Ana Sayfa Litera Tuzsuz Deli Bekir’den Tiyatrokrasi Dersi

Tuzsuz Deli Bekir’den Tiyatrokrasi Dersi

Tuzsuz Deli Bekir’den Tiyatrokrasi Dersi

Karagöz perdesinde seyre çıkarılan hâyali Tuzsuz Deli Bekir’e tuzsuz lakabı verilmesinin nedenini Hacivat’a sorsanız, o da bilmez.

Lacileri çekmiş deneme yazarlarının bileceği şeydir bu!

Zira denemeci dediğin kümese meraklı tilki gibi kurcalamadık, çomaklamadık yer bırakmaz…

Deneme yazarının burnu Pinocchio’nunki gibi yalan söyleyince uzar.

Denemecinizin hassas burnu da, hani bereketi bol olsun, Cyrano de Bergerac’ı burun farkıyla yakalayacak kalibrededir.

Biz burun hikâyesini sonraya bırakıp Tuzsuz’a gelmeliyiz ki, lafımızı dirhemle tartalım.

Bazı insanların bünyesinde tuz eksikliği onların hâlet-i ruhiyesini bozar, hırçınlaştırır, Malta Parası almaya çıkmış mahpushane kabadayısı gibi önüne gelene omuz atar, hır çıkarıp ona buna çatar, bunlar tıraşa da gelmezler, iyi geçinmek gerekir.

Karagöz oyununun sosyologlarına bakılırsa, Tuzsuz Deli Bekir de vücudunda alkali tuz eksikliğinden asabidir; yamuğa hiç gelmez.

Fakat Tuzsuz Bekir, Karagöz’ün mahallesinde gelene geçene nara atıp efelense de gölge tiyatrosunda, ışığı arkasına alıp perdeyi önüne koyup onları marifetle oynatan Hayâli Efendi Tuzsuz’un tuzunu vermeyi, hergeleyi yola getirmesini bilir.

Buna da işte, Tiyatrokrasi denir.

İngiliz tiyatrosu denince herkesin aklına hemencecik Shakespeare geliyorsa da siz buna kulak asmayın!

Shakespeare’e da akıl fikir vereni bulunur ve bu zat, üdebadan bir yakın dostudur: Lakırdı icadına hiç uğraşmayan, Tanrı vergisi bir hünerle kelime döktürüp cümle yumurtlayan Londra sahnelerinin has adamı, tiyatro yazarı Ben Jonson olmamış dedi mi, Shakespeare’in etekleri tutuşur, yelkenleri suya iner, süngüsü düşer ve yazdığını kırk bir parça yırtar, çöpe atar.

Ben Jonson, gel gelelim, düz taban olsa gerek, talihi berbat tarifesinden yazılmıştır.

Zira Allah yürü ya kulum demedikçe kimse şuradan buraya adım atamayacağından, onca eser yazmış Ben Jonson’ı ancak meraklısı bilirse bilir.

Jonson huyu terelelli birisidir, sadece Shakespeare’e çatıp durmaz, ona buna kafa tutar. O yüzden başına gelmedik bela kalmamıştır. Ve nihayet; 1637 senesinde, tam da İngiliz Burjuva Devrimi arifesinde, Londra o büyük kalkışmaya hazırlanırken, tarihin mühim ihtilallerinden birisini göremeyip apar topar bu dünyaya veda etmiştir.

Jonson’ın Londra tiyatrolarında pek meşhur bir oyuncuyla giriştiği düelloda Shakespeare’in şahit tutulduğunu biliyoruz, ne yazık ki bu kapışmanın nedenini bir türlü öğrenemiyoruz; tarih bazen unutturmak ister.

Londra sosyetesindeki hanımların rüyasını süsleyen George Spencer adlı yakışıklı jönün ömür bileti erkenden kesilmiş olmalıdır ki, Jonson’a, hem de onun horozluk ettiği çöplüğü sayılan tiyatrosunda kafa tutmaya kalkışmıştır. Perisi süfli olan Spencer’ın da aslına bakarsanız sicili bir hayli bozuktur; cemaziyülevvelini iyi biliriz.

Hır gür çıkartmayı pek sever; polis kayıtlarında birçok vâkası vardır, say say bitmez… Hangi birini sıralamalı; mesela: Bizim dağ gibi Jonson’a dayılanıp külhanbeyi kesilmeden evvel, James Feake adlı bir kuyumcuyu gözüne hançer sokup ucunu da taa beynine kadar uzattıktan sonra yerle bir etmiştir; bu alabarda herifin âşığı kadınlar çoktur ve de hepsi hatırlı adamların karılarıdır, onlar sayesinde ceza almaksızın yakayı sıyırmıştır.

Lâkin etme bulma dünyası, işte; gidip gidip kafasını Jonson’ın sert duvarına toslamış, düelloya kalkışmıştır. Jonson, Londralı hanımların peşinde koştuğu jön oyuncuyu, tohumuna para mı saydım ki acıyayım ya hû diyerek, iki seksen yere uzatıp delik deşik etmiştir. O zamanlar düello yasak mıdır, yasaktır! Düello sonucu adam öldürmenin cezası yağlı ip yahut baltayla kafa kesmektir. Jonson tutuklanır, bu sefer eski manitaları, listesi kabarık kırıkları bir şey yapamaz ama kısa bir yargıdan sonra yine paçayı ölüm cezasından kurtarır: Latince olarak İncil’i sular seller gibi ezberlediğini, birkaç kez hatim indirdiğini söylemiş miydik, galiba unuttuk! Fakat Jonson İngiliz kanunlarını da su gibi ezbere bilir ve üstelik İngiliz hakimler kanunların emrindedir, santimine milimine takip ederler.

Yasalar emretmektedir ki, ¨Latince olarak İncil’i ezbere okuyan herkes her tür suçtan muaf tutulacaktır.¨ Jonson, ¨Ben size İncil’i ezberden okuyayım da, bir görün!¨ diye bu yasa maddesini hatırlatır.

Jonson’a kanıtla bakalım dedikleri vakit, burada olmaz diye nazlanacaktır; mahkeme heyetini peşine takar, arkasına dizilmiş meraklılarıyla beraber kasım kasım kasılarak bir yürüyüş tutturup Londra tiyatrolarından birisine gider, sahneye çıkar, ehl-i vukuf diye eskiden adlandırdığımız bilirkişi heyetindeki din adamları önünde sıra sıra diziliyken, İncil’i ilk satırından itibaren döktürmeye başlar:

¨In principio erat Verbum et Verbum erat apud Deum et Deus erat Verbum..¨

Evvela söz vardı, bu söz Tanrı’nındı, o hâlde Tanrı bir sözdü, söz de Tanrıydı!

Bravo! Yargıçlar heyeti, tiyatrocu Jonson’u alkışlar… Papazlar istavroz çıkarır! İncili bir kez daha hatim eden Jonson aynı zamanda beraat eder.

Tiyatro dünyasındaki insanlar böyledir de izleyicileri farklı mıdır, sanki!

Oyun esnasında uslu uslu oturmayı bırakıp sahneye laf atanlar, sataşanlar, diklenip efelenenler, çomarlaşıp horozluğa kalkışanlar da olur.

Çoğu kez tiyatrocunun hoş görüsüyle bu terbiyesizlikleri af görür, zira tiyatro dediğimiz Othello’yu bile af etmiştir.

Fakat Fransa’nın Brittany bölgesinin markizlerinden Marie-Augustin, Paris’te bir oyunu locasından izleyen Kraliçe Marie-Antoniette’ye yuh çekip ıslıkla protesto edince, külahlar değişir. Aristokrat maristokrat demeden, Kral 16.Louis’inin hanımına zılgıt çektiği için tutuklanır, saraydan emir çıkar, elli sene hapis cezası verilir. Bu adaletsizlik 1789 Fransız İhtilali’nden hemen önce olur;1786’da…

Markiz Marie-Augustin’in mukadderatı cami duvarına işeyen eceli gelmiş köpek gibi, o gece tiyatroda belirlenecektir. İhtilalin yargıçları onu serbest bırakacak fakat bu kez aristokrat diye giyotine gönderilecektir; vermeyince Mabut neylesin Sultan Mahmut deyişinin Fransızcası nasıl diye düşünmeye gerek kalmaz, ölen ölmüş, sağ kalanlar ihtilalin adamı olmuştur.

Tiyatroda ıslık öttürmek, yuh çekmek gibi ayarı üç para, kıratı düşük işlere kalkışmayanlara rast gelinir mi, vallahi ona da rastlanır.

Amerikan İç Savaşında Kuzeye boyun eğip teslim olan Konfederasyoncu Güneylilerin hırsı dinmek bilmez, onlar hâlen bugün dahi uzaktan kibrit çaksan tutuşacak kurumuş saman kıvamındadır. Bakın neler olmuştur: On altıncı Amerikan Başkanı Abraham Lincoln, Washington’daki Ford Tiyatrosuna 1865 yılının 14 Nisan gecesi yanındaki eşi dostuyla gider. İzleyecekleri oyun İngiliz yazarı Tom Taylor’un yazdığı Amerikalı Kuzenim’dir. Neredeyse on yıldan beri New York’un Broadway’inde kapalı gişe sahneye çıkmaya alışmış bu oyun ilk kez Washington’da perde açar. Oyun da yenilir yutulur cinsten değildir hani; İngiliz gözünden kaba saba Amerikalı kuzenleri sarakaya almakta, Coni’yle dalga geçip, kovboy Yankee’ye yerin dibine batırmaktadır.

Fakat Lincoln hazretleri, Amerikalının suya götürülüp susuz getirilen eşek yerine konulduğu oyunu izlemek yüceliği gösterir, sahneye yakın bir locada yerini alır.

Güneyli aksanını zorlukla zapt edip Kuzeyli Amerikancası konuşan John W.Booth adlı gençten bir oyuncu, oyun sırası gelene kadar Lincoln’ü öldürüp bu işi aradan çıkartmayı aklına bir kere koymuştur. Cebinde 41’lik Derringer marka bir tabanca saklıdır; patladı mı, bana mısın demeyen bir altıpatlardır bu…

Sahneden hop diye locaya zıplar, Lincoln’un sıkı adamlarından yüzbaşı Henry Rathbone’nun üzerine yağdırdığı kurşunlarla yaralanmış olmasına rağmen, Başkanı ensesinden vurur. Sonra yine tiyatronun dehlizlerini, kaçış yerlerini, hâsılı kulis denilen muammalı yeri avucunun içi gibi iyi bildiğinden kanlı bacağını sürükleye sürükleye cinayet mahallinden uzaklaşacaktır. Bir zaman sonra yakayı ele verecek, fakat tiyatro bir kez daha kanlı bir sahneye şahit olacaktır.

Böyle tatsız şeyleri anlatmak için mi geldin, demeyiniz, rica ederim; benim işim bu…

Beğenmediniz mi, o hâlde alın size bir aşk hikâyesi:

Berlin’de, Nazi döneminin tiyatrolarından birisindeyiz, Theater des Westens salonunda Shakespeare’in Romeo ve Juliet’i müzikali sahnelemektedir.

Romeo’muz sahne arkadaşı Juliet’e, sadece oyunda değil, gerçekten deliler gibi âşıktır; alev olur yanar, yaz bitimi hasat sonrası kurumuş anız gibi tutuşur.

Fazla naza gerek yok! Bir oyun gecesinde, oyunun akışı birdenbire değişir, Juliet tam ölmüş gibi uzanırken sevgilisinin yok oluşuna dayanamayıp intihar etmesi gereken Romeo, birden sağ dizi üzerine çöker, cebinden yüzük kutusunu çıkarıp Juliet’e evlenme teklif eder; Shakespeare olsa alkışlardı, seyirciler de dayanamazlar bu hissi ve rikkatle dolu sahneye ve salon alkıştan yıkılır.

Onlar ermiş muradına diyemeyiz, buna emin olamayız; zira oyuncuların ikisi de Yahudidir, kısa süre sonra soluğu Auschwitz’de alırlar.

Böyle tatsız sona ermiş aşk hikâyelerinin yanı sıra tiyatro sahnelerine ait anlatıla anlatıla bitmeyen, bu yüzden fıkralaşan anekdotlar da bulunur. Geleneksel Türk Tiyatrosunun son temsilcisi olarak bildiğimiz İsmail Hakkı Dümbüllü, rahmetli, orta oyununda ve doğaçlama yeteneği gerektiren tulûat sanatında bir numaraydı. Şehr-i komik Kel Hasan’dan alıp başına geçirdiği kavuğunu kendinden sonra Münir Özkul’a devreden Dümbüllü’nün bu emaneti, sonra Ferhan Şensoy’a, ardından Rasim Öztekin’e, sonra sonra da Şevket Çoruh’a geçmiştir; gayet emin ellerdedir, içimiz rahattır.

Kavuklu Dümbüllü lafı yerine gelince gediğine yerleştiren cinsten biriydi, lakırdının gez göz arpacığını tam alır, iyi isabet ettirirdi. Sahnedeyken ayaklarının dibine bir salatalık hıyarı fırlatılınca, hiç istifini bozmadan, acur iriliğindeki hıyarı yerden alıp salona göstererek, ¨Birisi galiba kartvizitini gönderdi! ¨ diyecek kadar hazırcevaptır.

Hışırlığında bu kadarı olmaz ki, demeyiniz; dahası var…

Dümbüllü’ye yakıştırılan bir başka anekdota bakarsanız, güya sahnede bir oyun esnasında atımı getirin diye seslenir. Sarhoş takımından bir seyirci, eşek olsa olmaz mıydı, diye delişmenlik gösterip güyâ üstadı sarakaya almak ister. Tulûatta pişmiş, irticalen, improvize konuşmaya alışık Dümbüllü durur mu, durmaz; lafı yapıştırıverir: ¨Neden olmasın, sahneye buyurun gelin !¨

Tiyatro insana olgunluk ve hoşgörüyü öğretir ya, şimdi sözümüzü nereye getirip kuyruğunu bağlayacağımızı merak edenlere ufak ufak ipucu da veririz, işte onun için bir başka tiyatro sahnesi sayılan parlamentolara lafımızı evvela bir güzel kavanço ederiz.

Bize kalırsa, söz söyleme sanatının en hakikisiyle görüldüğü yerlerin başındadır parlamentolar; parlamenterler de hitap sanatına pek meraklıdır.

Hem zaten parlamento sözcüğü Latincedeki konuşmak, tartışmak anlamında olan parla’dan türetilmiştir. Sözün olduğu yerde hazırcevaplık, keskin zekâ, hiciv, nükte gırla gider.

Parlamento kürsüleri lafın seyran ettiği en güzel yerlerden biridir.

Siyasetçiler orada döktürürler, karşılıklı verip veriştirirler, saç saça baş başa kavgaya kalkışır, sonra barışıp kol kola girerler.

Hasılı bir başka tiyatrodur dünyanın bütün hakiki meclisleri…

Tiyatronun mazi, hâl ve istikbalde garip hallerini de unutmamak gerekir.

Evvela bütün modernliğine rağmen, tiyatrocuların batıl inançlarından da söz edilmesi şarttır, elzemdir. Kökenleri nereye, hangi hikâyelere bağlanırsa bağlansın, derler ki, mesela sahnede 3 adet mum yakmak, sırf mavi renkli kostüm giymek, dekorda ışığı yansıtacak açıyla ayna döşemek, eğer oyunda yazılı değilse durduk yerde ıslık öttürmek karakoncolosları, cadıları ve gulyabanileri, iyi saatte olsun tayfasına yazılı ne kadar cin, peri, hortlak ve esrarengiz, ruhanî püf püf babalardan kim varsa, cümlesini kızdırır.

Siz, şimdi bu safsatalara gülüp geçersiniz de cesareti olanı koltukları boş, sahnesi kös, perdeleri asılı bir tiyatroya buyur ederiz; boş mekânda oturup beş dakika bekleyene Friko Alaska dondurması beleşedir.

O yüzden tiyatro salonları bütün bütün karanlığa teslim edilmez, en azından bir idare lambası yakılıverir. Bu fitili kısa tutulmuş aydınlığa hayalet lambası derler; iyi saatte olsunlar geceleyin ortalıkta dolaşırken ona buna çarpıp ortalığı kırıp dökmesinler diye…

Zira her tiyatronun tepesinde hazır bekleyen bir ruh olduğuna da inanırlar. Bu işin evveliyatı İsa’dan öncesine, 5.yüzyıl Atina Tiyatrosuna kadar uzanır ki, aman hiç sormayın, Thespian adlı büyük dram yazarı, ezelî ve ebedî bu tiyatrocu ruhların envaı çeşidinden epeyi korkmuştur. O yüzden tiyatrosunu haftada bir gün kapalı tutar, ki o gün kötücül ruh sahneyi kullansın ister, kendi kendine oynasın, göbek atıp içindeki kurtları bir güzel döküversin diye tiyatrosunu ona bırakıp, kendisi uzağa fiyaka satmaya gider…

Londra’daki tiyatrolar da böyledir; Jonson ve Shakespeare’den beri, işte bu yüzden hep pazartesileri kapalı kalır.

Tiyatronun iyi saatte olsunlarından birisi, leb demeden leblebiyi anlayacağınız gibi, Operadaki Hayalet’tir.

 

Fransız sahne yazarı Gaston Leroux evvela romanını yazmıştır. Yirminci yüzyıl başlarında, basılır, pek ilgi görmez. Sonradan tiyatro senaryosuna çevrilir, Le Fantôme de L’Opéra . Bir sükse yapar, değmeyin gitsin; Paris alkıştan yıkılır… Operada başrole çıkan genç kadın oyuncuya tutulmuş, tiyatronun hayaleti ile başroldeki öteki erkek oyuncu arasında geçen bir aşk üçgeni hikâyesidir.

Âşık hayaleti kızdırmaya gelmez, estiği taraf belli olmayan fırtına kesilir alimallah…

İşte bu esnada, seyircilerden dîni bütün Hıristiyanlar haç çıkarırken, sahnedeki tuhaf esintiyle tüyleri diken diken olan Müslümanlar üç ihlas bir Fatiha okuyup ya sabır çeker. Fakat tiyatrocular her şeye rağmen hayaletin hatırına kırıp dökmekten geri durmaz.

İşte Broadway’de yıllardır sahnelenen bu oyunda, hayalet kendisine değil de öteki erkeğe yüz görümlüğü veriyor diye kızdığı zaman, her gece tavandaki yüz mumlu, pahalı mı pahalı bir avize bile gözden çıkarılır, hesaplı kitaplı biçimde çattadanak yere düşürülür, ortalık şangır şungur olur, seyircilerin yüreği ağzına gelir. Bu savurganlık değilse nedir! Gel gelelim, Broadway’de sahnelenen oyunlarda paraya para demezler, yerinde yapılan harcamaya cüzdan feda ederler.

Anlayacağınız şu ki, Andrew Llyod Webber’in müzikalini bestelediği oyunda masrafa hiç bakılmaz! Zaten hovardalığa çıkılınca masraf teferruatta kalır.

Ben böyle gürültülü, itiş kakışı bol, sahte maceralara pek pabuç bırakmam ve gider bir başka koltuğa bilet alır, Fransızların durum komedisi dediği yanlış anlaşılmalar üzerine sahneye konulmuş eserlere hayran kalırım.

Tiyatroda Quid pro quo ~ yanlışlıklar komedisi biçimiyle yazılmış oyunlar, hortlaklı şeylerden daha iyidir.

Konuştukça ferahlayan tabiatta insanlar gibi fuzuli yere bu lafları edip lakırdı harcamadık. Maksadımız tiyatro denilen gizemli dünyanın esrarını ortaya koymaktan ziyade, hayaletiyle hazırcevap nüktedanıyla, cinayetleri ve 8/8’lik katakofti işleriyle bu seyirlik işlerin, aslında dünyanın ta kendisi olduğunu söylemektir.

İngilizlerin verimli sosyoloğu, siyaset bilimci yazarı Richard Sennett’in dediği gibi dünyada ne kadar sosyal düzen, rejim, siyasi yönetim varsa bunların tamamı, vallahi ve billahi, aslında tiyatrokrasi’dir.

Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü başlıklı çalışmasında, kamusal alan fikrini ortaya ilk kez teorik olarak koymakla literatürde yer etmiş Alman düşünürü Jürgen Habermas’ın ayak izlerini takip eder.

Habermas’ın sosyoloji diliyle konuşursak, evvela, dünyada olan bitenleri seyre gelmiş geriden izleyen biz saftirik zavallı insanlar vardır; geriden izleyiciler tiyatroya arka koltuklarda bilet almış seyircilerdir.

Bu tiyatroda bir de rolleri paylaşanlar bulunur, hepsinin kısmetine de akıbetlerinde ne yazılıysa muhakkak o rol isabet edecektir.

Sonracığıma söyleyeyim, bir de aktörler vardır; işte onlar da rolleri paylaşırken en öne çıkıp aslan payını kapar, alkışın fazlasını cebe indirir.

O tiyatro ki, theatrum mundi’dir; uzun lafın kısası, dünya tiyatrosudur.

Malûmunuzdur, neyin sonuna Yunancadaki yönetim ve egemenlik anlamına gelen kratos veya kraksi kelimesini ekleyip yerleştirirseniz, bir şeyin idaresi sözü çıkar.

Mesela, mutfak kelimesine kraksi eklerseniz, mutfak idaresi gibi bir şey sayılmalıdır ki, mutfakrasi dersek pek hatalı olmaz, hatta dil üstünde kaydırmaca gibi tekerlemeye dahi benzer.

Mademki, tiyatro her şeye taklit eder, kendisini de taklite muktedirdir, zaten ilk insandan beri sahnede oyun üstüne oyun oynanır. O hâlde dünya bir tiyatrodur ve siyasi yönetimler, siz onları nasıl adlandırıp etiketlersiniz, bunu bilemeyiz ama, iyisinden tiyatrokrasidir.

Fakat buraya kadar lafın lastiğini çekiştirip uzatarak gelince, son sözü etmeksizin şuradan buraya adım atmaz, perdeyi indirmeyiz.

Fransız Tiyatrosunda, geçen yüzyıl başlarıydı, eline su dökülmez eserler yazmış bulunan Henri Bataille bir oyunun duraksamadan yazılması gerektiğini söyler.

Senaryoyu yazarı Tanrı gibi yaratıcıdır, sil baştan düzeltmelere kalkarsa, işte o zaman eser Abdurrezzak Oyununa döner.

Bataille, hatalı bile olsa yazdığından bir parmak geriye adım atmaz; neyse o!

Oyunda kaderinize ne yazıldıysa, tırıs pırıs buna razı gelmek şarttır.

Hacivat da kaderine razıdır, yazılana ses etmez ve Karagöz’e aldanıp, bir yanlışlık komedisi gibi gittiği mahallenin fahişesi Kanlı Nigâr’ın evinde soyup soğana çevrildikten maada, pencereden aşağıya fırlatılıp Küşteri Meydanına, yani gölge perdesine işte böyle anadan üryan, çırçıplak ve pattadanak düşer…

Tuzsuz Deli Bekir ise mahalleye çapkın gelmiş Hacivat’ı orada gördükten sonra, bir güzel pataklayıp bu işi Karagöz’e bırakmaz.

Lafımızın perdesini deneme tiyatromuzda açarken Tuzsuz Bekir mevzusuna bir defa yer vermiş bulunduk. Ne diyecektik de nerelere geldik diye hiç şaşırmayız, zira denemecinin işi lakırdı tiyatrosunda sambo mambo ve hatta çaça yapmak, kelime ve söz dansının âlâsını icra etmektir.

Şimdi kondüitimiz perde kenarından, ¨Tamam, uzatma artık, oyunu bitir! ¨ diye bize işaret etmektedir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl