Ana Sayfa Dosya TÜRK POLİTİK KÜLTÜRÜNDE ROMANTİZM

TÜRK POLİTİK KÜLTÜRÜNDE ROMANTİZM

TÜRK POLİTİK KÜLTÜRÜNDE ROMANTİZM

Yaşıyorum gündüzleri

İnanç ve cesaretle

Ve ölüyorum geceleri

Kutsal ateşte”.

Novalis

İnsan sevincinden ölmüyor. Lakin çıldıracak!

Mektup sözünü işittiğim gibi ondan geldiğini bildim.

Kendi gelse belki utanır idim de o kadar çırpınarak üzerine koşmaz idim”.

Namık Kemal

Edebi, biyografi, tarihsel veya akademik/bilimsel eseri her okuma, kendi içinde biricikliğini taşır. Dil oyunlarıyla/işleyiş mekanizmasıyla doğru okumanın pek mümkün olmadığını biliriz. Okuyucu olarak amacımız, mutlak bir sonuca ulaşmak değil bir okuma denemesi yapmaktır. Bir eş deyişle, eseri mümkün olduğunca doğru okuma, anlama, yorumsamadır. De Mann’ın da vurguladığı gibi okumanın sonu yoktur. Bu bir “trajik linguistik ızdıraptır”.

Hasan Aksakal’ın, doktora çalışmasını içeren kitabı Türk Politik Kültüründe Romantizm, romantizm şemsiyesi altında konuyu derinlemesine irdelemesine yardımcı olmuş, aynı zamanda disiplinler arası akademik bir çalışmaya da ışık tutmuş. Çünkü kültürün, coğrafyanın, adet ve geleneğin politik yapıda Romantizm adı altında okunmasında, tarih ve edebiyatın da yerini sorgulamış. Aksakal kitabını beş ana başlık altında toplamış. İlk bölüm:“Türk Romantikleri: Moderleşmenin Çelişkileri” olarak gerçekleşirken ikinci bölüm, “Volkgeist: Herder’den Bu Ülke’nin Ruhuna” adını almış. Devam eden bölümler ise, “Romantizmin Taşrası: Folklor, Popülizm ve Köycülük”, “Romantik Devlet Ve Vatan Mitolojisi”, “Romantik Tarihyazımı” ve “Türkiye’de Tarihi Romantizm” adını almış. Her bölüm kendi alt bölümleriyle serimlenmiştir.

Hasan Aksakal çalışmasına, “çeyrek bin yıllık bir kavram olan Romantizm”mi (s.13) açarak girer. Ve tarihsel olarak, “uzun yüzyıl” olarak nitelediği dönemi 1789-1918 arası olarak belirtir. (s.14) Romantizm, “Kartezyen düşünce geleneğine karşı bir tepki olarak doğdu ve birkaç on yıl içinde tek bir tanıma sığdırılamayacak kadar farklı çehrelere” (s.13) sahip oldu diyerek, Romantizmin, politik kültürün de aktörü olduğuna vurgu yapar. Aksakal, Oscar Wilde’ın sözleri üzerinden Romantizm ve Gerçekliği açıklar. Dorian Gray’in Portresi adlı eserinin önsözünde Wilde, “19. Yüzyılın gerçekliğe duyduğu nefret, Caliban’ın aynada kendi yüzünü gördüğünde duyduğu öfkedendir. 19. Yüzyılın romantik akıma duyduğu nefret, Caliban’ın aynada kendi yüzünü göremediğinden duyduğu öfkendendir” der. Aksakal, Romantizmin “bireysellikten toplumsallığa geçişini, Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşlarıyla” olduğunu ima eder. (s.14). Aksakal’ın, belki de en anlamlı Romantik tanımlamasında “Erken dönemin Romantizmi, ‘eleştirel aklın eleştirisini’ yapan ve ‘dünyanın büyüsü’ nün bozulmasına karşı çıkan; hatta onu yeniden büyülemek isteyen bir isyandan gücünü” aldığı belirtir.

Yazar, Rene Wellek’ten alıntı yaparak Romantizm ve yazarlık arasındaki bağı üç kategoride serimler. Bunlar “şiirsel bakış için muhayyile/hayal gücü, dünya görüşü için gereken doğa ve şiirsel üslup için gereken sembol ve mitostur”.(s.15) Ve tabii kalemini Novalis’e uzatır. Aksakal için Novalis, “seküleşirken büyüsü bozulan bir dünyayı Romantiklerin yeniden büyülemeye çalıştığını estetik bir ifadeyle” (s.16) ortaya koyar. İşte! Tam da bu noktada Romantizm için can alıcı vuruş ortaya çıkar. Romantizm “ toplumsal bilinç nezdinde bazan teselli, tedavi ve telaffi edici, bazan tahrik, tazyik ve takhim edici” (s.16) olarak nitelendirilir. Ve yazar, Romantizmden komünizme uzanan yolu belirtir. Böylece, Romantizm, politik muhafazakârlıkla birlikte devrimci bir bilince/yana da sahip olur.

Romantizm kavramının politik kavramıyla ilgisinin serimlendiği yer, kitabın yazılma amacının da çözümlenme düğümüdür. Edebiyat-politika ilişkisine vurgu yaparak, 19. Yüzyılda -tabii şartlar gereği- “şiirin gücü sadece şiiri değil şairi de politikleştirir” (s.18) diyerek Romantizm, politika, edebiyat arasındaki bütünlüğü ortaya koyar. Politik aktörler de şairi, şiiri kullanmada ustaca bir hareket sergilerler. Bunun sonucu olarak da “Fichte’den Petöfi’ye, Mickiewicz’den Ziya Gökalp’e pek çok milliyetçi entelektüel şiirleriyle hükümetlerinin politik projelerini dile getirirken; tıpkı Mehmet Akif, Yahya Kemal ve diğer pek çok romantik Türk şiiri örneğinde görüldüğü gibi, Lord Byron, Lamartine ve Hugo türünden romantik dehalar da, aktif birer politikacı olarak parlamentolarda görev aldılar”. (s.18)

Hasan Aksakal çalışmasında, Romantizm üzerine yapılacak olan her incelemenin, “şiirlere, şairlere, şiirsel söylemlere” (s. 19) başvurmak zorunda olduğunu yazar. Bunun nedeninin de romantik şiirle politik-toplumsal fikirlerin “daha çarpıcı hale gelmesi” dir. (s. 19) Bu görüşünü de şu örneklerle destekler. “Yunanistan’da Solomos, Bulgaristan’da Botev, Rusya’da Puşkin’e yüklenen bu anlam, Türkiye’de de elbette Namık Kemal’den esirgenmedi”. (s.19). Aksakal kitabında “Namık Kemal Kültü” başlığı altında derin bir inceleme yapar. Hepimizin bir anda aklına gelen kitaplar Vatan Yahut Silistre ve İntibah olur. Ve tabii Magosa sürgünlüğü. Belki de, en anlamlı hatırlayış Namık Kemal’i sürgüne gönderen Keçecizade Fuad Paşa’nın sözleridir. “Şu Kemal’i asmalı da sonra ölüsünün altında ağlamalı”. (s.39) Fuad Paşanın yaşadığı tam da insanın “arada olmaklığı”1na bir göndermedir. Değer gerilimi yaşayan Paşa, yaptığının daha fazlasını tahayyül ederken, o tahayyülün sonuçlarını da hesaplayabilmekte ve sonucunun yaratacağı üzüntüyü de bilmektedir.

Romantikler Ve Sürgün” adlı bölüm hepimizin çok iyi bildiği, dönem dönem çoğu yazarın, şairin başına geldiği bir süreç olarak politik tarihimizde yerini almaktadır. Zorunlu sürgün olanlar gibi bir çoğu da gönüllü sürgündür. Daha rahat yazabilmek, nefes almak için uzakta olmayı/uzaklaşmayı seçer. Sadece Namık Kemal’in şiirlerini okumuş olmaktan dolayı “Akdeniz’in ücra köşelerine gönderilen Harbiye ve Tıbbıye öğrencileri” olacaktır. (s.41) Bütün bu sürgünlükler, o “evde olmamak hali” (s. 43) romantikleşmenin de çizgisini yukarı çeker. Özlemek, geçmişine dokunamamak, sevdiklerini görememek bütün yaptığı duygu ve eylemleri yapamayan, bunlardan yoksun olan sürgün kalemler. Ve bu bağlamda da, bu sürgünlük yazara/şaire daha çok melankoliyi, daha içe dönüklüğü daha çok kalemiyle duygudaş olmayı sağlar.

Hasan Aksakal, sağ-sol ayırımı yapmadan edebiyatçıların bilinmeyen yönlerine de kalemini kaydırır. Ve tabii onların sürgünde yaşadıklarına. Mutlu son yoktur dercesine romantikler, romantizmin uzağına düşerler. Aksakal’ın kitabında, Türkiye’de Romantizme yön verenlerin trajik, kederli, ıstıraplı yaşantılarından da örnekler vardır. “Cemil Meriç gözlerini kaybedip, kör kalır. Peyami Safa bitmek bilmeyen hastalıklarıyla ömrü boyunca hayatı dolu dolu yaşayamamış, onu dışarıdan seyretmiş hisseder. Türkçe düşüncenin miladına adı yazılı olan Şemsettin Sami siyatikle uğraşıp ömrünü tüketir. Sabahattin Ali ve Kemal Tahir gibi birçok edebi romantik, istibdat altında yargılanıp, hapishane yıllarında sağlıklarını yitirir”. (s. 439) Trajik acılar sadece edebiyatçılarla kalmaz tabii. Devrimci romantik üç fidanı unutmak mümkün mü? Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan öldürüldüğünde 25, Hüseyin İnan 23 yaşındadır. Bu da bize, Türk Politik Kültüründe Romantizmin “aslında ne denli merkezi ve kritik bir yer tuttuğunu” da (s.24) göstermektedir.

Hasan Aksakal’ın Türk Politik Kültüründe Romantizm adlı çalışmasının bir diğer özelliği de, ciddi bir kütüphane oluşturmada kaynak görevi görmesidir. Hem edebiyatın, politikanın, tarihin bir panoramasını sunar hem de başka kitaplara yönlendirir. Bunların içinde hemen aklıma gelen Ricarda Huch’un Die Romantik/ Alman Romantizmi kitabı olur. Huch’un kitabının önsözünde Gürsel Aytaç bize “Romantizm ve Realizmin nasıl birbirine tepki olarak doğduğunu, XVIII. Yüzyılın sonu, XIX. Yüzyılın başı karşımıza çıkmış olsa da XX. Başka adlarla, temelde duygu, hayal gücü, akıl ötesi, rüya, sezgi” gibi birer akım niteliğini gösterdiği vurgular. Tabii Novalis, Huch’un kitabında tüm trajikliğiyle karşımıza çıkar.

Kitapta benim ilgimi çeken bölümlerden biri “Ortaçağ Merakı” diğeri de “Tercümenin Önemi” dir. Hani şu karanlık denilip te karanlık olmayan Ortaçağ. Zaten periyodizasyon çok zordur. Ortaçağ’da herşey Secundum Deum/ Tanrı’ya göredir. Aslında alttan alta Philosofia Perennis/ Sürüp Giden Felsefenin de olduğu dönemdir. Üniversitelerin, kürsülerin de çok önemli olduğu, hocaların ve öğrencilerin mobil olup, başka kürsü sahibi hocaları dinlemek için öğrencilerin yer değiştirdiği ve bütün bunlara ek, bir Karolenj Renaissance’nın varlığı da söz konusudur. İrlandalı keşişlerin Avrupaya gelerek eğitim alanında dersler verdiğini biliriz. Karanlık olan ise belli bir dönemdir çünkü o döneme ait hiçbir belgenin, yazının elimizde olmamasıdır. Aksakal bu kategoride aynı zamanda mitoston logosa geçişin tam olmadığının da vurgusunu yapar. Her ne kadar destanlarla başlayan hayat, Sokrates öncesi filozofların dünyanın arkhesi sorusunu sorup logosa yönelse de mitostan logosa tam bir geçiş, keskin bir sınır söz konusu değildir. Bir eş deyişle, edebiyat/ yazarlar Ortaçağ’dan beslenmişlerdir. Nasıl mı? “Nazım Hikmet, Şeyh Bedrettini destansı bir dille anlatır. Kemal Tahir, Türk ruhunun özünü (Volksgeist’ı) ve devlet mitosunun somutlaşmasını Devlet Ana’da bulup çıkartır. Cemil Meriç Geç Ortaçağ’daki Osmanlı düzenine methiyeler düzerek, onu şiirselleştirir. Nurettin Topçu’nun da ideal toplum düzeni Ortaçağ’ın çobanıl (pastoral) yaşamı ve tarımsal ekonomisi etrafında tasarlanmıştır. Hikmet Kıvılcımlı için erken dönem Osmanlı toplumu, muazzam bir sosyalizm tecrübesidir. Yahya Kemal “bin atlı” edebiyatındaki akıncılıkla birlikte, gaza felsefesini ve lonca sistemini idealleştirir.(…) Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat daha uzak bir maziye gider; Kök-Türkleri Batı Anadolu’nun kuytusunda bulurlar”. (s. 49-50)

Diğer bölüm ise edebiyatta uzun bir tartışma konusu yaratan tercüme/çeviridir. Ama romantiklerin tercümeye bakışı çokta ilginçtir. Cemil Meriç’in ifadesiyle “Şiirden, denemeden daha güç bir sanat dalı”dır ve “bir fetihtir, yalnız dili değil, düşünce ve hassasiyetin grift dünyasını da zenginleştiren bir fetih”. (s. 56) Tercümenin aracı dil olsa da, tercüme edilen dilin kültürünü tanımak, sosyal yapısını bilmek tercümenin olmazsa olmazıdır. Bu bağlamda, Romantikler için tercüme “hem yenilikçi, hem fetihçi (açıcı) bir düşünce olarak romantikleri, yabancı kültürlerden korkmak bir yana, onların güzelliğini tanıtmaya denk varmaktadır”. (s. 56) Bu tercüme serüveninde ilk akla gelen adlar, Namık Kemal’ın Hugo’dan yaptıkları ve hâlâ adı Bursa’da o güzel tiyatro binasında duran Ahmet Vefik Paşadır. Ahmet Vefik Paşa, “Fransız tiyatrosundan yirmiye yakın eser çevirir ya da adapte eder”. (s. 57).

Yıllardır bitmeyen bir sorun olan aydınlanma, devamında kendi bünyesi için eleştirileri de içinde taşımıştır. Burada içimizi burkan, hüzünlendiren bir örnek Meksikalı ünlü şair-yazar Octavia Paz’ın söylemidir. “Latin Amerika Ansiklopedi’yi ve eleştiri çağını kaçırmıştır. ‘Bizim 18. Yüzyılımız olmadı: En büyük iyi niyet gösterisiyle bile Feijoo’yu ya da bir Jovellanos’u Hume’la, Locke, Diderot, Rousseau ya da Kant’la karşılaştıramayız. Büyük kopma budur: Modern çağın başladığı yerde bizim de ayrılığımız başlar”. (s.67) Aksakal’ın, bu Paz’dan yaptığı alıntı bana, Edward Said’in sözlerini hatırlatır. “Renaissance’la Doğu, Batı’nın nesnesi durumuna gelir”. İşte! Bazı ülkelerin bu geç kalışı, kaçırışı, ayak uyduramayışı, yenilenmemesi, modernleşmemesi nasıl derin bir çukur yaratır ve bu çukur hiç kapan(a)maz, aksine gitgide büyüdükçe büyür. İki farklı anakaraya dönüşür.

Böylece, Türkiye’nin o Doğu-Batı arasında sallanışı, Batıya karşı üstünlük, Batı’ya karşı geri duruş arasında sıkışmışlığı ve kendine hâkim bir köşe/yer bulamayışı da söz konusudur. Işık Doğu’dan yükselse de, o ışık Batı’yı aydınlatmış, yoksulluk, fakirlik, bağnazlık, uyumsuzluk, çaresizlik istenmeyen bir hediye gibi Doğu’ya kalmış, ellerindeki değerin üzerine bir peçe indirmiştir. Aksakal’ın Jale Parla’dan yaptığı alıntıda “Ahmet Midhat, Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Nabizade Nazım, hepsi İslam kültürünün Batı kültürüne olan üstünlüğünden bir an bile kuşkuya düşmemiş yazarlardı”. (S. 76) Tanzimat kültürü Batı’ya açılışın önemli bir penceresidir ama “İslam geleneğinin güçlü etkisi en seküler kesimde bile hâlâ sezilmektedir”. (s. 78)

Yazar, araştırmasının/kitabının son bölümünü “Batı’da ve Türkiye’de Tarihyazımı” kısmıyla açar. Evet, tarihyazımı, ülkelerin kişisel tarihini oluşturmada nasıl da önemli bir konudur. Tarihçinin bakış açısı, olguları işleyişi ciddi bir önem taşır. Aksakal da, bu konuyu açarak girer bölüme. Birbirinden zıt tarih anlayışların neden ortaya çıktığını sorgular. “tarihin nasıl yazıldığı, kimler tarafından, hangi koşullarda kaleme alındığı, tarihçinin sonraki nesillere neyi aktarmayı ve bunu niçin yapmak istediği gibi silsile hâlinde sorular, tarihi, gerçeklerin aktarılmasını görev bilen bilinçten çıkarıp, başka bir misyona tâbi kılar. Bu bakımdan tarih, bir yönüyle son derece öznel bir uğraş olması sebebiyle (aynı zamanda öznelliği ölçüsünde) tehlikeli bir kültür sanatıdır”. (s.228) Nasıl da vurucu bir sondur, “tehlikeli kültür sanatı”. Aksakal, referanslarını Edward H. Carr’ın Tarih Nedir kitabına, ilke diye nitelediği Hegel’in tarihyazıcılığı açıklamalarına yer vererek konuyu zenginleştirir. Ve konunun genişlemesini “Edebi Romantizmde Tarih Merakının Doğuşu Ve Yükselişi” ve “Türkiye’de Romantik Tarih Anlayışı” kısmıyla yapar.

Böylece, Hasan Aksakal’ın Türk Politik Kültüründe Romantizm adlı derinlikli çalışmasını içeren kitabı, hem bizi edebiyattan tarihe zevkli bir yolculuğa sürüklemekte hem de gene şu hep sorun olan, aydınlanma konusunda düşünmeye yönlendirmektedir. Ve konuyu ne kompleks ne de övünme sorunu olarak ele almaktan öte, yazılan eserlerin okunması, yorumsanması ve bunların doğurduğu sonuçlara bakmamızı ister. Aksakal kitabında, Romantizm üst kavramıyla bir küre oluştururken, bu kürenin içinde Doğu-Batı bakışımızı tekrar irdelememizi ve bunu politik, tarih ve edebiyat beraberliği üzerinden yapmamızı sağlar.

1 “Arada olmaklık” için bkz. Betül Çotuksöken, Antropontoloji, Notos Kitap, 2018, İstanbul.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl