Türkleri yancı konumuna düşüren ise işte tam olarak bu mücadelesiz hak savunuculuğu.

Yancı tabiri hafif kaçacaktır hatta Avrupalıların gözünde. Osman Kavala hapis, Türk sanatçısının son 100 yıldır Avrupa ve geçerliliği (kısacası verilmiş hak mücadelesi olan) toplumlardaki karşılığı, etliye sütlüye bulaşmayan, mala mülke konup hazır yemeyi seven bir profil. Bu ise oralarda “başarı” hikâyeleri anlatmakla değişmiyor. Bizatihi “buralardaki” hak hukuk mücadelesine omuz vermekle, yeri geldiğinde de kendi mesleğinin sorunlarını dile getirmekle vuku buluyor.

Yeri geldiğinde pro-LGBTİ+, yeri geldiğinde pro-Feminist, kimi zaman pro-azınlık ve göçmen olup hak savunuculuğu yapan sanatçıların kendilerine ait bir talepleri olmaması ne kadar alelade gerçeğimiz değil mi? Yüce gönüllü birkaç insan bize kendi “görünürlüğünden” bir parça bahşediyor. Hâlbuki kazın ayağı öyle değil, kendi mesleğinin, sınıfının bilincinde olmayan insanın kendisi ve başkaları namına yaptığı savunular en iyimser tabirle eğreti duruyor. Saygı uyandırmıyor. Asosyal ve ajitatif kaçıyor.

Bu kendisini de politik bir fail olarak gören hak savunusu düzlemi olmadıkça, saygın bir sanat çevresinden bahsetmek de mümkün görünmüyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl